Makaleler

Published on Şubat 14th, 2021

0

Anayasa – Mustafa Kumanova


Anayasa, burjuva sınıfının devleti yönetenlerin yularlarını gerektiğinde çekmek için kullandığı bir kurallar dizisidir. 

Ülke olarak daha ne kadar kötü bir dram yaşayabiliriz? Gün geçtikçe despotizme batan, kadın cinayetleri ve şiddet içeren cinsel suçların arttığı, egemen ideolojinin arzuladığının haricinde her türlü “aykırı” ve farklı fikre kelepçe takıldığı, hayat pahalılığının kuşatmasında alım gücünün her geçen gün düştüğü ve işsizlik ve de yoksulluğun çoğunluğu tehdit ettiği bir ülkede hayal edebileceğimizden daha korkutucu ve ürkütücü günlerin gelmesini mi bekliyoruz? Faşist bir diktatörlük mü? Zaten şu an olanın tek bir adı var: otoriter bir diktatörlük. 

Anayasa tartışmasının şimdi ortaya atılmasını, bir yanıyla hamle gücü kalmayan iktidar için yeni bir nefes olmakla birlikte aynı zamanda bu sistemin sorunlarla dolu olduğunun göstergesi olarak da değerlendirmek gerekiyor.

Faşist bir diktatörlüğün kararlılıkla sürdüreceği tek şey sadece bir şiddet sarmalıdır. Çünkü direnişi kırmak bir güç gösterisini gerektirir. Güç kullanmayı icap ettirir. Üzücü olan ise bu şiddet sarmalı içinde toplumdaki faşist gerilemenin itibar görmesidir. Şok edici bir şekilde toplumun büyük bir kısmının zenginiyle yoksuluyla bu otoriter ve gittikçe faşist gerilemeye düşen anlayışın politikalarını desteklemesidir. Söz konusu edilen sadece yoksul tabakaların bu faşist gerilemeye katılımı değildir, aynı zamanda bu baskıcı hükümeti destekleyen ve finanse eden -eksiğiyle gediğiyle Türkiye’ye özgü olsa da- burjuva sınıfının kendi ideolojisinin olmazsa olmazlarının dışına da çıkmasıdır. Çünkü faşizan bir yönetimin ortadan kaldıracağı ilk şey Anayasa ve Hukukun Üstünlüğüdür. Türkiye batıdaki anlamıyla bir burjuva devleti olmasa da anayasal krizler devlet yapısı üzerinde geliştiğinden(örneğin Anayasa kitapçığı atma gibi) burjuva sınıfının varlığını tehlikeye atacaktır. Çünkü parlamenter sistem ve hukukun üstünlüğü, üstyapı kurumlarına egemen sınıf olan burjuvazinin hâkim olduğu modern toplumda “evrenin dokusuna örülmüş” olmazsa olmaz ve değiştirilemez fikirler olarak muamele görür. Modern ulus-devlette Anayasa devleti sürdüren, yönlendiren ve sınırlayan bir yapı iskelesidir. Ve bu iskele yıkıldığında altında sadece işçiler değil patronlar da kalacak. Ne yazık ki bizim gibi ülkelerde tüm bu sonuçları kavrayacak ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel bir birikim yok.

Türkiye’de Anayasa’nın ve Hukukun Üstünlüğü’nün batılı anlamda bir türlü inşa edilememesinin en önde gelen sebebi, binlerce yıllık despotik bir devlet yönetim anlayışının, yani toplumun üzerine bir “karabasan gibi çöken” binlerce yıllık nasırlaşmış gerici gelenek ve göreneklerin yol açtığı kulluk anlayışının bireyler üzerinde baskılandığı bir etkinin ve otoriterliğin sürdürülmek istenmesidir. Bunun temelinde de son merhalede yeni sömürge bir ülke olsa da devletin ve devleti oluşturan tüm kurumların ve memurların bekasının ve toplumun emekçi kesimlerinin sömürüsü üzerinden elde ettikleri çıkarların demokratik bir Anayasa ve Hukuk’un getireceği doğrudan demokratik bir denetimle zarar görme tehlikesi yatar. Çünkü devlete dahil olan herkes bu sömürü çarkından sebeplendiğinden faşist gerileme karşısında tepki eşyanın tabiatı gereği olması gerektiğinden çok daha cılızdır. İşte bu yüzden muhafazakâr milliyetçi sağ partiler ve memur tabanlı “sosyal demokrat” partiler Türkiye’de devletin ısrarlı bir demokratikleşme hareketinden hoşlanmayacağını bilirler. Devletin demokratikleştirme “yetkisini” ellerinde tuttuğunu sanan sağın gerici ideologları ve politika yapıcıları ise devletin bekasını her zaman halkın demokratik taleplerinin önüne koyarlar. Bu işin siyasi boyutudur.  Bunun politik-ekonomisini ise kayıt dışı kayırmacılık ve sadaka ekonomisi oluşturur. Tüm memurlar ve yandaşlar kayırmacılık ekonomisine dahil edilirlerken yoksulların payına ise sadaka ekonomisi düşer. Faşist gerilemeyi desteklemenin basit olarak ekonomik yüzü de budur.

Diğer taraftan bir faşistin en iyi yaptığı şey dışlamak ve nefret etmektir. Dışlayıcılık ve kayırmacılık, ideolojik altyapısı ve buna uygun entelektüel düzeyi olmayan bir faşistin kendinden olanları kendinden olmayanlara karşı kışkırtmasında kullandığı en elverişli araçlardır. Dini ve milliyetçi söylemler ise tutunduğu daldır. Kayırmacılık ekonomisi yaratılmalıdır ki herkes pastadan az ama çok nasiplenip suça ortak edilsin. Dışlayıcılık olmalıdır ki, bakışlar yönetici sınıfın icraatlarından başka bir yöne çevrilsin. Kendinden olmayanla sanal ya da fiili bir savaş yaratan bir iktidar, çoğu zaman sınıfsal mücadelelerden koparılıp bir kimlik ifade etme savaşının içine sokulan, kendinden olmayan karşısında ezilmişliğinin verdiği tüm komplekslerin dışa vurumu olarak ortaya çıkan bir “galibiyet” hissine kapılan ve böylece tüm ezilmişliğini giderdiği yanılsaması içinde daha da gericileşen toplumun en alt katmanlarının desteğini çok kolayca sağlar.

İşte batı burjuva toplumlarında Anayasa, Hukukun Üstünlüğü ilkesi, güçler ayrılığı ve insan hakları tüm bunları engellemek ve ülkeye hükümet eden partinin başındakinin mutlak gücü eline geçirdiğini sanıp tanrısal bir kibre kapılarak faşist bir diktatöre dönüşmemesi için vardır. Anayasa, burjuva sınıfının devleti yönetenlerin yularlarını gerektiğinde çekmek için kullandığı bir kurallar dizisidir. En son Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşanılan Donald Tump hadisesi bunun en güzel ve çarpıcı örneğidir.

Burjuva sınıfı geçmişin despotik devlet anlayışından farklı olarak günümüz modern toplumunda devletin farklı bölümlerinin (yasama, yürütme ve yargı) ayrılması, insan hakları antlaşmaları ve sayısız diğer yasal ve siyasi mekanizmalar yoluyla devletin yetkilerine sınırlar koymuştur. Ve bu haklar, teoride, mahkemeler yoluyla hareket eden her bireyin yasal haklarıdır. Aslında tüm bunların görüntüsünün aksine özünde devletin başındakilerin dizginlerini elinde tutma kaygısı vardır. Her ne kadar devletin bağımsızlığı ve tarafsızlığı Anayasa ve Hukukun Üstünlüğü tarafında garanti altına alınıyor görünse de ekonomik sömürünün toplumun altyapısını oluşturduğu bir sistemde ezilen ve sömürülen insanlar, seslerini çıkaramayıp patlama noktasına geldikleri anda, her zaman kendilerine kapitalizm karşısında milliyetçilik ve dincilikle ambalajlanmış bir “alternatif” sunan otoriterlerin peşinden gideceklerdir. 

Bu durumu tersine bir tek net -toplumun tüm ezilen kesimlerinin dahil edildiği kendini milliyet, din, ırk, cinsiyet, kültür, dil gibi hiçbir kimlikle tanımlamayan- demokratik devrimci ve evrensel bir programa sahip Sol değiştirebilir. Ama öyle bir Sol şu anda yok! Bugünkü görevimiz de böylesi toplumsal bir sol anlayışın gelişmesi noktasında emek vermektir.


Mustafa Kumanova – 14.02.2021

Tags:


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑