Makaleler

Published on Temmuz 24th, 2020

0

Ayasofya: Şov mu, refleks mi – İsmail Göçüm

Bugün açılan Ayasofya’nın hutbesine Erdoğan çıksa, Türkiye’ye ve dünyaya şöyle seslense; “Ey cemaati müslimin, eyy inananlar bu gün hilafeti yeniden ilan ediyorum” dese, ne olur?

Tabi ki, böyle olmasını düşünmek saflık olur. Esas olan, maksat üzüm yemekten çok bağcıyı dövmek olunca, gündeme damga vuracak yeni menü gerek, ama tek farkla; eski menünün üzerine aksesuar geçirilerek farklı bir menüymüş gibi insanlara sunmak… Sahi, Ayasofya’nın bir bölümü zaten ibadet yeri olarak kullanılmıyor mu? Tabi, bu kez durum farklı; işin içinde, hem ekonomik, hem siyasi kriz var. Bu açıdan popülist bir çıkış önemli. Tabi din bu, durum bir de ibadet mekanı olunca kılıçları kuşanmak gerek… Hristiyan mabetinde günah çıkarmak; hırsızlıklarını yolsuzluklarını aklamak, kendilerini halka karşı şirin ve sevilir kılmak. Tabi bir süreliğine daha halkı din ile kandırmak kolay da, ya gerçekler… ah şu gerçekler!…

Günümüzün insan faktöründe her şey sistemin sermaye çarkına odaklı, yani kapitalist sistemin; tabiatıyla bu sistemin çarkı dişlilerle dönüyor. Tabi bu insanca yaşamak için değil. Sömürü çarkının dönmesi için egemenler dişlerini insanların sırtına geçirmesi gerekiyor. Sistemi elinde bulunduran sınıflar, insanların sırtından asalak geçinmek ve aşırı kazanç sağlamak içindir. Bu gün sermayeyi elinde bulunduran sınıflar, insanları hangi yöntemler ve araçlarla sömüreceklerini iyi biliyorlar. Bunun içinde dini ve milli duygular da dahil ama; insanlığa sömürünün en kötü örneklerini sunuyorlar…

İlkel komünal dönemde yaşayan ilk insanların temel beslenme ve gıda ihtiyaçlarına bakacak olduğumuzda, hemen her şey doğal kaynaklı. Günümüz insanını geçmişi ile kıyasladığımızda, temel ihtiyaçlarında -kimyasal içerikli gıdaların ve ilaçların dışında- ilkesel olarak pek bir değişiklik olmadığını görürüz. 

O zamandan bu zamana değişen, insanın birbirinden gördüklerinin ve soyundan öğrendiklerinin sonucu ulaştığı doyumsuz görgüsüzlüğünden başka bir şey değildir.

Bir Arslan örneği daha anlaşılır sanırım. Yırtıcı bir hayvan olan Arslan doğal yaşamında karnını doyurduğu zaman bir kedi kadar uysal ve sevimli olabilmektedir. Doğal yaşamında insan da böyledir ama; doğal yaşamın kimyasını değiştiren insanın, kendisine göre tasarladığı insan tiplemesi öyle mi? Elbette değil, insan doğal yaşamdan kopup egolarının esiri olduktan sonra, adeta doyumsuzlaşan bir canavara dönüşmüştür.

Azraili bu dünyanın,
Her bitkinin her canlının,
İnsan oğlu insanın,
Sen insansın, sen insan!

Benliğinin esiri olan insan, diğer canlıların yanında kendi ırkdaşlarını da kendi benliğinin esiri haline getirme içgüdüsü kazanmıştır.

Örneğin; binlerce yıl önce, kölelik döneminde edindiği bir çok kötü kültür alışkanlıklarını bu gün ki ahlaki yapılanmasının üzerine inşaa etmiştir. Bu alışkanlıkların bir ürünü olan yanlışlarını ilerlemiş çağdaş beyinine rağmen; hala üzerinden alabilmiş değildir.

Modern batı burjuva toplumları bu anlamda, bir çok alanda iyi sınavlar vermiş olsalarda, inançlarından kaynaklı ataerkil toplum olma anlayışındaki ahlaksal özürlülüklerini hala muhafaza etmektedir. Buna ek olarak, kapitalist tüketim toplum anlayışının inanç anlayışı ile kesiştiği alanda, eşyanın tabiatına uygun olmayan modern kölelikle pekiştirmiştir. Bu toplumda insanlar, günü kurtarmanın rahatlığı içinde, sistemin çevresinde ve doğada yol açtığı yaraları görmekten uzak oldukları gibi; hala kendilerini özgürleştirebilmekten de uzaktırlar.

Doğu toplumlarına yönümüzü dönecek olursak; İran, Afganistan, Ortadoğu’da, Arap toplumları… Afrika’daki İslam toplumlarında daha da vahim bir tablo ile karşılaşıyorsunuz.
Bu coğrafyanın ve etki alanındaki coğrafyalarda hala köleci toplum anlayışı hakimiyetini sürdürmektedir.
Bu toplumların ayrıcalıklı özellikleri; gerek toplumsal yapılanmalarından, gerekse inançsal kamplaşmlardan dolayı, o coğrafyalarda kölelik; toplum önderinin, kanaat önderlerinin, inanç önderlerinin kulu olmayı gerekli kılmaktadır.
Bu coğrafyalardaki toplumlarda yaşam ve ölüm tanrının mülkü, dünyadaki mal mülk ve ganimet ise, inanç önerinin mülkü sayılıyor.

Bunun yanında kölelik anlayışı kadınlar üzerinde daha da vahim sürmekte birlikte; kadının cinsel ve bedensel varlığı hala mülk sahibi olarak erkek egemenliği hakimiyetindedir. Özellikle bu tür inanç toplumlarında erkeğin, kadınının bedeni üzerinde sahip olma anlayışı, kadının erkeğe karşı gelmesi canı ile ödemesine bedeldir. Bu toplumlarda, yine inanç üzerinden kadına uygulanan recm denilen cezanın varlığı; erkek ile kadının ortak işlediği farzedilen cinsel içerikli bir suçun, cezası sadece kadına kesilmesidir. Bir tür taşlama yöntemi ile vahşice bir kadının ölümle cezalandırılması, ya da kırbaçlanarak cezalandırılması gibi ortaçağ anlayışı; bazı belgesellere konu olmakla birlikte, İŞİD gerçeğinden olduğu gibi işgal ettiği bölgelerde kadın köle pazarları… modern dünyanın hala yaşanan bu acı gerçeklere sessiz kalması manidardır.

Yine Arap ve bazı İslam toplumlarında yaygın olarak görülen erkeğin çok eşliliği ile kadının cinsel organının sünnet edilmesi – kadının cinsel haz duymasının ortadan kaldırılması- gibi; kadının erkek egemen toplumunun kölesi olma koşulları hala ortadan kaldırılmış değildir. Aksine, bu kölelik koşullarının dini bir inanç malzemesi yapılarak erkek egemen toplumunun yapısı, dinsel inanç ile kutsanmaktadır. Dolayısı ile bu toplumlarda, kadının iyi huylusu erkek egemenliğinin kutsanmasından geçmektedir.

Toplumlar arasındaki bu farklılıklar mabet alanlarında da kendini göstermektedir. Örneğin; İslam toplumunda kadın ile erkeğin mabet alanında biraraya gelmesi bile inanç olarak günah sayılır ve bu nedenle yasaktır.

Burada asıl anlaşılması ve sorgulanması gereken, bu toplumlarda bu tür farklılıkların yerleşik olması, inanç üzerinden değil, toplumsal ve kültürel ön çekimliği olan bir ahlak anlayışı üzerinden şekillenmiş olmasıdır. Dolayısı ile toplumsal ahlak kuralları üzerinden ortaya çıkan inançlar, yeni bir tarihle tanrısal inanç olarak kabullenilmiştir. Bu tür ayrıcalıklar -ileriye dönük olarak- tanrının emri olarak o toplumun diğer toplumlar üzerinde egemenlik sahibi olma ayrıcalığını da kendilerinde görmüş olmalarını getirmiştir.

Günümüz dünyasında teorik olarak baş çelişki hala emek ve sermaye çelişkidir.
Toplumlar arası çatışmaların birinci nedeni, her ne kadar ekonomik gibi gözükse de, teorinin pratikte yansıması, hiç bir zaman bitmeyecek inanç eksenlidir. Çünkü, emperyalizmin yeni sömürge savaşları, emek ve sermaye çelişkinin üzerini gölgeleme maksatlıdır. Bu gün vekaletler üzerinden yürütülen savaşlar yeni sömürgecilik anlayışıdır. Bunu en net olarak, bu gün Suriye ve Libya gerçeğinde görüyoruz. İslamın şartlarından biri olan Cihat; “dinin için savaş” diye emrediyor. Dinin pratik yansımasına baktığınızda ekonomiden farklı görmek mümkün değildir. 1.Emperyalist paylaşım savaşlar dönemine girilirken, sınırları emperyalistler tarafından çizilen ortadoğu ve Afrika İslam coğrafyasında kurulan devletlerin tamamı emperyalistlerin kuklası, oyuncağıdır. Haliyle, bu gün, Afrika ve ortadoğu islam coğrafyası emperyalistlerin oyun kuruculuğunda, yine birbirine kırdırılarak, doğal kaynakları, silah karşılığında sömürülmektedir.

100 yıla yakındır laiklikle; “yurtta sulh cihanda sulh” ilkesiyle yönetilirken bu gün yeni bir başkanlık sistemine geçen Türkiye, yeniden kendini islamın varisi, olarak görmeye başladı. Her bakımdan Emperyalistlere bağımlı ekonomisi can çekişirken, geçmişten dersler çıkarmamış bir siyasi islam ideolojisi… Emperyalistlerin desteği ile biraz belini doğrultunca, önce Suriye bataklığına, sonra Libya bataklığına girdi. Bu gün yeniden ibadete açılacak olan Ayasofya, güncel konjektürde yaşanan ekonomik ve siyasi krizin yükünü hafifletmek, emperyalistler arası sıkışmışlığı biraz olsun unutturmak için yapılan şovdur. Yine unutmamak gerekir ki; bu aynı zamanda, son Libya cephesinde yaşanan emperyalistlerin kendiler arasındaki anlaşmalar sonrasında, bu eksende yalnız kalmanın verdiği acizliğe karşı gösterilen bir reflekstir. Görünen o ki; uzun savaşlar tarihi yeniden tekerrür edeceğe benziyor.

İnançlar, insanlar kadar eski bir tarihe sahip olmasalar da, insan türü kadar kadar farklı ve bir o kadar da çok özelliklere sahiptirler. Örneğin; bu gün dünyamızda insan ırkının tür sayısı 1800 ise, neredeyse 1800 tür de inanç mevcuttur. Günümüzde en yalın ortaya çıkan inançlar, 4 semavi dinde toplanmış olsa da, bunun 3 türü yaygın olarak farklı mabet alanlarında; Cami, Sinagog, Kilise gibi yerlerde yapılmaktadır. Bu alandaki yaygın inanç, dünya nüfusunun yarısına yakınını teşkil etmiş olsa da, bu dini inançlar arasında önemli derecede sapmalar ortaya çıkmıştır. Örneğin; Hristiyanlıkta ve Müslümanlıkta tarikatlar oldukça yaygın ve kendi içlerinde farklı inanç gruplarına bölünmüştür… dünyanın diğer yarısındaki inançların en yaygın olanı Asya kıyı ve ada toplumlarına has Budizm inancıdır. Yine, Asya’da, özellikle Hindistan’a özgü Hinduizm inancı sayısal olarak önemli bir yer teşkil etmektedir. Bunun dışındaki irili ufaklı inançlar hala toplumların kendi içsel özelliklerine has yaşam stillerini koruyup sürdürmektedirler.

İnançları farklı ve öznel kılan en önemli özelliklerin başında toplu ibadet yöntemidir. Bununla insanların birarada yaşarken güçlü bir ortak kader birliği oluşturması amaçlanır. Bu amaçla ortak birliktenliğin örgütlenmeleri belirli bir mekanı gerekli hale getirmiştir. Bu ortamı hazırlayan yer ise tanrının evi olarak kabul edilmiştir.

Bütün dini inanışlarda ibadet toplu halde ve belirli mağbetlerde yapılır; tek İslam dini hariç. İslam dininde ibatet, hemen her yerde yapılır. Hangisinin doğru olduğu tartışılır. Ama İslamda bu sorgulanmaz ve sorgulamak ise günah, haram ve yasak olarak görülür.

Hemen tüm inançlarda inanç, bireyin inandığı tanrı ile kul arasındaki ilişkiyi kurmadır. Bu da ancak onun evi kabul edilen mabete gidilerek kurulur. Bu görevi Hristiyanlıkta aracı olarak papaz görür. Musevilikte Haham, İslamiyet ise aracı kabul etmemesine karşılık, geçmiş tarihte ve günümüzde bu görevi üstlenen bir sürü imam ve tarikat vardır… İslamiyette tanrı, hemen her yerdedir. Onu anmak ve ibadet etmede İslamiyet diğer dinlere göre farklı bir reform getirmiş ve onun her andığı yerde; yerde, gökte, evde, dağda, ovada, köyde kentte sokakta bağda, nerede olursa olsun onunla ilişki kurmak için; onun evi olduğu yer olarak kabul edilen kabeye-kıbleye yöneliyor ve günde beş vakit namaz kılarak aracısız dua edilir. Fakat bu durumun ulu orta yapılması; inandığı tanrı ile ilişki kurmaktan öte bir yarışa ve bir gösteriye dönüşen seremonidir. Dolayısı ile, kişi ve tanrı ile arasındaki gizemli ilişki teşhir olur. Bu ibadet, ilişki olmaktan çok bir gösteriyi temsil eder; samimiyetin teşhiri samimiyetsizliğe dönüşür. İslamda bu durum nedense yine sorgulanmaz. İslamda doğru olanlar sorgulanmadığı gibi, yanlış olanlarda sorgulanmaz. Bu nedenle gercek güç gösterisine dönüşen bir şekilciliktir.

Şekilcilik insanda gösteriye dönüştüğü anda samimiyeti ortadan kaldırır. Dolayısı ile; bu anlamda ibatet, ibadet olmaktan çıkarak bir çıkar ilişkisine de dönüşür. Bu yöntemle insanlar hem birbirlerini hem de inandıkları tanrıyı kandırırlar. Çıkar ilişkisine dönüşen din iki yüzlü bir sahtekarlığın önünü açar. Bu aynı zamanda ahlaki çöküş durumudur ve insanın çöküşünü hızlandırır. Bu gün İslam toplumlarında yalancılığın ve sahtekarlığın önü “vallahi, billahi, Allah’ı inkar ederim…” gibi sözcüklerle kesilmeye çalışılsa da, bu sadece bir savunma mekanizması olarak yalanın ve sahtekarlığın danışıklı onayıdır. Bilinçli bir toplumda insanı; inançlar ve kutsallar üzerinden hiç bir zaman, hiç bir pazarlığa girmez.

Bu gün pratiğe bakıldığında bu durumdan muzdarip yine müslümanlardır. Güya inanıyor ritmine giren hemen her birey, birbirini kandırmak, birbirinden faydalanmak içgüdüsü ile yaşar. Son yıllarda görülen servet avcılığı hep dini motifler üzerinden yürütülmüştür. Buna en çarpıcı örkekler; Jetpa, İhlas, Yimtaş, Kombasan, Deniz Feneri örnekleridir. O gün dini ve inançları istismar ederek insanları mağdur edenler, bu gün devletin yönetim kadrosunda görevli bürokratlardır.

Birbirinden çok farklı olan; ahlaki davranış ile inanç bir potaya sokulursa, bu iki terim zaman kavramında birbiri ile sürtüşerek yeni bir olguyu ortaya çıkarır. Sonuç olarak, bu gün pratikte yaşanan olumsuzluklar, bu tür nedenlerin ürünüdür.

Ahlak kavramı insanın davranış yapılanmasının en üst ölçüsüdür. Ahlak, her insanın toplumun ortak değerler ölçüsünde, kendine özgü biriktirdiği iyi ve kötü alışkanlıklarının bütününü içerir. Her insanda olduğu gibi, her toplumda da, birisinin yanlış gördüğünü diğeri doğru kabul edilebilir. Bu açıdan davranışlar genişletildiğinde aile ve çevrenin etkenleri ile toplumun yapılanmasına etki eden kalıtımsal bir davranış yapılanmasını ortaya çıkarır ki; bu toplum içinde yaygın olan insan huyunu ortaya koyar. Huy ile ahlak insanın ikiz eşidir. Ruh çıkmayınca huy çıkmaz denilen gerçek budur. İnsan inançlarından bağımsız olarak gelişmiş olan huy, kendinden önceki neslinin kalıtım özelliklerinin dışa vurumudur.

İnanç ise, tür kültür ve insan bilincine sonradan tanıtım yolu ile aşılanarak giren iletişim aracıdır. İnançta, bir yanlış olgu yanlış olarak görülse bile, asla doğru kabul edilen o yanlışın dışına çıkılamaz.

İnsan gerek biyolojik yapısı, gerekse, davranış yapılanması ile doğal ve psikolojik bir oluşum içinde olan bir hareketli canlıdır. Hareketli canlıların özellikleri. Doğaları gereği, gerek hücre gerekse bakteri oluşum metabolizması, doğasal, iklimsel, toplumsal özellikler taşır. Bir örnek vermek gerekirse, biz hareketli canlıları hareketsiz canlılardan ayırt edici özelliği, hareketli canlının bulunduğu ortamın dışındaki iklimlerde de yaşam bulma özelliğini tarihsel gelişim sürecinde geliştirmesine bağlarız. Bir bitki düşünün, belirli bir iklim sürecine bağlı olarak yaşamaya elverişlidir ve doğada hemen her yerde gelişmez. Kendine özgü iklimsel; ısı, ışık ve sıvı gereksinimi bulduğu alanda yaşar. Bazı iklimlerde ısıdan, bazı iklimlerde ışıktan, bazı ilkimlerde ise sıvı -oksijen- kaynaklı canlının o iklimde kendisine yaşam alanı bulup, bulamamasına neden olur.

Bazı hareketli canlıların bulundukları coğrafi yapılanmaya ve iklimsel özelliklere bağlı olarak kendilerine yaşama alanları seçmiş olsalarda, bunlar arasından sıyrılıp çıkan bir canlı türü vardır ki; o da insandır.

İnsan; gerek fiziksel yapısı ile gerek gelişen zekası ile gerekse de kendine özgü geliştirdiği metotlarla; hemen her iklimde, her mevsim ve her coğrafi ortamda kendisine yaşamsal yer bulmak için kendisini sürekli geliştiren bir trend yakalamıştır. İnsanın uzayı keşfetmesi ve uzaya çıkma merakı işte bu yüzdendir. Yani, insanın tekerleği bulmasının günümüze; geliştirdiği metotlar, biriktirdiği bilgiler ve yarattığı araçlarla her türlü ortama ayak uydurma özelliğini yakalayan tek hateketli canlıdır.

İşte bu yüzden insan, bulunduğu ortamda, kendine özgü davranış kuralları olan ahlaki yapılanmasının temellerini atmış ve kendine özgü yaşam kurallarını sistemsel özelliklerle birleştirerek; gerek ekonomik gerek siyasal, gerekse inançsal ayrıcalıkları -kimine göre yanlış, kimine göre doğru- üstünlük olarak kendinde görmesini getirmiştir.

Bütün buradan yoksun bir toplumun çağlar öncesi ahlaki davranış kuralları işte bu yüzden bir bütünlük olarak bir kalıtımsal inanç olarak görülemez. Ancak ahlaksal bir yapı olarak görülebilir ama bu da, bir toplumun kalıtımsal  -günümüz koşullarında doğru ya da yanlış olduğu tartışmalı- özellikleri olan ahlaki alışkanlıkları da, tanrısal bir inanç olarak ortaya konulamaz. Şimdiye kadar toplumların birbirleri ile anlaşamadıkları ve de hiç bir zaman anlaşamayacakları konflikler (sürtüşmeler) bu yüzden mümkün değildir.

Bunu mümkün hale getirmek ancak zorlama olur. Zor ise insanın kendisi için yanlış gördüğü alışkanlıkları zorla kabul ettirilmesidir ki; gezegenimizdeki bütün anlaşmazlıkların, bütün savaşların temel kaynağı inançlar üzerinden ortaya çıkan, bu tür anlaşmazlıklar ve yanlış anlaşılmalardır.

Bu gün inançlar üzerinden toplumları dizayn etmek; başlarda da belirttiğim gibi, başka bir ahlak anlayışı ile iklim bulmuş bir bitkinin yanlış bir iklimde zorla nefes alıp verdirilmesi gibi olan zorlamadır. Sonucun ne olduğunu anlamak için gözlemlemek gerekir. Bir nesnenin yabancı olduğu ortama ayak uyduramaması, söz konusu kendini tekrardan üretememesine, yaşasa bile meyve verememesine yolaçar. Birbiri ile farklı iklimsel özellikler taşıyan; Zeytinin, kirazın, portakalın, mangonun hurmanın, üzümün muz’un, domatesin, salatalığın… ve sayısız bir çok bitki ve meyvenin hangi iklimlerde yaşadığını bilenler ne demek istediğimi daha iyi anlayacaklardır.

Günümüzde inançlar üzerinden yürümek, inançlar üzerinden insanları yola getirmek, inançlar üzerinden insanları dizayn etmek; niyet üzüm yemek öte, bağcıyı dönmektir.

Kısa vadeli çıkarlar üzerinden insanları kullanmak, baskı altında tutmak, kendine yaşam alanı oluşturmak belki mümkün. Kendinden olmayanları, kendisi gibi düşünmeyenleri ortadan kaldırmak belki mümkün. Fakat; insanlık tarihi şunu göstermiştir. Şimdiye kadar tek insanın dışında; ne imparatorluklar, ne devletler. ne de medeniyetler kalıcı olmuştur.

Ancak doğal yasalara göre insanların yaşama koşullarının ne ölçüde ve hangi şartlara, hangi koşullara göre değişmiş olduğunu görürüz.
Bir hareketli canlı olan insanın; devletlerden imparatorluklardan, medeniyetlerden, inançlardan çok, doğaya ve iklim koşullarına ayak uydurduğunu görmekteyiz.


İsmail Göçüm – 24.07.2020

Tags:


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑