Makaleler

Published on Eylül 12th, 2021

0

12 Eylül ve tescilli aptallık – İsmail Göçüm

Eğer bir ülkede üretenlerin, emekçilerin, bilim ve beyin emekçilerinin hakları gasp edilmişse, o ülkede gelişmişlikten, ekonomik refahtan, adaletten, özgürlükten, demokrasiden, insan haklarından bahsetmek aptallık olur.

“Türkiye bir anayasal devlettir ve herkes yasalar karşısında eşittir.” Gerçekten herkes yasalar karşısında eşit mi? Gerçeği görenler ve göremeyenler arasındaki zeka farkı sorunu burada başlar; aptallığın sınırlarını çizen de zaten bu iki sözcük arasındaki ters orantıdır.

Anayasanın 10. maddesinde yer alan “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.”

Yasaya bak, sanki insan kendini anahtar teslim cennette güvence hissesine sahip; rüya gibi yani. Anlatmaya bilmem gerek var mı?

“Anayasal haklar” kavramına gelince, anayasa tarafından tanınmış ve güvence altına alınmış haklar için kullanılmaktadır. Anayasada, haklar ve ödevler genel başlığını, haklar ve özgürlükler kavramı ile özdeş kullanmaktadır.

Hak, aynı sözlüğe göre, “adalet” kavramının da karşılığı olarak kullanılmakta.

“Yasalar vatandaşın hakkını, hukukunu korur.” Nasıl yani!

Yasalar hükümlülük ve yükümlülük taşır; hukuk ise düzenin işleyişini sağlar. Ortada kala kala bir “hak” la “haklı” kavramı kalır. Neyin “hak”, kimin “hak”lı olduğunu da yasa değil, yasaya hükmeden güçlünün gücü belirler..

Yasaların kimin hakkından bahsettiğini sanıyorsunuz?… Devletin, yukarıda yasalar karşısında bire bir eşitlik hakkından mı, yoksa mülkiyet hakkından mı? Tabi ki; burada yasa koyucu devlet, gücün tüzel kişiliğidir. İktidar kimin elinde ise yasa da ona göre şekillenir. Bunu anlamak ve kavramak tabi ki, yine bir zeka işidir.

Tekeller, holdingler özel şirketler kimin sayesinde güç toplar. Onları güçlü kılan devletin temeline yansıyan varlıkları mı, yoksa sermayeleri mi? Yukarıdaki anayasa alıntısında;

“Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.” denilen ibare o zaman neyin nesi.?

Demek ki, devlet denilen otorite aygıtı sermaye ve özel mülkiyet sahipleri ve  yoksul ve emekçi halk arasında büyük bir ayırımcılık, kayırımcılık yapıyor! Gerçekten bire bir eşitlik hakkından bahsedilmiş olsaydı; akla fırsat eşitliği ve sosyal adalet gelirdi. O zaman üretilen refahtan her birey yararlanmış olurdu. Bu sayede doyuma ulaşan bireylerin suça yatkınlığı da, başkasının malında gözü olma fikri de ortadan kalkmış olurdu. Böylece,  böyle bir refah düzeyinde ne mahkemelere, ne yargıçlara, ne savcılara gerek duyulurdu.

Deme ki; Bakuni’nin “Hukuk iktidarın fahişesidir.” sözü  yukarıdaki tanımlamaların üzerine oturan bir sözdür. Öyle olmasa devlet birilerinin hakkını diğerlerine karşı koruma ihtiyacı duyuyor olur muydu.

12 Eylül’e gelinirken, işçi sınıfı ve emekçi halk kesimleri bilinçlenip haklarında ısrar etmekle kararlı dururken komünizm bekasına tabi tutuldular… ( oysa o yıllar “komünist” diye adlandırılan devletlerde bile işçi sınıfının hakları gasp altındaydı. Tabi tekellerin hizmetindeki devlet için sorun bu değildi.)… Devlete ve otoriteye hakim sınıflar milli ve dini duyguları abartarak kullanmasını iyi bildi; ülke gençliğini ve halkı birbirine karşı kışkırtarak bıçak sırtı gibi ikiye böldü. Ülkenin devrimci gençlerini, ilerici sosyalist aydınlarını, işçi sınıfı önderlerini vatan haini hedefine oturtularak ülkücü ve siyasal islamcılara kırdırttı. Hakim sınıflar, yükselen sosyalizm ve devrimci direnişler karşında buradan hedefe ulaşılamayınca anayasal haklar ve parlamentoyu ilga ederek görevi Kenan Evren önderliğinde askeri faşist dikta yönetimine devretti.

Askeri faşist diktatörlük; 80 li yılların ilk yarısını kimseye hesap vermeden astığım astık kestiğim kestik yöntemi ile yönetti. Tabi ki bunun da uluslararası arenada bir bedeli, bir sınırı olmalıydı. Öyle ya, uluslararası emperyalist sermaye ve tekeller kendi işçi sınıfı ve halkı tarafından sürekli sıkıştırılıyor; dolayısı ile emperyalistler kendi halkına hesap vermekte zorlanıyordu. Çünkü emperyalizmin merkezindeki istikrarsızlık kendileri için en büyük tehlikeyi oluşturur. Bu açıdan emperyalistler devletler burjuva demokrasisinin nimetlerini kendi ülke halkına özümseterek yaşatırken refah olarak sus payını da düşünmek zorunda olduğunu bilirler. Bunu yaparken, sömürdükleri ülke halklarına şirin görünmek için, demokrasi kırıntısından biraz da sömürdükleri ülkenin halkına vermeleri için yerli işbirlikçilerini ikna etmeyi gerekli görürler ki; uluslararası sömürü sistemleri sorunsuz, sürekliliğini korusun.

Dolayısı ile buradan yola çıkan askerler emir komuta zincirinde, emir kullarını devreye sokarak yeniden bir yamalı bohça, badana boya bir anayasa yapma gereği duydular. Tabi ki; askerler buna kendi kafalarına göre karar verecek değillerdi. Her şey uluslararası şirketlere hizmet eden yerli işbirlikçi komprador burjuva sınıfı ile ortaklaşa… böylelikle hem uluslararası alanda kendilerine yasal statü kazandırma şansları artmış olacak, hem de kendi halkına şirin, makyajlı görünecekler…
Herkese cennette vaat edilen birer parsel… kafalarının içinde taşıdıkları kurnazlıkları birer birer yasalara döktüler. Nasıl olsa despotlukla sindirilen halk buna hayır diyemezdi.

Anayasa kitapcığı hazırlandı ve 21 Kasım1982 de Referandum ile halkın oylamasına sunuldu.
*Peki, kocaman bu kitapçığın içeriğinden kimin haberi vardı?
*Kim bu kitapçığı okudu?
*Kim kiminle konuşup tartıştı?
*Hepsi bir hiç…
Referandumda halkın % 92 i Anayasaya evet oyu verdiği söylendi. Bu gün halk hala o Anayasaya ile yönetiliyor.

Referandum sonrası, geçmişte Timur’a karşı gelmesiyle ünlü Nasrettin Hoca gibi bir Aziz Nesin çıkıyor ve konuşuyor. “Türk insanının % 60’ı aptal” diyor. Halk bunu hakketti; herkes hakkettiği gibi yönetilir türden sözler söylüyor. Alınganlığa bakın Anayasaya oylamasında % 92 ye sessiz ve suskun birileri nihayet ayağa kalkıyor… “Sen Türklere aptal diyemezsin.” gibi gibi…

O günlerde çok popüler olan bu söz. Aziz Nesin’in yurtdışı gezilerinde “Bremen Kunshalle”de (Bremen Sanat Merkezinde) düzenlenen konferansta bir anısına ben de şahit olmuştum. Aziz Nesin’e çeşitli sorular yöneltilirken, salonu dolduran kalabalıktan Bremen Üniversitesinden tanıdığım Kürt Memo ayağa kalkarak;
“Sayın Aziz Nesin, sizin Türklerin % 60’ı aptaldır diye bir sözünüz var. Peki, kürtler hakkında ne diyeceksiniz.” diye sorunca, Aziz Nesin zekice; ‘Evet bu türkler açısından doğru; ama onların bir devleti var. Sizin bir devletiniz bile yok. Kürtlerin % 80’i aptal.” deyince salon gülüşmelere şahit olmuştu.
..
Anayasa referandumu ile kendi aptallığını onaylayan halk, Aziz Nesin’in “Türk insanının % 60’ı aptaldır” demesine karşı bir çok kez mahkemelik bile oldu. Peki mahkemelik oldu da ne oldu?

Nafile, Aziz Nesin, “Türk insanının yüzde 60’ı aptaldır” sözünden dolayı defalarca dava edildi; fakat bu davaların hepsinden beraat etti.

Yargıtay’ın beraat kararı gerekçesi ise şöyle; 

“Yüzde 60 için bir hakarette bulunuluyor ama, kimlerin yüzde 60 içinde olduğu, kimlerin yüzde 40’lık dilimde kaldığı belirtilmemekte. Tümüyle Türklerin aptal olduğu iddiasında da bulunulmayıp, bir kısmı için bu isnat yapıldığından, Türklüğe hakaret suçu da oluşmamıştır.” şeklindeydi. Böylece Aziz Nesin’in % 60’lık Aptal sözü mahkemece onaylanmış oldu.

Bu gün “Adalet” kavramının ortadan kalktığı, “hak” aramanın suç sayıldığı, mahkemelerin iktidarın tapu dairesi haline geldiği, savcıların ve hakimlerin iktidarın şikayetlerini karşılamak için emir amiri gibi çalıştığı; sivil darbe ile, KHK (kanun hükmünde kararname)-lerle yönetilen halkın suskunluğu da göz önünde tutulduğunda o günlerdeki Aziz Nesin’in %60 tespiti bu gün az bile…

İste 12 Eylül faşizminin insanları kişiliksizleştirme ve aptallaştırma başarısına ulaştığı o gün bu gün. Halk, o gün referandumda %92 evet oyu ile oylamanın cezasını, aptallığı ile kendi öz evlatlarına ödetiyor.


İsmail Göçüm – 12.09.2021

Tags: ,


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑