Makaleler

Published on Temmuz 13th, 2021

0

15 Temmuz Darbesi, devletin Erdoğan’a lütfudur | Hüseyin Şenol


Şu anda iktidarında AKP-MHP faşist koalisyonun bulunduğu oligarşik diktatörlüğü alaşağı edip, sosyalist devrim öncesi demokratik ve sosyal bir cumhuriyeti, yani demokratik halk iktidarını kurma mücadelemiz, en geniş kapsamlı müttefiklerle ve birliktelikle mümkün olabilecektir…

Tam beş yıl geçti, 15 Temmuz Cuma gecesi gerçekleştirilen darbenin üzerinden. Kapkara bir dönem oldu bu beş yıl.

Geçen önceki yıllarda da başta yıldönümlerinde olmak üzere, aralarda da yazdım 15 Temmuz darbesi üzerine. Maalesef ve ne gariptir ki, “sola” da anlatmaya çalıştığım en önemli yan, bu darbenin bizzat Erdoğan tarafından gerçekleştirildiği idi. Çünkü bu benim için, özellikle de bu darbesini deşifre etme ve Erdoğan’ın ipliğini daha da fazla pazara çıkarmanın önemli momentlerinden biriydi. Ama nasıl olacaktı ki? Bizim “solu” da kandırdı, inandırdı kendisinin yapmadığına.

Bu inanma durumlarından vaz geçenlerde hala utangaç davranıyor ve şunu açıkça söyleyemiyor: Bu darbe, egemenlerin yol verdiği bizzat Tayyip Erdoğan darbesidir.

Hala 15 Temmuz’a “darbe” yerine “darbe girişimi” demekten vaz geçin. Bunu aynı konuşma esnasında veya bir makalede bile hem “girişim” hem de “darbe” diyenlerin de sayısı az değil. En komiği de “Erdoğan’ın darbesi değil ama, Gülen’e yaptırdığı ve kendi lehine çevirdiği bir darbedir” yorumlarıdır.

Hele hele “darbeye karşı” Erdoğan’ın yanında Yenikapı mitingine katılan CHP’ye mi ve yine Taksim’de “darbeye karşı” miting düzenleyen CHP’nin yanında yedeklenmeye çalışan “sol”a mı yanalım?

Halkımız bir kez daha “soldan” daha mantıklı düşündü bu konuda ve kanmadı. Darbe de pek umurunda olmadığı için karşı da koymadı. Yani “demokrasi” anlamında, AKP taraftarlarının böyle bir sorunu olmadı. Tayyip Erdoğan’ın çağrısıyla sokağa çıkanların “demokrasi” diye bir derdi yaşadığımız 19 yıldır kendini göstermiyor mu? 3 Kasım 2002 seçimlerinden bugüne 19 yıl boyunca iktidarını sürdürerek, sokaklarda kudurmuşçasına başta Kürtlere, Aleviler ve diğer muhaliflere nasıl saldırdığına hep beraber şahit olduk ve olmaya da devam ediyoruz. Yine, aynı şekilde “Gezi Dönemi”nde yanına polisi de alan AKP’lilerin saldırganlığını ve linçlerini unutmadık. Saldırı, “Kobane Davası” ve diğer davalarla sürüyor.

Peki darbeye karşı koyanlar kimdi? Onlar, Erdoğan’ın senaryosunun bir parçasıydı. Darbe gibi, sonrası da çok iyi ayarlanmış, örgütlenmesi tam da genel kitleye göre örgütlenmişti. AKP’lileri Gülen’e karşı örgütlemenin başka yolu yoktu. Genel muhalefet de zaten Gülen’e sahip çık(a)mayacaktı.

Darbe yaparak darbe karşıtı oldu

Bahanesi de şeytanın aklına gelmeyecek tarzda oldu darbenin. “Darbe girişimine karşı müdahale” dendi bu darbenin adına. Tüm planlama bu kurgu üzerinden gerçekleştirilecekti ve bunu da başardılar. Güya “Fethullah Gülen Hareketi” darbeye teşebbüs edecek, bunlar da “FETÖ”cülerin darbe girişimini bastıracaklardı. En komiği de, “bunu halkımız bastırdı” yalanı olacaktı. Maalesef ama, halkımız ne zaman bir darbeye karşı kitlesel bir başkaldırıda bulundu? 12 Eylül Askeri Darbesi’nin lideri Kenan Evren mahkemeye bile getirilememişti. Yine darbe yıllarında, halkımızın askeri cuntaya nasıl destek verdiği ve çocuklarının ismini “Kenan” veya “Evren” hatta bazıları daha da abartıp çift isim olarak “Kenan Evren” koyma yarışına girdiğini hatırlayalım. 15 Temmuz ve ertesi günler, hatta aylar boyunca sokaklarda, meydanlarda sergilenen aslında planın bir gereğiydi. Darbe girişimine karşı “demokrasi havarisi” duruşun, gerçekçi görüntü vermesi gerekiyordu.

Ortam da hazırlanmıştı. Son dönem bu iki düşman kardeşin arasının nasıl açıldığı ve giderek derinleştiği hepimizin malumu. Para dolusu ayakkabı kutularından görevden almalara kadar birçok şeye tanık oluyorduk. Ortaklığın sonu gelmişti. Erdoğan-Gülen kardeşler giderek daha da düşmanlaşıyor, tabanları da bu yönde kemikleştiriliyordu. Büyük güç kaybeden “Gülen Hareketi” artık gözden çıkarılmıştı. Son darbeyi de “15 Temmuz Darbesi” ile vurdular.

Malum süreç hakkında bizzat Erdoğan “Allahın bir lütfu” diyordu ki, bu ifadenin kendisi darbe hakkında açık bir fikir veriyordu. Ki biz de zaten bunun, Erdoğan’ın kendisinin de çok severek kabul ettiği, devletin bir lütfu olduğunu biliyorduk.

Oysa arada bazı dillendirmelerin dışında hâlâ bunun, öncesinden iktidar tarafından planlanan bir darbe olduğunu, bırakın sağı ve solu, sosyalist sol bile kabul etmiyor. Darbenin ikinci yılının yandaş Anadolu Ajansı’nı ziyaret eden Binali Yıldırım, gazetecilerin “Sizi çok zorlayan, ‘Bu işe girmeseydik’ dediğiniz bir proje oldu mu” sorusuna “Hangi birini söylesem… Hoşuma gitmeyen proje 15 Temmuz” yanıtını vermesi de “itiraf” gibi bir açıklama oldu.

2010 Anayasa Değişikliği Referandumu’nda “Hayır” yerine “Boykot” tavrında bulunanlar ne kadar hatalı olduysa ve bu tavır Erdoğan’a katkıya dönüşmüşse, 15 Temmuz’a direkt “iktidarın darbesidir” diyememek de o kadar hatalıdır. Bu darbeyle, siyasi iktidarın gerçek yüzünü göstermede önemli bir tarihi moment kaçırılmıştır.

Darbeye giden yol, sonrası uygulamalar ve son olarak 24 Haziran Parlamento ve Cumhurbaşkanlığı Seçimleri, geniş çaplı bir projenin ve bu projenin olası gelişmelere karşı a, b, c vs. şıklarıydı.

7 Haziran yol ayrımı

Sancılı geçen, ama aslında ülkede yaşayan insanların büyük çoğunluğu tarafından destek de gören “Barış süreci”nin son döneminde gerçekleştirilen, Türkiye ve tüm halklar için aslında büyük şans olan 7 Haziran genel seçimleri, tekelci burjuvazinin ve Erdoğan’ın tüm planlarını bozmuştu. Hatırlarız hepimiz, Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) bağımsız adaylarla değil de parti olarak seçime katılıp katılmaması, kendi içinde bile uzun süre tartışılmış ve değerlendirilmişti. Bu uzun tartışmalar ve değerlendirmelerin neticesinde, HDP’nin parti olarak seçimlere girme kararı çıkmıştı.

Bu seçimlerde, AKP’nin ve genel olarak burjuvazinin arzusu; HDP’nin bağımsız adaylarla girmesi, gücünün kırılması ve bu şekilde gelen oyların, yani adayların aldığı oyların büyük bölümünün heba olması demekti. Bir önceki seçimlerde böyle olmuş, bazı adaylar beklenenin çok üzerinde bir oy almıştı. Bu durumda, partiyle girmenin avantajları olacak, oy boşa gitmeyecekti.

HDP, burada bir risk de aldı haliyle. HDP’nin seçime parti olarak girme kararı, burjuvaziyi ve iktidarını da telaşa soktu. Hemen planlar projeler devreye sokularak, tüm Türkiye’nin ve tüm halkların partisi olan HDP engellenmek istendi. Seçimden sadece iki gün önce, 5 Haziran 2015 tarihinde gerçekleştirilen HDP’nin Diyarbakır mitinginde patlatılan bomba da, Türkiye’nin nasıl bir ortama sokulmak istendiğinin işaretiydi. Bu saldırıda çok sayıda insan öldü, yüzlercesi yaralandı. IŞİD’in yaptığı iddia edilen bu bombalı saldırının, aslında HDP’yi kriminalize etmek, seçmeni uzak tutmak için planlandığı çok açıktı.

Ama nafile, bu katliam bile bir umut olan HDP’nin yükselişini engelleyemedi. “7 Haziran seçimlerinde barajı bile aşamaz” denen HDP, sadece Kürt illerinde değil, tüm Türkiye’de önemli bir başarı sağlayarak Meclis’e girmeyi başardı. Hem de öyle bir giriş yaptı ki, egemenlerin korkuları katbekat artmıştı. Seçimlerde yüzde 13’ün üzerinde oy alan HDP, 80 milletvekiliyle parlamentoya 3. parti olarak girdi.

Aslında, yukarıda da belirttiğim gibi, Türkiye demokrasisi ve tüm halklar için önemli bir kazanım olan bu durum, egemenler ve Erdoğan için pek de iç açıcı bir durum değildi. Erdoğan, partisi AKP ve egemenlerin tüm hesaplarını alt üst etmişti HDP.

Hızını alamayan iktidar, tüm baskılarına rağmen engelleyemediği HDP’nin iki yıl önceki seçimlerde de büyük başarı göstererek kazandığı belediyelere el koyarak, kayyum atadı. Yetmedi, HDP’yi tamamen kapatmak için de kollarını sıvamış durumda…

Suruç Katliamı

20 Temmuz 2015’te Suruç Katliamı gerçekleşti. Yani seçimlerden hemen bir buçuk ay sonra, Diyarbakır katliamıyla işareti verilen katliamlar zinciri başlamıştı artık. Suruç’ta patlatılan bombayla 33 kişi hayatını kaybetti, 100’den fazla kişi yaralandı. Bu canlı bomba saldırısı da IŞİD’in hesabına yazıldı.

Suruç katliamıyla verilmek istenen mesaj çok açıktı. Hem içe dönük bir korku ortamının yaratılmasını sağlamak, hem de Türkiyeli sosyalist gençlerin Kürdistan halkıyla dayanışmasını engellemek.

Sosyalist Gençlik Dernekleri Federasyonu’nun (SGDF) çağrısıyla, aralarında devrimci dayanışmanın en güzel örneğini de sunan diğer dost sosyalist kurumlardan da gençlerin bulunduğu grup, Suriye sınırında Suruç’tan Kobane’ye gideceklerdi. Öğlen saat 11.30 sıralarında Urfa’nın Suruç ilçesinde Amara Kültür Merkezi’nde basın açıklaması yaparken meydana gelen ve canlı bomba tarafından gerçekleştirilen patlamada 33 kişi hayatını kaybederken en az 76 kişi yaralandı.

İstanbul’dan otobüsle yola çıkan ve Suruç üzerinden Kobane’ye geçmek isteyen gençler Kobane’deki çocuklara oyuncak ve günlük ihtiyaç malzemeleri götürüyorlardı.

Ayrıca Kobane’ye park, hatıra ormanı ve kütüphane yapmayı planlıyorlardı.

Suruç katliamını Ankara, İstanbul ve diğer katliamlar izledi.

Plan işliyordu…

Suni hükümet krizi

HDP’nin büyük başarı sağladığı 7 Haziran 2015 seçimlerinden büyük yenilgiyle çıkan AKP ve Erdoğan, savaş planını devreye sokarak tüm Türkiye’de ve özellikle de Kürt illerinde ağır baskı ortamı yaratarak demokratik siyasetin önünü tamamen kapama yoluna gitti. Batı illerinde patlatılan bombalar, Kürt illerinde şehir yıkmaya, insanları diri diri yakmaya kadar vardı.

Halkın iradesi hiçe sayılarak belediye başkanları görevden alınmaya başlandı. Çok sayıda milletvekili, belediye başkanı, il başkanları ve daha binlerce partiliye yönelik gözaltı ve tutuklama furyası hız kesmeden devam etti.

Bunlarla yetinmeyen egemenler, suni bir “hükümet krizi” yaratarak, 7 Haziran sonrası hükümet kurulamamasını özellikle istediler. O dönem, faşistleşme yolunda hızla ilerleyen AKP’nin yardımına, faşist parti MHP yetişti. Şimdi yanından ayrılmayan, hatta AKP’yle faşist bir blok oluşturan MHP bile hükümet ortaklığına yanaşmamıştı. Ama bunun aslında bir oyun olduğu çok açıktı ve kısa bir süre sonra da meydana çıkmıştı. Amaç, ülkeyi ne olursa olsun, korku imparatorluğunda ve savaş ortamında erken seçime götürmekti.

Bunun için her yol mübahtı…

1 Kasım Seçimleri

Bilerek yaratılan hükümet kriziyle toplum karamsarlığa, umutsuzluğa itilmek isteniyordu. Bu ortamda gelinen 1 Kasım genel seçimlerinde de, Kürt Özgürlük Hareketi ve ittifakı sol-sosyalist devrimciler büyük başarı sağlayarak yüzde 11’e yakın oy alıp tüm engellemelere rağmen Meclis’e girmeyi başardı.

1 Kasım öncesi yaratılan ortamda ve demokratik hak ve özgürlüklerin hiçe sayıldığı, yok edildiği durumda bile, Erdoğan için istenen “başarı” bu seçimlerde de gelmemişti. Yüzde olarak çoğunluğu alamayan AKP’nin milletvekili sayısı ise yüzde 55’in üzerindeydi. MHP milletvekili sayısında yarı yarıya düşerken, seçimlerden yine de büyük başarıyla çıkan, oyları çalındığı halde 59 milletvekili elde eden HDP oldu.

Bu durum da yetmedi, barajı aşıp yine de meclise girmeyi başaran HDP’nin demokratik siyaset yapmasının önünü tamamen kesmek için bu kez 2016 Mayıs’ında dokunulmazlıklar kaldırılmaya başlandı.

15 Temmuz Darbesi

1 Kasım yetmiyordu egemenlere. Erdoğan’ın “tek adam hırsı” durdurulamıyordu. Kendine göre en büyük düşmanları olan dışarıda HDP’yi, içeride ise ortağı Fethullah Gülen’i tamamen bitirmesi gerekiyordu. Fethullah Gülen’le ortaya çıkan ve zaman zaman çok açık biçimde kamuoyuna da yansıyan çelişkileri, krizleri ve kavgalarına, yani kardeş dalaşına bir son verilmesi gerekiyordu. Artık, sadece Erdoğan ve Gülen değil, herkes “bunlar artık bir arada duramazlar” yorumunda bulunuyordu.

Adına “Darbe girişimi” denen iktidarın darbesi, başarılı olması durumunda büyük imkân sağlayacak, “tek adam” iktidarına yürüyüş hızlandırılacaktı. Başlangıçta CHP’nin bile destek verdiği darbe gerçekten de başarılı olmuş, Olağanüstü Hal (OHAL) ve çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnamelerle (KHK), önündeki engelleri bir bir ‘bertaraf’ eden AKP, lideri Erdoğan ve yanına yedeklediği MHP ile birlikte referandum sürecine kadar gelmişti.

Referandum

7 Haziran sonrası başlatılan, 1 Kasım’da azgınlaşan AKP iktidarı, Kürt illerinde savaşı devam ettirerek katliam ve işkencelerini sürdürmeye devam etti. Ama Kürt halkına baş eğdiremedi. Kürt halkı, 7 Haziran ve 1 Kasım’da olduğu gibi, bu referandumda sandıkta da AKP’den hesap sordu. Bir önceki referandumda olduğu gibi; bu kez “boykot” gibi yanlış tavra da çağrılmayan Kürt halkı, gereken yanıtı, seçimlerde olduğu gibi, bir de halk oylamasında verdi.

“Barış” ortamını provoke eden AKP, “hendek” politikasını da bahane ederek, Kürt halkına karşı başlattığı topyekûn savaşı devam ettiriyor. Bu öyle bir savaş ki, insanlığın tanık olduğu en barbar, en kirli savaşlardan biri. İnsan haklarını acımasızca ayaklar altına alan sömürgecilik, katliamlarında sınır tanımıyor. Kürt illerinden sonra, Afrin işgali de bunun en bariz örneği.

Yapılan tüm araştırmalar ve sahadan edinilen bilgiler, iktidarın “savaş daveti”ni kabul eden Kürt Özgürlük Hareketi’ne küskün de olsa, Kürt halkının boyun eğmeyeceğini, tüm baskı ve katliamlara rağmen “hayır” diyeceğini göstermişti. Sonuç malum; MHP ve diğer gerici, faşist parti, kurum ve bir de devlet olanaklarıyla, Erdoğan ancak yüzde 51,41 oranında oy alabildi. Tüm engelleme ve baskı ortamının yanı sıra, hemen hemen tüm bölgelerde çalınan yüz binlerce oy da cabası…

Amacına ulaşmada artçıl darbelerini sürdürüyor

Bana göre, darbenin en büyük amacı, ülkeyi OHAL koşullarında bir referanduma ve oradan erken seçime götürmekti. Kendini sağlama almak isteyen Erdoğan, eğer bunları başaramaz ve planı uygulayamazsa, değil tek adam rejimini kurmak, elindekini bile koruyamayacaktı. Daha da ötesi, iktidardan düşecek ve yargılanacaktı. İşte bu, hala olduğu gibi, Erdoğan’ın en büyük korkusuydu.

Sonrası malum gelişme, referandum ve ardından erken seçim. “Erken ve baskın” demek daha doğru aslında. “Erken olabilir” tahminleri vardı; ama kimse bu kadar da erken olabileceğini hesaplamamıştı. Aslında mevcut durumda AKP ve Erdoğan’ın eriyen oyları karşısında nasıl panik olduğu açık açık görünür oldu.

İlk kez “Erdoğan gidecek” denen bir ortamdan da her türlü hileyle çıkmasını bildi faşist blok. Oyu erimesine rağmen, faşist blok ulaştığı sonuçla parlamentoda ortak çoğunluğu sağladı.

Cumhurbaşkanı adayı Erdoğan’ın yüzde 52,6 oranında oy almasıyla parlamenter sistem sona erdi ve başkanlık sistemine geçildi. Erdoğan yemin ederek, “şaşalı” bir törenle göreve başladı.

Cumhurbaşkanlığı başta olmak üzere, Erdoğan “tüm kazanımlarını ve devamlılığını” 15 Temmuz Darbesi’ne borçlu. O darbe olmadan bugüne gelemeyeceğini ve değil 5 yıl daha, bir yıl bile iktidarda kalamayacağını çok iyi biliyordu.

15 Temmuz 2016 darbesinin ardından 20 Temmuz 2016’da ilan edilen olağanüstü hal (OHAL), 18 Temmuz 2018’de sona ermişti. Ancak olağanüstü hal döneminde kullanılan yetkilerden bazılarının uygulama süresinin, çıkarılan torba kanundaki düzenlemelerle üç yıl daha uzatılması sağlanmıştı. OHAL sonrası çıkarılan torba kanun ile belirlenen üç yıllık süre tamamlandı. Bu ayın sonunda süresi dolacak olan bu yetkiler için AKP, torba kanun teklifi hazırladı. Kanun teklifi kabul edilirse OHAL yetkileri üç yıl daha uzatılacak.

Evet, Erdoğan OHAL’siz “bu halini” sürdüremeyeceğini çok iyi biliyor.

HDP’yi kapamak için de var gücüyle çalışan Erdoğan, bu konuda en çok küçük ortağı faşist Bahçeli’yi tetikçi olarak “özellikle” kullanıyor. Erdoğan, çalıp-çırpmalarıyla birlikte, önümüzdeki seçimleri kazanabilmesinin en en garanti ortamını, HDP’nin kapatılmasında görüyor.

15 Temmuz darbesi, öncesi ve devam eden artçılları Erdoğan’a Allah’ın değil, devletin lütfudur.

Faşizme karşı mücadele

7 Haziran seçimlerinin hemen ertesi günü, seçimleri değerlendirdiğim yazımın sonunda “Bundan sonrası da faşizm” ara başlığıyla, bundan sonrasının da “faşizm” olduğunu belirtmiştim. Evet faşist iktidar ve başkan, ama devlet biçimi olarak hâlâ bir “faşist diktatörlük” değil.

Gelinen noktada faşist partiler ve liderleri için tabii ki, arzulanan devlet biçimi faşist diktatörlüktür. Ama bu, sadece onların isteyip istemediğine bağlı bir durum değildir. Yoksa tabii ki, AKP ve yanına yedeklediği faşist partiler MHP ile BBP, şu anda muhalefette olan ve başında Meral Akşener’le birlikte bilumum eli kanlı ırkçının bulunduğu faşist İYİ Parti’nin gerçek hayali, faşist bir diktatörlüktür.

Bundan sonra da olağanüstü gelişmeler olmadıkça, devletin faşistleşeceğini düşünmüyorum. Devlet hâlâ tüm baskı, şiddet ve katliam gibi uygulamalarına rağmen, seçim sistemini işletiyor ve hatta bunu inatla “her şeye” rağmen çok sık gerçekleştiriyor. Egemenler de çok iyi biliyor ki, faşist devlet seçimlerle gitmez. Bu nedenle de, egemenler bu “rizikoyu” rahat ve keyfi şekilde göze al(a)maz. Almak isteyene de, tarihte örneklerini bol şekilde göreceğimiz gibi, destek vermezler. Destek, son aşamada, egemenlerin gerekli gördüğü yerde ve zamanda gelir.

Tekelci sermayenin en son başvuracağı sistem, devlet biçimi olan faşist diktatörlük opsiyonu, şimdilik rafa kaldırılsa da, oradan her an indirilebilecek ve Türkiye halkları için önemli bir tehdit olarak var olmaya devam edecektir. Çünkü ekonomik krizin her geçen gün daha da derinleştiği bir ortamda, ülke fırtına öncesi sessizliği yaşıyor.

Bu sessizlik ortamından, fırtınalı ortama nasıl geçeceğimiz de faşizmin kurumsallaşması için önemli etken olacak. Şu anda, sermaye için faşist devletsiz de işler “hâlâ” tıkırında.

Her baskı, hatta ağır baskı ortamı faşizm değildir. En klasik tanımıyla “Faşizm, tekelci sermayenin en gerici, en şoven, en emperyalist unsurlarının açık terörcü diktatörlüğüdür” şeklindeki Dimitrov’un faşizm tarifini doğru bulanlardanım. Faşist devlet, sermayenin son kalesidir. Faşist devleti, parti, lider, uygulama vs’leri birbirinden ayırmak zorundayız. Çünkü yapacağınız tarif, ona karşı mücadelenizi de doğru bir şekilde belirleyebilmenizi sağlayacaktır.

Halkların Demokratik Kongresi (HDK) ve yarattığı parti HDP’nin kıymeti bilinmeli, daha da genişlemesi ve güçlenmesi için yoğun çaba harcanmalıdır. Tüm bileşenleriyle, HDK ve HDP’nin yıllardır süren varlığı ve mücadelesi, şu anda faşizme ve sömürgeciliğe karşı en ciddi ve güçlü birlikteliktir. Bunu son seçim ve referandumlarda da hep birlikte gördük. Son seçimlerde, inanç ve yöre kurumları dâhil, HDP’ye destek verenlerin hepsinin bu parti ve kongre içinde yer almalarında hiçbir engel yok aslında. Değeri bilinmeli.

Erdoğan söylem değiştirdi

İYİ Parti gibi, “muhalefette” bulunan tüm faşist örgütlenme ve partilere de tavizsiz yaklaşmalı, hele hele 2 yıl önceki yerel seçimlerde olduğu gibi bir de “destek” sunulmamalı. Bırakın “bağrımıza taş basıp” onlara oy vermeyi, bizzat “bağrımıza kaya basıp” ve “Faşiste oy asla” demeliyiz. O zaman da dediğim gibi; “Bir kötüye karşın, diğer kötüye desteğe hayır” duruşunu sürekli kılmalıyız.

İki yıl önceki seçim tavrına HDP içinden bir çok kesim ve kişiden adı konmasa da özeleştiriler gelmeye devam ediyor. Devamı gelir umarım.

Unutulmamalı ki; faşist diktatörlük kurulma aşamasında ve kurulduğunda da devletin en büyük destekçisi “tüm” faşist örgütlenme ve partilerdir. Yani muhalefette de olsa, dizginleri devletin elinde bulunan BBP, İYİ Parti ve diğer faşist örgütlenmelerdir. Devletçi tüm partiler gibi, oligarşik diktatörlüğün güdümünde olan iktidardaki ve muhalefetteki tüm partiler mafya ile iç içedir. Bunun bugün, “ilişkileri deşifre” açıklamalarında bulunan faşist mafya liderleri Sedat Peker ve diğerlerinden öğrenmiyoruz. Tarihin her döneminde, devrimciler devlet-mafya ilişkilerini yıllardır dillendiriyor ve bunlara karşı mücadele ediyor.

Son günlerde söylem değiştiren Erdoğan’ın bu oyunu bozulmalıdır.

Dolmabahçe Mutabakatı’nı “Doğru bulmuyorum”, çözüm sürecini ise “Buzdolabına kaldırdık” diyen Erdoğan’ın, geçtiğimiz 9 Temmuz’da Diyarbakır’da “Çözüm sürecini sonlandıran biz olmadık” açıklaması dikkat çekti.

Erdoğan, yaklaşık 3 yıl sonra geldiği Diyarbakır’da, Kürt sorunu ve 2013-2015 yılları arasında “çözüm süreci” olarak adlandırılan döneme ilişkin söylem değiştirdi. 850 haftadır mücadele yürüten Cumartesi Anneleri’ni görmeyen, zamanında Berfo Ana’ya da yalan söyleyen Erdoğan, Diyarbakır’da “devletin anneleri”ni ziyaret etti.

            Erdoğan’ın seçim yatırımlarını hızlandıracağının en somut sinyallerini yine Diyarbakır’da verdi. Erdoğan, burada yaptığı açıklamada; Diyarbakır Cezaevi’nin ne kadar kötü bir mazisi olduğunu ve müze yapılması gerektiğini söylemesi, açıkça seçim yatırımıdır.

            Evet, seçim havası önümüzdeki günlerde her tarafı saracak. Seçimlere hazırlanmalı, devrimci tavrı göstermeliyiz.

Devlet biçimi olarak faşist diktatörlükler “seçimlerle” engellenebilirler, ama seçimlerle gönderilemezler. Bu nedenle de aklımızı başımıza alıp faşizme karşı en geniş anti-faşist birlik, bir araya geliş muhakkak yaratılmalıdır. Demokrasi güçleriyle birlikte demokrasi cephesini yaratmak elzemdir.

Unutulmamalı ki; devletin “rahmeti ve bereketi” hala Erdoğan’ın üzerinde. Mücadele de ona göre örülmeli. Bu sadece Erdoğan’a has bir tutum değil, iktidarına kimi ve hangi partiyi getirirse getirsin bu “rahmet ve bereketini” sakınmaz. Burjuva devlet, kullanılamayacak kadar “rezil” olanı ise, bir kenara atar ve sıradakini getirir.

Şu anda iktidarında AKP-MHP faşist koalisyonun bulunduğu oligarşik diktatörlüğü alaşağı edip, sosyalist devrim öncesi demokratik ve sosyal bir cumhuriyeti, yani demokratik halk iktidarını kurma mücadelemiz, en geniş kapsamlı müttefiklerle ve birliktelikle mümkün olabilecektir…


Hüseyin Şenol – 13.07.2021

Tags: , , , , , , , , ,


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑