Makaleler

Published on Aralık 28th, 2020

0

Asgari ücretliler – Mustafa Kumanova


Ve Türkiye’de ve de tüm dünyada insanlar gün geçtikçe yoksullaşıyorlar. Günden güne çok daha fazla kişi açlığın pençesine düşüyor…

İnsan hayatı içinde insanlığımızı anlamlandıran ama aynı zamanda bazı durumlarda insanlığımıza ıstırap da çektiren belli başlı olgular vardır. Çoğu zaman bu olgular havsalamızda soyut olarak yer alırlar. Belki de somut olarak “resmedilmeleri” zor ya da çok zor olduğu içindir. Mutluluk gibi…Veya aşk gibi. Tanımlama kişiden kişiye değişir. Hatta özgürlük ve demokrasi kavramları bile böyledir. Herkesin kendine ve kendi doğrularına göre kâğıt üstünde muhteşem görünen tanımlamaları vardır. Her ne kadar somut dünyada hayal kırıklığı ve hüsranlar çok olsa da… Fakat bu soyut kavramlar içinde bazı olgular vardır ki resmedilmeleri neredeyse imkansıza yakındır. Böyle olduğu için de yuvarlak tanımlamalar içinde yer tutup dillere pelesenk edilerek içeriği boşaltılır ve sömürülmeye ve de istismara açık kavramlar haline dönüştürülür. Mesela açlık gibi…Toplumda çok az insan için açlık bir anlam ifade eder çünkü somut olarak onunla karşılaşılmamıştır; sadece soyut olarak yer alır…çoğunlukla da yaşlıların dilinde ifadesini bulmuştur: “Ah oğlum/kızım siz hiç açlık çekmediniz!” Açlık gibi anlatılması ve resmedilmesi neredeyse imkansıza yakın bir kavramı en iyi tasvir eden ve “İnsanın birazcık ekmeği olsa! Sokaklarda ısıra ısıra gidebileceği, bir küçük nefis çavdar ekmeği! Hem yürüyor hem de en iyisinden bu çavdar ekmeğini hayal ediyordum; şimdi yemesi ne hoş olurdu! Açlık iflahımı kesiyordu; ölmeyi, yok olmayı özledim, duygulandım, ağladım. Sefaletim bitip tükenmek bilmiyordu! Ansızın sokağın ortasında durdum, vurdum ayağımı yere, bastım küfrü” sözleriyle romanlaştıran kişi de kendi toplumu tarafından amansız bir Nazi sempatizanı olduğu için yaftalanarak aforoz edilen Knut Hamsun’dur. Hayatın ironisi olsa gerek… Ve tabii bir de her ne kadar bir roman kalıpları içinde değerlendirilmese de Jack London’un Uçurum İnsanları vardır. “Bir insanın hayatının delikli bir metelik bile etmediği o yerde”ki insanlar. Aç uçurum insanları. Ve aç uçurum insanları karşısında tokların sergilediği çarpıcı merhametsizlik anlatılır.

İnsanoğlu bir şeyle somut olarak karşılaşmadıkça bilincinde soyut olarak yer alan o kavramın hem insanlığı hem de insanlığını ne kadar tahrip edici bir şey olduğunu bilemiyor. Mesela İstanbul’un en yoksul gecekondu mahallesinde ya da San Paolo’nun veya Mumbai’nin üç beş katlı devasa teneke mahallelerinde yaşayan ve açlık çeken birisini anlamak maalesef ki ne kitaplarla ne de meclisteki kürsüden yapılan konuşmalarla mümkün oluyor. Ancak gerçek şu ki dünyada insanlar açlık çekiyorlar. Ve bu sayı gün geçtikçe çok daha fazla artıyor.

Aslında bizler de rutin hayatımızın karmaşası içinde defalarca açlarla ve açlıkla karşılaşıyoruz.

Yol kenarında üstü başı süklüm püklüm kir pas içinde su satan çocuklar. Kaldırımda gözlerinin feri gitmiş bir umutla aslında umutsuzluğa ekmek için el açanlar. Büyük şehirlerin günlük koşuşturması içinde herkesin her gün karşılaştığı manzaralar ve bazen sesli bazen sesiz içinden geçirerek “şu rezilliğe bak”,”ülkeyi bunlarla doldurdular” aşağılamalarıyla umursamadığı karanlıkta sallanan binlerce insan.

Oysa, fakirlik yoksulluk bir kader midir? Değildir.

Azınlığın zenginliği çoğunluğun fakirleşmesidir. Azınlığın mutluluğu çoğunluğun hoşnutsuzluğudur. Çocukluğumuzdan itibaren katlanmak zorunda bırakıldığımız sömürülmemizin üstünü örten ulus ve din ibadetinin ateşli tapınmaları açlığımızdan daha değerli değiller. İşçi olmayı ve asgari ücrete kanaat etmeyi alnımıza yazılmış ilahi bir yazgıymışçasına kutsayanlar bizi yönetenler, bizi sömürenler ve bizi birbirimize düşürenler.

Ve Türkiye’de ve de tüm dünyada insanlar gün geçtikçe yoksullaşıyorlar. Günden güne çok daha fazla kişi açlığın pençesine düşüyor. Bugün dünyada yaklaşık 800 milyon insan kronik açlığın pençesinde. Rakamla 800.000.000! İnanılmaz! Ve bu sayının birkaç katı insan da yoksulluğun ağlarına takılmış durumda.

Devletin yöneticisi olan hükümetlerin ekonomik krizlerden zarar gören halkın değil büyük şirketlerin, bankaların, borsaların ve varlıklı bireylerin adına hareket ettiklerini söylemek hiç de mantıksız değildir. Şu salgın günleri bunu çok güzel kanıtlamakta. Merkez Bankalarının parasal genişleme adı altında krizden bir çıkış yolu olarak karşılıksız bastığı paraların büyük çoğunluğu hisse senetleri, tahvil, bono gibi menkul kıymetlere kısacası devasa şirketlere, bankalara, fonlara ve finans kuruluşlarına gitmektedir. Çünkü, “Modern devletin idaresi, ancak tüm burjuvazinin ortak ilişkilerini yönetmek için var olan bir komitedir”(Karl Marx).

Peki öyleyse solu ve sağıyla muhalefet partileri bu ilişkilerin neresinde? Sol bir parti iktidara gelse Merkez Bankası karşılıksız para basıp varlık alımlarına öncelik vermeyecek mi? Asgari ücreti şu gün itibariyle 8.198 YTL olan yoksulluk sınırının üzerine çıkaracak mı? Kesinlikle hayır!

Açlığı ve yoksulluğu ortadan bir tek ezilen, sömürülen ve yoksulluğa tutsak edilenler ortadan kaldırabilir. Asgari ücretliler kaldırabilir. 

Korona virüslü salgın günleri bir gerçeği de ortaya tekrardan çıkardı. O kendini Kaf dağında gören siyasileri sırtlarında iktidara taşıyarak izledikleri televizyon dizilerindeki zenginlerin servetlerine ağzı açık ayran budalası hayranlığında canları pahasına tapan o asgari ücretliler tüm dünyada sadece bir gün izin yapsalar küresel hayat durmanın eşiğine gelir. Bir ayda neler olabileceğini bir düşünün!

Tabii ki farkına varabilseler! 


Mustafa Kumanova – 28.12.2020

Tags:


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑