Makaleler

Published on Mayıs 11th, 2021

0

11 Mayıs 1971 – Sürgünün Almanya’da ilk günü | Doğan Özgüden


Nihayet bekleme salonundaydık. Şans eseri uçak bekleyenler arasında tanıdık kimse yoktu. Sadece sıladan dönmekte olan göçmen işçilerle yabancı turistler…

Ankara’da sabah 6’da ikimiz de uykumuzu alamamanın sersemliği içinde kalktık. Herkesle vedalaştık. Bir taksi çağırarak saat 7’de Lufthansa otobüsünün yolcuları alacağı Bulvar Palas’a yöneldik.

Ankara yağmur altındaydı. Lufthansa otobüsü hareket ederken bir köşeden bizi endişeyle izleyen İnci’nin babasını farkettik. İki haftada âdeta çökmüştü. İnci’nin gözleri doldu. Hava alanına kadar bir iki sıkıyönetim kontrolünden geçtik.

Alanda fazla oyalanmadan önce bilet ve bagaj kontrolüne gittik. Zaten fazla bir bagajımız da yoktu. Güvenlik açısından yanımıza sahte pasaport dışında herhangi bir belge almamıştık. Avrupa’da temas kurabileceğimiz birkaç adresi iyice belleğimize kazıdıktan sonra, Avrupa’ya sorunsuz ulaşabilirsek oradan bildireceğimiz bir adrese daha sonra iletilmek üzere tüm adres listelerini, telefon numaralarını yakınlarımıza emanet etmiştik.

Birkaç gazete ve dergi aldıktan sonra pasaport kontrolüne yöneldik. Tam da kontrolü yapacak polise yaklaşıyorduk ki, İnci durakladı, endişe içinde “Bunu ben Ankara’da muhabirlik yaptığım dönemden tanıyorum, dedi. Ya o da beni tanırsa, hatırlarsa…”

“Deli misin, başka bir isimle ve de bu makyaj ve giyimle seni ben bile tanımazdım” diye sakinleştirdim.

Polis pasaportlarımızı kontrol etti. Kuşkulanmasına ve herhangi bir sorgu suale girmesine meydan vermemek için yukarıdan bir tonlamayla sordum: “Memur bey, bu uçaklar da hep gecikmeli kalkıyor. Geçenlerde bakana da şikayet etmiştim. Bugün gecikme falan var mı?”

Polis gecikmelerden sanki kendisi sorumluymuş gibi ezik bir sesle, “Hayır beyefendi, bugün tüm seferlerimiz normal” dedi. Çıkış damgalarını vurdu, pasaportlarımızı verirken de hayırlı yolculuklar diledi.

Nihayet bekleme salonundaydık. Şans eseri uçak bekleyenler arasında tanıdık kimse yoktu. Sadece sıladan dönmekte olan göçmen işçilerle yabancı turistler…

Adet üzere free-shop’tan Avrupa’da buluşacağımız dostlarımız için çam sakızı çoban armağanı birkaç şey satın aldık. Bir de stresli son iki haftada günlük sigara tüketimini iki paketten üçe çıkarmış olan İnci için sigara yedekledik.

Nihayet Lufthansa yolcularının uçağa binişi anons edildi. Yerlerimize oturduktan sonra uçak tekerlerinin yerden kesilişine kadar geçen yirmi dakikalık süre Einstein’ın izafiyet teorisine uygun olarak sanki saatlerce sürdü.

Uçak havalandıktan sonra da İnci’yle gözlerimiz pencerelerde… İstanbul’u, Trakya’yı geçiyoruz. Her an bizimle ilgili alarm verilip uçak Türkiye hava sahasında inişe mecbur edilebilir…

Hayır. Kaptan pilot Türkiye’yi terkettiğimizi bildiriyor. Derin bir nefes alıyoruz. İnci’ye “Ne olur, şu makyajlarını temizle, kendin ol” diyorum. Ben de kafama zor uydurduğum fötr şapkayı bir daha almamak üzere yukarıdaki bagaj raflarının en diplerinde bir yere fırlatıyorum.

Ben son kez Türkiye gazetelerini tararken İnci çantasından çıkarttığı bir boş deftere ezbere bildiği ya da son birkaç günde ezberleyebildiği tüm adresleri ve telefon numaralarını işlemeye başlıyor.

Alman uçağı bir bulut denizinin üzerinden hızla ilerleyerek Mehmet Burhanettin ve Hacer takma adlı iki siyasal göçmeni binbir bilinmezle dolu bir geleceğe sürüklüyor… Doğduğumuz, yetiştiğimiz, kavga verdiğimiz sevgili ülkemizden kopuyoruz. Günün birinde “vatansızlaştırılacağımızı” hiç düşünmeden… En kısa sürede geri dönüp hiçbir şey olmamış gibi herşeyi kaldığı yerden tekrar başlatmak umuduyla…

Achtung… Achtung… 11 Mayıs 1971 günü yerel saatle 10’da Münih hava­alanına indiğimizde hoparlörden duyduğumuz ilk kelimeler bunlar. Birden irkiliyoruz. Daha önce Sinematek’te gördü­ğümüz anti-faşist filmlerde Nazi’lerin tüm insanlık dışı uy­gu­lamalarının leitmotiv’iydi bu kelimeler…

Tam pasaport kontrolundan geçerken, cüsseli bir Alman kadın polis kollarını sert bir şekilde iki yana açarak bizi yandaki odaya yönlendiriyor. Odaya kapattıktan sonra da hiçbir şey söylemeden çekip gidiyor.

Acaba pasaportumuzun sahteliği farkedilmişti, ya da Tür­­ki­ye’den bir uyarı gelmişti de onun için mi derdest edili­yoruz? Eğer gerekçe buysa, kendimizi nasıl savunacağımızı aramızda alçak sesle tartışırken, aynı polis yanında beyaz üniformalı bir hemşi­reyle odaya dalıyor. “Siz Türkiye’den çıkarken çiçek aşısı olmamışsınız. Sıvayın kollarınızı…”

Ardından pasaportumuza giriş damgası… Hemen ba­gajımızı alıp meydan terminalinin kalabalığına karışıyo­ruz. Daha ilk anda yakayı ele verme endişesinden, hemen sonra­sın­da da serbest bırakılma sevincinden olmalı ki İnci’nin dili açılı­yor, yıllarca önce hayli iyi kullandığı halde sonraki hareketli İstanbul yıllarında tıpkı gitar gibi unutmaya başladığı Almancasıyla hava­alanının danışma gişesinden kente gidiş için gerekli bilgileri topluyor.

Derhal bir otobüse atlayarak soluğu Münih kentinde alıyoruz.

Dokuz yıl önce İngiltere’den Türkiye’ye dönerken birkaç saat mola verdiğim görkemli Münih Garı o zamana göre pek değiş­memiş. Sadece bu kez içeride adım başı hangi milliyetten oldukları ilk bakışta kolayca anlaşılan Türkiyeli göçmen işçiler… Almancanın yanısıra kulağa sık sık Türkçe kelimeler çarpıyor. Gazete standında Türk gazetelerinin Avrupa bas­kıları… Hürriyet, Tercüman… Cunta güdümlü provokatif manşetler…

İnci’nin anne ve babasının ciddi sağlık sorunları oldu­ğundan, günlerdir çektikleri stresten biraz olsun kurtula­bilmeleri için garda yaptığımız ilk iş kendilerine sahte isimle bir telgraf çekerek Münih’e selametle ulaştığımızı bildirmek oluyor.

12 MAYIS 1971: YARIM YÜZYIL YAŞAYACAĞIMIZ BELÇİKA’YA VARIŞ…

Daha önce belirlediğimiz plana göre Münih’te hiç kal­mayacak, derhal Belçika’ya geçecek, Antwerpen kentinde yaşayan yazarımız Mekin Gönenç’le buluşacağız.

Bilet işini halletmeden önce İnci tuvalete uğruyor. Çıktığında tuvalet ücreti olarak 30 Fenik ödemek zorunda kal­dığı için morali hayli bozuk. Üzerimizde iki kişilik turist dövizi olarak aldığımız 400 Dolar’dan başka paramız yok. Tüm paramızı, önemli belgelerimizle birlikte, ileride sağlam ilişki kurduğumuzda bize iletilmek üzere yakınlarımıza bırakmışız.

Gişeden bilet almaya gittiğimizde, Antwerpen’e ilk direkt tre­nin ancak akşam saat 21’de kalkacağı söyleniyor. Oysa, Köln üzerinden aktarmalı gitmeyi, önce Brüksel’e varıp oradan Antwerpen’e geçmeyi düşünsek o saatlere kadar beklemeden hemen yola koyulabiliriz.

Bilet alıp akşama kadar vakit öldürmek için kentte dolaşmaktan başka yapacak şey yok. Bavyera’nın başkenti dev bir şantiye ha­lin­de. Ertesi yıl olimpiyat oyunları Mü­nih’­­te yapılacağından, yeni spor tesisleri inşa ediliyor. Her yerde yoğun bir imar ve ihya çalışması…

Trenle Belçika’ya gece seyahatimiz 10 saat kadar sürüyor. Türkiye’­den üzerimizde hafif elbiselerle ayrılmışız, Kuzey Avrupa’nın sert iklimini hiç hesaba katmamışız. Üstelik bindiğimiz vagonun kaloriferleri de çalışmıyor. Ben soğuktan hiç uyuyamıyorum. İnci yor­gun­luktan bir süre sonra uyuya kalıyor. Trenin sarsıntısından bir ara uyandığında, benim halimi görünce, “Aklını mı kaçırdın?” diye bağırıyor. “Ne diye koltuğun üze­rinde öyle ayakta dikilip duruyorsun? Ayakta ısınılır mı?”

Gerçekten de komik bir durum. Ama ısınmak için değil, eski demiryolculuğuma güvenerek kompartımanın tavanında kaloriferi çalıştıracak bir anahtar falan bulurum diye kol­tuğun üstündeyim.

Almanya-Belçika sınırını geçerken Alman polisi de, Belçika polisi de pasaportun sahteliğini farketmeden iyi yolculuklar dili­yor­lar. Bir günde dördüncü kontrol ve sorun çıkmıyor. Demek ki bu pasaportla sorunsuz dolaşabileceğiz. Ne ki, pasaportun süresi birkaç ay sonra bitiyor. İlk iş olarak bir an önce ya pasa­portun süresini yine kendi yöntemlerimizle uzatmalı, ya da bir başka sahte pasaport bulmalıyız.

Antwerpen Garı’ndan çalıştığı işyerine telefon etti­ğimizde Mekin hiç şaşırmıyor: “Her an çıkıp gelebileceğinizi tahmin ediyordum.” Hemen gelip bizi gardan alıyor, doğru evine gidiyoruz. Eşi Güneş de bizi büyük bir heyecanla karşılıyor. Neden Türki­ye’den ayrılmak zorunda kaldığımızı anlatınca da “Biz de yaz tatilinde Türkiye’ye gitmeyi planlıyorduk. Buralara gelmek zorunda kaldığınıza göre durumlar şimdiye kadar duyduklarımızdan daha berbat. İyi ki geldiniz de ger­­çekleri öğrendik. Galiba durum düzelinceye kadar biz de buralarda kalacağız” diyor.

Gerçekten de dergide çıkan yazılarından ve çevirdiği kitap­lardan dolayı Mekin’in de Türkiye’de başı derde girebilir. O da bi­­zimle aynı fikirde: “Evet, şimdi mücadele zamanı… Cunta’nın yaptığını yanına bırakmamak lazım, diyor. Ben elimden gelen herşeyi yapmaya varım.”

İlk ağızda neler yapılabileceğini tartışıyoruz. Öncelikle Tür­kiye’de olup biten baskıları çeşitli dillerde bildiriler ha­zırlayarak Avrupa kamuoyuna ulaştırmalıyız. 12 Mart cuntasının insan hakları ihlalleri üzerine art arda yayınlayacağı belgelerle Ankara rejiminin Avrupa Konseyi’nden atılmasını gündeme getirecek olan Demokratik Direniş Örgütü’nün ilk nüvesi orada doğuyor.

Bizim süresi dolmakta olan sahte pasaportu da mumlu kağıttan mühür şablonları yaparak 1974 yılına kadar uzatıyoruz. Artık nisbeten daha rahat hareket edebilecek, diğer ülkelerdeki yazarlarımızla, arkadaşlarımızla da daha rahat ilişki kurabileceğiz.

15-16 MAYIS 1971: TEHDİTLER SÜRGÜNDE DE PEŞİMİZDEN GELİYOR

15 Mayıs’ta Antwerpen Garı’nda satın aldığımız Avrupa baskısı Türk gazeteleri bizim için yeni bir sürprizi anons ediyordu.

12 Mart Cuntası sıkıyönetim terörünü en azından ABD ve NATO üyesi ülkelerin yönetimleri nezdinde klasik “komünizm tehlikesine karşı mücadele” gibi göstererek göz boyamak için İstanbul askeri savcılığını bir “TKP davası” açmakla görevlendirmişti. Savcılık da derhal harekete geçerek Türkiye Komünist Partisi’ni Türkiye’de örgütleme girişiminde bulundukları iddiasıyla yurt dışından TKP genel sekreteri Zeki Baştımar (Yakup Demir) ve Türkiye’den Doğan Özgüden, Şadi Alkılıç, Çetin Özek, Şiar Yalçın, Harun Karadeniz, Nihat Sar­gın, Erdöl Boratap, Masis Kürkçügil, Süleyman Balkan hakkında kovuşturma açmıştı. Alkılıç, Özek, Yalçın, Sar­gın ve Boratap gözaltına alınmış, benim de dahil olduğum diğerleri hakkında arama kararı çıkartılmıştı.

Yine Cunta’nın siparişiyle Milliyet gazetesinde “Solda ve sağda vuruşanlar” başlıklı bir yazı dizisi yayınlanan damat Metin Toker de devrimci örgütlerin tanıtımını yaparken Doğan Özgüden yönetimindeki Ant çevresinin “bilhassa Kürtçü” olduğunu vurguluyordu.

Belçika’da ilk bağlantıları kurduktan sonra İsveç televizyonunun muhabirleri olan Ant yazarı dostlarımız Barbro ve Güneş Karabuda ile buluşmak üzere gittiğimiz Paris’te bizi bir sürpriz daha bekliyordu… Le Monde gazetesinin 2 Haziran 1971 tarihli sayısında yayınlanan Ankara çıkışlı bir haberde Ant dergisinin 25 sorumlusu ve yazarı hakkında açılan 126 kovuşturma ve davada toplam 800 yıl hapis istendiği, tek başına 180 yıllık hapis tehdidi altında bulunan yayın yönetmeni Doğan Özgüden hakkında devrimci örgütlenmede bulunduğu gerekçesiyle idam cezası talep edileceği, onunla birlikte aranan eşi İnci Tuğsavul için de 14 davada 112 yıl hapis cezası talep edildiği belirtiliyordu.

12 Mart darbesinin ardından sürgünde Demokratik Direniş hareketiyle başlattığımız mücadeyi, 1974’te Brüksel’de İnfo-Türk ve Güneş Atölyeleri’ni kurarak, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra da Demokrasi İçin Birlik’i örgütleyerek sürdürecektik…

Evren’in faşist cuntası bunun bedelini ödetmek için İnci’yi de, beni de 1982’de Türk vatandaşlığından çıkarttıracak, altı yıl sonra da “demokratikleşme” şampiyonluğuna oynayan Turgut Özal bir basın toplantısında kendisine sorduğumuz sorulara öfkelenerek 1988’de “vatansız”lığımızı Brüksel Büyükelçiliği aracılığıyla ikinci kez tebliğ ettirecekti!

Sürgün anıları:

“VATANSIZ” GAZETECİ, Cilt II, Sürgün Yılları, 525 sayfa, Belge Yayınları, 2011 İstanbul

SÜRGÜN YAZILARI, Cilt I, II, III ve IV, Dört cilt birden 2027 sayfa, Pırgiç Yayınları, 2019-2021

Özgüden-Tuğsavul özgeçmişi:

https://www.info-turk.be/ozguden-tugsavul-T.htm

69 yıllık birlikte mücadele:

https://www.info-turk.be/homepage.htm

Yayınladıkları kitap ve belgeler:

https://www.info-turk.be/documents-pdf.htm


Doğan Özgüden – 11.05.2021


Yazının ilk bölümü dün yayımlandı:
11 Mayıs 1971: Sürgünümüzün 50. yılı – İstanbul’a veda | Doğan Özgüden

Tags: ,


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑