Makaleler

Published on Kasım 26th, 2020

0

Avrupa’da “Kürt avı”nı kimler başlatmıştı? – Doğan Özgüden


1993 yılında PKK’yi Almanya’da terör örgütü ilan ettirenlerin başında DYP’li başbakan Çiller ve bakanları SHP’li Murat Karayalçın ve Hikmet Çetin geliyordu

Tam 27 yıl oluyor… 1993 yılı belalı başlamış, ardı arkası kesilmez siyasal cinayetler serisine 24 Ocak’ta Uğur Mumcu’nun katli eklenmişti. Altı ay sonra da, Demirel iktidarı döneminde iyice gemi azıya alan İslamcılar, 2 Temmuz’da RP’li belediyenin yönetimindeki Sivas’ta Madımak Oteli’ni ateşe vererek aralarında Nesimi Çimen, Metin Altıok, Muhlis Akarsu, Asım Bezirci, Behçet Sefa Aysan, Hasret Gültekin’in de bulunduğu 35 devrimci ve demokratı katletmişlerdi.

Yine o yıl, Kürt sorununda belli açılımlar yapma işareti veren Turgut Özal’ın 17 Nisan’da ölümünden sonra 16 Mayıs’ta Çankaya’ya çıkan Süleyman Demirel’in 25 Haziran’da başbakanlığa getirdiği DYP genel başkanı Tansu Çiller, Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’le birlikte tüm barış umutlarını yok ederek Kürt halkına karşı açıkça bir imha savaşına girmişti. 

Bu yeni kırım döneminde başta bulunan hükümetin ikinci ortağı ise CHP’nin uzantısı SHP idi, partinin lideri Murat Karayalçın başbakan yardımcılığını, müstakbel lideri Hikmet Çetin de dışişleri bakanlığını üstlenmişlerdi. Yoğunlaşan askeri operasyonlar ve polisiye baskılar sadece Çiller’in değil, onların da onayıyla yürürlüğe konuyordu.

Bu dönemdedir ki, 14 Temmuz’da Halkın Emek Partisi (HEP) Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılacak, 4 Eylül’de Demokrasi Partisi (DEP) milletvekillerinden Mehmet Sincar katledilecek, 16 Eylül’de DEP genel başkanı ve Özgür Gündem gazetesinin sahibi Yaşar Kaya tutuklanacak, 18 Kasım’da gazete İstanbul DGM tarafından 15 gün süreyle kapatılacaktı.

11 Kasım’da da, Diyarbakır’da görülmekte olan 130 sanıklı “PKK Ana Davası”nın sanıklarından 15’i idama, 14’ü de ömürboyu hapse mahkum edilecekti.

Devlet terörünün sürgündeki boyutunda da DYP-SHP iktidarı döneminde yeni bir yoğunlaşma ve gaddarlaşmanın işaretleri belirmişti. Bundan biz de nasibimizi almakta gecikmeyecektik. 

12 Eylül 1980 darbesinden sonra faşist cunta sürgündeki yüzlerce muhalif gibi bizleri de Türk vatandaşlığından çıkartmıştı. Özal iktidarı döneminde Türkiye’ye kesin dönebilmek için bu karara karşı Danıştay’da açtığımız iptal davası MGK hükümetinin kararları aleyhinde dava açılamayacağı gerekçesiyle reddedildiğinden Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’na başvurmuştuk. Dört yıla yakın süren duruşmalar sonunda lehimizde karar çıkacağını anlayan Türk Hükümeti son anda vatandaşlıktan atılmamıza neden olan Vatandaşlık Yasası’nın 25. Maddesi’nin G fıkrasını yürürlükten kaldırmış, bunun üzerine AİHK da 28 Haziran 1993’te davanın görülmesine artık gerek kalmadığına hükmetmiş, ancak bundan böyle haklarımızın ihlaline meydan verilmemesinin birinci derecede imzacı devletin yükümlülüğüne girdiğini Türk Hükümeti’ne hatırlatmıştı.

Bunun üzerine 6 Ekim 1993’de SHP’li dışişleri bakanı Hikmet Çetin’e taahhütlü mektup göndererek Türkiye’ye döndüğümüz takdirde hakkımızdaki sayısız kovuşturma ve davalardan dolayı başımızın derde girmeyeceğine dair güvence istemiştik. Çetin bu mektuba da, daha sonra 14 Şubat ve 31 Mayıs1994 tarihlerinde gönderdiğimiz ek mektuplara da herhangi bir yanıt vermeyecekti. Dahası, avukatlığımızı üstlenen sevgili Halit Çelenk dışişleri bakanı Hikmet Çetin’i bizzat ziyaret ederek güvence isteyecek, ancak onun talebi de yanıtsız bırakılacaktı.

Şaşırtıcı değildi, çünkü Belçika’daki Türk diplomatik misyonları ve onların hizmetindeki Türkçe medya, yaptığımız yayınlarda ve örgütsel çalışmalarımızda Kürt, Ermeni ve Asuri diyasporalarıyla sürekli dayanışma ve güçbirliği içinde olduğumuzdan dolayı Ankara’ya sürekli aleyhimizde jurnallemede bulunuyordu.

14 Şubat 1981’de Brüksel’in merkezinde Cunta’ya karşı düzenlediğimiz geceye Kürt örgütü Tekoşer’in de katılarak ülkedeki ulusal baskıyı dile getirmesi, Newroz kutlamalarına İnfo-Türk adına katılarak Kürt halkıyla dayanışma ifade etmemiz, Fransız televizyonundaki bir programda Türkiye’de Kürt, Ermeni ve Asurilere yapılan baskıları dile getirmemiz, dahası Brüksel’e gelen PKK ve ERNK temsilcilerinin basın toplantılarına katılarak verdikleri bilgileri haber bültenlerinde yansıtmamız sadece Türk misyonlarını değil, Türk Devleti’yle ilişkileri sıcak tutmaya büyük özen gösteren Belçika makamlarını da rahatsız etmekteydi.

Siyasal mülteci olarak Fransa’ya giriş çıkışımız engellendiği için seyahat özgürlüğüne kavuşmak amacıyla Belçika vatandaşlığını almak üzere başvurduğumuz zaman Belçika Devlet Güvenlik Birimi (DGB) Kraliyet Savcılığı’na bizim yıkıcı faaliyetleri, özellikle de 1986 yılından beri PKK’nin Brüksel’deki basın toplantılarını desteklediğimizi ileri sürerek vatandaşlık talebimizin kabulünü yıllarca engellemişti.

Türk Devleti’nin yurt dışındaki Kürt direnişçilerine ve onlarla dayanışmada olanlara karşı yürüttüğü baskı ve komplolara Avrupa ülkelerinin verdiği destek, bundan tam 27 yıl önce, 26 Kasım 1993’de Almanya’nın PKK, ERNK ve onlarla ilişkili tüm örgütleri ve yayınları yasak listesine alarak resmen bir “Kürt avı” başlatmasıyla açıklık ve resmiyet kazandı.

Perwer Yaş’ın ANF ajansı tarafından paylaşılan “26 Kasım 1993 kararının perde arkası” başlıklı yazısında bu sürece ilişkin ibret verici şu bilgiler yer alıyor:

Tansu Çiller’in Haziran 1993’de başbakan olmasıyla Avrupa’daki, özellikle de Almanya’daki Kürtleri yeni bir dönem bekliyordu. İlk gezisini Rusya’ya yapan Çiller’in ardından Almanya’ya geleceği ve PKK’yi bu ülkede yasaklatmak, ‘terörist’ ilan ettirmek ve Kürt derneklerinin kapısına kilit vurulmasını sağlamak için elindeki bütün kozları devreye sokacağı konuşuluyordu. 

“O günlerde Ertuğrul Özkök, Hürriyet gazetesindeki köşesinde Çiller’e şöyle akıl veriyordu: ‘Türkiye bir daha bu fırsatı yakalayamaz. Uluslararası dengeler ancak bu kadar PKK aleyhine olabilir. Bundan sonra dengeler PKK lehine değişebilir. Dolayısıyla elimizi çabuk tutup bu fırsatı kaçırmayalım.’

“Çiller, ABD Devlet Başkanı Clinton’un davetlisi olarak 12 Ekim 1993 günü ABD’ye gitti. Gayesi Kürdistan’daki savaşın dozajını yükseltmek için uluslararası desteği artırmaktı. Batıdan istediği desteği almış olacaktı ki Çiller’in Washington dönüşünden yaklaşık bir hafta sonra 22 Ekim 1993 günü Amed’in Lice ilçesi Türk ordusunun ateşi altına girdi. 

“Aynı günlerde Alman dışişleri bakanı Kinkel, PKK’ye karşı ortak mücadele için Türk mevkidaşı Hikmet Çetin ile sürekli temas halindeydi. 22 Kasım 1993 günü gözler ülkenin doğusunda bulan Oybin kasabasına çevrilmişti. Zira 16 eyaletin içişleri bakanlarının katıldığı yıllık içişleri konferansının ana gündem konusu PKK’nin yasaklanıp yasaklanmayacağı idi. Bu arada Çiller, Alman başbakanı Kohl ve Başkan Clinton arasında PKK’ye karşı uluslararası planda alınacak tedbirler tartışılıyordu. 25 Kasım’da da Bonn’da Kohl ve İngiltere Başbakanı John Major buluşmuş, Clinton’un da telefonla katıldığı görüşmelerinde aynı konuyu ele almışlardı. Aynı günün akşamı içişleri bakanları PKK’nin Almanya’da yasaklanmasına karar verecek, bu kararı Alman Dışişleri Bakanı Kinkel derhal Hikmet Çetin’e telefonla müjdeleyecekti.

“Toplantının ardından 26 Kasım günü sabahın erken saatlerinde binlerce polisin katılımıyla ülkenin yakın tarihindeki en geniş baskın operasyonlarından biri gerçekleşti. Berxwedan Yayınları, Kurd-Ha haber ajansı, Kürdistan komiteleri, Kürdistanlı Yurtsever İşçi ve Kültür Dernekleri Federasyonu (FEYKA-Kürdistan) ve ona bağlı 29 Kürt derneğini basan polis içerde bulduğu her şeye el koydu. PKK’nin kuruluş yıl dönümü olan 27 Kasım’da yapılacak kutlamaların arifesinde getirilen yasak çerçevesinde kapısına kilit vurulmak istenen derneklerde Kürtler oturma eylemine geçerken, Alman basını Kohl hükümetine ateş püskürüyordu. Frankfurter Rundschau gazetesinin 27 Kasım tarihli sayısında çıkan yorum şöyleydi: ‘Federal hükümet Türkiye’nin dümen suyuna girdi ve Kürtlerin ezilmesine destek verdi. Bonn, MGK’nin metotlarını kopya ediyor ve Kürtlere karşı Ankara ile ittifak ediyor.’”

Almanya’nın yasaklama kararı ve terör uygulaması, diğer Avrupa ülkelerinde de etkisini göstermekte gecikmeyecekti. Türk Devleti’nin diplomatik misyonları, Türk gazetelerinin Avrupa baskıları Türk göçmenleri zaten Kürtlere karşı sürekli kışkırtıyordu. Baskıları protesto için Almanya’dan özgürlük yürüyüşüne çıkan bir Kürt grubu 1993’ün son günü Brüksel’e vardığında olan oldu, sürekli beyni yıkanan Türk gençleri yürüyüşçü Kürtlere saldırarak Türk toplumunda körüklenen aşırı milliyetçiliğin ne denli tehlikeli boyutlara ulaştığını ortaya koydu. Yürüyüşçü Kürtlerin Türk bayrağını ateşe verdikleri yalanının yayılması üzerine yüzlerce genç Bozkurt işareti yaparak ve “Saint-Josse Türk mahallesidir!”, “Burada Kürtlere yer yok!”, “Kahrolsun PKK!” diye bağırarak Kürt lokallerine ve Kürt işadamlarının bürolarına saldırdılar.

Bunu 10 Ocak 1994’te bir NATO toplantısı dolayısıyla beraberinde Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin olduğu halde Brüksel’e gelen Tansu Çiller’in Türk mahallelerindeki kışkırtıcı konuşmaları ve cami ziyareti izledi. Çiller aşırı sağcı Türk derneklerinin yöneticilerini de Hilton Oteli’ndeki suitinde kabul ederek Belçika yöneticilerini terörizme destek olmakla suçladı.

Bunun üzerine 17 Ocak 1994 tarihli Le Soir gazetesi’nde bu ziyareti eleştiren ve Belçika kamuoyunu uyaran bir yazım yayınlandı. Yazıda şöyle diyordum: 

“Saint-Josse’daki son saldırılar ve Başbakan Tansu Çiller’in alabildiğine mediyatize edilen Brüksel ziyaretinden sonra birkaç muhalif gazete dışında Türk medyası olayları yansıtırken Ankara yöneticilerinin ve aşırı sağcı çevrelerin sözcüsü gibi davrandı. Gazetelerin birinci sayfaları sadece Kürt’lere karşı hakaret, iftira ve provokasyonla dolu olmakla kalmayıp Ankara’nın baskı ve şantajlarına boyun eğmeyen Belçika yöneticilerini de hedef alıyor. Bu gazetelerle birlikte Belçika’da çanak antenlerle izlenen altı Türk televizyon kanalı da Kürtlere karşı nefreti körüklemek için seferber olmuş durumda. Başbakan Çiller ise, misafir bulunduğu farklı halklardan oluşan bir Avrupa ülkesinde konuşurken, Türkiye Kürdistanı’nda olağanüstü hal rejimini güçlendireceğini açıklayarak modern görünüşlü kadın kisvesi altında gizlediği saldırgan niyetlerini açığa vuruyor. Şurası unutulmasın ki, Türkiye’den Belçika’ya gelmiş olan göçmen kitlesi sadece Sünni Türklerden oluşmuyor. Bu topluluk içerisinde aynızamanda Alevi Türkler, Kürtler, Hristiyan Ermeniler ve Asuriler de var. Ama Çiller, laik bir devletin başbakanı olduğunu unutarak Türkiyelilerle buluşmak için Chaussée de Haecht’daki bir Türk camiini seçiyor. Bu jestiyle Schaerbeek ve Saint-Josse’da oluşmuş Anadolu mikrokosmosundaki uyumlu yaşama öldürücü bir darbe vuruyor.”

Saint-Josse Olayları ve Çiller’in provokatif konuşmaları üzerine Türkiye çıkışlı dört demokratik örgüt, İnfo-Türk, Brüksel Kürt Enstitüsü, Belçika Demokrat Ermeniler Derneği ve Brüksel Asuri Enstitüsü, ortak bir bildiri yayınlayarak Türkiye yöneticilerinin tutumunu protesto etti, Belçika yöneticilerini de ileride daha da vahimleşme ihtimali taşıyan bu gelişmeler karşısında uyanık olmaya ve gerekli önlemleri almaya çağırdı. 

Bu uyarılarımıza rağmen Belçika makamları Türkiye’nin NATO destekli baskılarına boyun eğerek Kürtlere karşı tutumlarını sertleştirirken Türk faşistlerine daha fazla tolerans göstermeğe başladılar.

Saint-Josse’da Kürtlere yapılan saldırıyı kutlarcasına 1 Şubat 1994’te aynı belediyede bulunan Sheraton Oteli’nde MHP lideri Türkeş Belçika’daki bozkurtlarıyla bir toplantı düzenledi. Saint-Josse’un sosyalist belediye başkanı Cudell bu toplantıya izin verirken, 12-13 Mart 1994 tarihlerinde aynı otelde Kürt sorunu üzerine uluslararası bir konferans düzenlemek için yapılan başvuruyu derhal reddedecekti. Çünkü o zamanki sosyalist Belçika Dışişleri Bakanı Willy Claes, Mart 1994 sonunda Türkiye’ye gidecek, iki ülke arasındaki ticari ve askeri ilişkilerin geliştirilmesi pazarlığını yapacaktı. ABD’nin barış düşmanı politikalarının başlıca destekçilerinden biri olan Willy Claes, bu ziyaretten kısa bir süre sonra hizmetinin karşılığını görerek Türkiye’nin de desteğiyle NATO Genel Sekreterliği’ne getirilecekti. 

Bu tutumun acı sonuçlarından biri de, 1998 yılında Suriye’yi terk etmek zorunda bırakılan Abdullah Öcalan’ın İtalya’da bulunduğu sırada, Brüksel’de Kürt ve Asuri kuruluşlarına yapılan saldırıydı. O günlerde Türk yöneticilerinin saldırgan demeçleri, Türk gazetelerinin ve televizyonlarının kışkırtıcı yayınları yüzünden sadece Türkiye’de değil, Türk göçmenlerinin yoğun bulunduğu Avrupa metropollerinde de vahşi gösterilerin ardı arkası kesilmiyordu.

Kışkırtmalar ilk acı meyvesini 17 Kasım 1998 gecesi Avrupa’nın başkenti Brüksel’de verdi. Saint-Josse belediyesindeki  Brüksel Kürt Enstitüsü ve Kürdistan Kültür Derneği Türk ve MHP bayrakları taşıyan saldırganlar tarafından ateşe verildiği gibi, bir Asuri işyeri de tahrip edildi.

Belçika açısından affedilmez olan, günlerdir tahrik edilen gençlerin çok uzaktaki bir meydanda toplandıktan sonra Kürt aleyhtarı sloganlar atarak Rue Bonneels’e yürüdükleri görüldüğü halde Brüksel polisinin olayı seyretmekle yetinmesi, iki lokal ateşe verilirken de hiçbir müdahalede bulunmamış olmasıydı.

Almanya’daki resmi yasaklamadan ve polisiye operasyonlardan sekiz yıl sonra, 11 Eylül 2001 El Kaida saldırılarını bahane eden Washington yönetiminin baskısıyla Avrupa Birliği 28 Aralık 2001’de bir “terörist örgütler” listesi oluşturmak zorunda kaldı. Açıklanan ilk listede ETA, Yunanistan’daki 17 Kasım Örgütü, Lübnan’daki Hizbullah, İslami Cihad ve Hamas olmak üzere toplam 12 örgüt yer aldı, ama PKK yoktu. Ancak Türkiye’nin baskıları sonucu AB’nin en üst organı olan Avrupa Komisyonu, Almanya’da yasaklı olmasını gerekçe göstererek 2 Mayıs 2002 günü PKK’yi de “terörist örgütler” listesine aldığını açıkladı.

Üzerinden yirmi yıla yakın süre geçtikten sonra Belçika adaleti geçen yıl Kürdistan’da süregelen silahlı mücadeleyi “Türkiye’nin iç anlaşmazlığı” kapsamında değerlendirerek PKK’nin bir terör örgütü olmadığına karar vermiş bulunuyor. Üstelik bu listeye sonradan dahil edilen İran’daki Halkın Mücahitleri Örgütü (HMÖ) 2009 yılında AB ve 2012 yılında da ABD tarafından bu listeden çıkartıldı. Bunlara rağmen ABD ve AB, kuşkusuz Tayyip diktasının ve onun saldırgan politikalarına her daim destek olan diğer Türk siyasal partilerinin tepkisinden çekindikleri için, PKK’yi hâlâ kara listede tutmaya devam ediyorlar.  

Bu kirli oyunun bozulması için mücadele Türkiye’nin ve Avrupa’nın tüm demokratik güçlerinin görevi olduğu gibi, bu konuda en büyük sorumluluk 1993 yılındaki yasak kararının alınmasını sağlamak için Başbakan Tansu Çiller’in kirli manevralarına ortak olan o dönemin başbakan yardımcısı Murat Karayalçın ve dışişleri bakanı Hikmet Çetin’in bugünkü partisi CHP’ye düşüyor.


Doğan Özgüden – Artıgerçek – 26.11.2020

Tags:


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑