Published on Ekim 17th, 2020
0Azerbaycan-Ermenistan uyuşmazlığının asıl nedeni ne?
ABD’de gelişmelere sol bir perspektiften bakan bir dergi olan Jacobin, internet sitesinde 10 Ekim 2020’de (yani ateşkes açıklamasından hemen önce) Karabağ çatışmalarına dair kapsamlı bir makale yayınlandı. Farklı ülkelerden üç akademisyenin imzasını taşıyan bu makale hem meselenin tarihine hem de geleceğine dair analizler içeriyor.
DJENE RHYS BAJALAN- SARA NUR YILDIZ- VAZKEN KHATCHİG DAVİDİAN*
Ermenistan
ile Azerbaycan arasında patlak veren savaş, uluslararası alanda
dikkatlerin, Nagorno Karabağ (Dağlık Karabağ ya da –Ermeniler tarafından
kullanılan eski adıyla– Artsakh) konusunda uzun süredir devam eden
anlaşmazlığa yönelmesine neden oldu.
Özellikle Azerbaycan ve
Türkiye’den gelen şiddet söylemi kulakları sağır ederken, sosyal medyada
Azeriler, Türkler ve Ermenilerin kullandığı ırkçı, şovenist ve
canavarlaştırıcı dil kontrolden çıkma noktasına gelmiş durumda. Askere
alınmış genç Ermeni ve Azeri askerleri ve masum sivilleri mezarlarına
taşıyan bayraklara sarılmış ceset torbalarının ötesinde, tüm bu
hengâmenin içinde birçok başka kayıp da verildi; ortada, hakikat, bilgi
ve aradaki uyuşmazlığı kesin olarak çözmeye dönük herhangi bir ciddi
irade görünmüyor.
Ermenistan ile Azerbaycan arasındaki
gerilimlerin Kafkasya’ı savaşa sürükleyebileceği yönündeki korkular yeni
değil. İki ülke, Dağlık Karabağ / Artsakh konusunda çeyrek asırdan uzun
bir süredir bir çıkmazın içinde. Şu an yaşanan gerginlik birçoklarını
şaşırtmış olabilir ama daha keskin gözlemciler, bu noktaya doğru
gelindiğini görebiliyordu. Bu uzlaşmazlık konusunda önde gelen
uzmanlardan biri olan Laurence Broers, 2016 yılının Nisan ayında yaşanan
dört günlük yoğun savaşın ardından, müzakerelerin başarısızlığa
uğramasının ve dizginlenmeyen milliyetçiliğin, tarafları otomatik olarak
savaşa götürmesi gibi bir tehlikeden söz ederek uyarıda bulunmuştu.
Şu
anda yaşanan, tam olarak böyle bir ‘otomatik’ gidiş gibi görünüyor.
Fakat uzlaşmazlığı atalardan kalma nefretlerin ya da Müslümanlar ile
Hıristiyanlar arasındaki bir uygarlık çatışmasının sonucu olarak
değerlendirmek yanıltıcı olur. Gözlerimizin önünde cereyan eden
trajediye bir açıklama getirebilmek için, bu hataya düşmek yerine,
sömürgeciliğin, milliyetçiliğin, otoritarizmin ve büyük güçlerin
politikalarının bıraktığı mirasa bakmamız gerekiyor.
Sömürgecilik ve milliyetçilik
Dağlık
Kafkasya, nefes kesen bir doğal güzelliği olan ve muazzam bir etnik,
dilsel ve dinsel çeşitlilik barındıran bir bölge. Karadeniz’den Hazar
kıyılarına kadar uzanan bölge, birçok topluluğa ev sahipliği yapıyor;
Gürcüler, Ermeniler, Azeriler, Ruslar, Mesket ve Ahıska Türkleri,
Kürtler, Ezidiler, Dağıstanlılar, Abhazlar, Çerkesler, Çeçenler,
Talışlar, Osetler, İnguşlar, bunlardan sadece bazıları.
Ancak,
günümüzdeki milliyetçi tutumların velvelesi, bölgenin inanılmaz
çeşitlilikteki halklarının, müzikten dansa, folklordan yemeklere kadar
uzanan ve müthiş bir zenginlik oluşturan ortak kültürel mirasının üstünü
örtmemeli.
Burası, 16. yüzyılın başlarından 19. yüzyılın
başlarına kadar, Sünni Osmanlı İmparatorluğu’nu İran’daki Şii
rakiplerinden ayıran, geniş ve belirsiz bir sınır bölgesinin kuzey
kısmını oluşturuyordu. Günümüzde modern Ermenistan ve Azerbaycan
Cumhuriyeti’nin yer aldığı bu topraklar, sık sık, bu iki Müslüman güç
odağı arasında çatışmalara sahne olsa da, genel olarak İran’ın etki
alanı içindeydi.
Dış güçler, bölgede hâkimiyet kurmak için,
dönemin coğrafi ve teknolojik sınırlılıkları içinde, genellikle hafif
müdahalelere başvuruyorlardı. Bölgenin tamamında yerel derebeyleri kayda
değer bir özerkliğe sahipti; çeşitli etnik ve dinî topluluklar yan
yana, göreli bir barış içinde yaşıyordu. Ancak 1801-1828 arasında
Rusya’nın askerî olarak genişlemesi sonucunda İranlılar Doğu
Kafkasya’dan çıkmak zorunda kaldı ve bölge, kozmopolit bir şehir olan
Tiflis’ten yönetilen Kafkasya Genel Valiliği’ne dâhil edildi.
Dağlık
Karabağ / Artsakh özelinde, Ermenilerin bölgeyle ilişkisi Antik Çağ’a
kadar uzanır. Bölgenin her yerinde hâlâ Orta Çağ’dan kalma Ermeni
manastırları ve Ermenilere ait mimari anıtlar bulunuyor. Ancak bölge,
Ermeni kültürü ve dinî hayatı açısından önemli bir merkez olsa da, uzun
zamandır kozmopolit bir nitelik taşıyor.
18. ve 19.
yüzyıllarda Şuşi/Şuşa, hem Ermeniler hem de Azerbaycanlı Türkler için
bir kültürel rönesans şehri olarak öne çıktı. Sovyetleşme döneminde
yapılan nüfus sayımları, yüksek kesimlerde (yani Dağlık Karabağ’da)
Hıristiyan Ermenilerin Azerilere oranının dokuza bir olduğunu, çevredeki
alçak kesimlerde ise nüfusun ağırlıklı olarak Müslümanlardan oluştuğunu
gösteriyor.
Birçok
sömürgeci rejim gibi, Rus yönetiminin politikaları da Kafkasya’nın
çeşitli halkları arasındaki gerilimleri yoğunlaştırdı; bu eğilim,
milliyetçiliğin yükselişiyle güçlendi. 19. yüzyılın sonları ve 20.
yüzyılın başlarında halkların kendilerini ayrı ulusal topluluklar olarak
görmeye başlamasıyla, aralarındaki ilişkiler git gide daha da gergin
bir hâl aldı.
Bu durum özellikle Hıristiyan Ermeniler ile, 20. yüzyıl
başlarında ‘Azerbaycanlı/Azeri’ adını benimseyen (‘Azerbaycan’ tarihsel
olarak, günümüz Azerbaycan Cumhuriyeti’ni değil, İran’ın
kuzeydoğusundaki, hâkim dilin Türkçe olduğu vilayeti tanımlar) Müslüman
Kafkasya Türkleri arasındaki ilişkilerde gözlemlenir.
Rusya çözülünce
Etnik-ulusal
gerilimler, çarlık otokrasisi tarafından bir ölçüde denetim altında
tutuluyordu ama imparatorluk Rusyası çözülmeye başlayınca Kafkasya da
çözüldü. İmparatorluğun devrim çalkantıları içinde savrulduğu 1905
yılında, Ermeniler ile Azerbaycan Türklerinin karşı karşıya geldiği,
topluluklar arası bir katliam dalgası hızla yayıldı; yüzlerce kişi öldü.
Ardından Birinci Dünya Savaşı’nın barbarlıkları geldi.
Savaş
Ermeni nüfus açısından özellikle travmatik oldu. Osmanlı hükümetinin
1915’te, imparatorluğun Ermeni nüfusuna yönelik bir soykırım tecavüz ve
katliam hareketi başlatma kararı alması sonucunda, muhtemelen 1,5 milyon
kişi hayatını kaybetti.
Rus İmparatorluğu’nda yaşayan
Ermeniler bu imha hareketine maruz kalmasa da, soykırım Ermeni halkını
derinden etkileyip şekillendirdi. Günümüz Ermenistanı’nda nüfusun önemli
bir bölümünü, soykırımdan kaçıp buraya iltica edenlerin soyundan
gelenler oluşturuyor. Dolayısıyla Ermeniler, Azerilerle aralarındaki
uzlaşmazlığa 1915 olaylarının merceğinden de bakıyorlar.
Savaş,
bir başka açıdan da muazzam bir etki yarattı: 1917 devrimlerinin
ardından Kafkasya’da çarlık otokrasisinin yıkılmasını ve Rusların
otoritesinin çökmesini hızlandırdı. Sömürge yönetiminin çöküşünün hemen
ardından, Almanya, Osmanlı İmparatorluğu ve –İttifak Devletlerinin
yenilmesiyle– İngiltere, bölge üzerinde nüfuz kurmaya çalıştı ancak
başarılı olamadı.
1917 devrimlerini takip eden dönemde, 1918
baharındaki kısa süreli federatif birlik denemesinin ardından bağımsız
Gürcistan, Ermenistan ve Ermenistan cumhuriyetlerinin kurulmasıyla, git
gide büyüyen bir siyasi parçalanma yaşandı.
Sonuç: Savaş.
Milliyetçiler, etnik açıdan çoğunlukla karma bir yapı taşıyan bölgeler
üzerinde hak iddia etmeye başladılar ve Azerbaycan ile Ermenistan
arasında husumetler doğdu. İki yıl süren bu ilk Ermenistan-Azerbaycan
savaşı ancak 1920’de, Sovyetler’in bölgeyi işgal etmesiyle sona erdi.
Stalinizmin mirası
Ermenistan’ın
ve Azerbaycan’ın Sovyetleştirilmesinin, iki taraf arasındaki
uzlaşmazlığın ortadan kalkması yönünde pek bir faydası olmadı. Hatta,
nüfusun çoğunluğunu Ermenilerin oluşturduğu, savaş sırasında Ermeni
güçleri ile Azeri güçleri arasında yoğun bir rekabete sahne olan Dağlık
Karabağ / Artsakh’ı Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne katma
kararını veren, Josef Stalin’di. Yeni kurulan SSCB’nin diğer
bölgelerinde olduğu gibi burada da, Sovyet politikaları, uluslar
arasındaki uyuşmazlıkları çözmek yerine karşılıklı güvensizlikleri
şiddetlendirdi.
Dağlık Karabağ / Artsakh’ın Azerbaycan içinde
özerk bir oblast statüsünde olması, Ermeni nüfusu, Sovyet döneminin
aşırıya kaçan nüfus mühendisliği uygulamalarından bir ölçüde korudu.
Ermenistan,
Türkiye ve İran arasında sıkışmış bir eksklav olan
Nahçıvan/Nahiçevan’daki Ermenilerin nüfusu, 1920’lerin başlarında toplam
nüfusun yaklaşık yarısını oluştururken, SSCB’nin yıkıldığı dönemde
neredeyse tamamen yok olmuştu.
Buna rağmen, Bakü yönetimi
Dağlık Karabağ / Artsakh’ta, bölgeye Azerileri yerleştirerek Ermeni
çoğunluğun oranını düşürme politikası izledi; bu Azerilerin
yerleşimlerine yatırımlar yaparken, Ermeni şehirlerini ve köylerini
temel altyapıdan yoksun bıraktı. Onlarca yıl süren düşük yatırım ve
ayrımcılık nedeniyle biriken kinin yarattığı öfke, Sovyetler Birliği’nin
çöktüğü günlerde doruğa çıktı.
1988 yılının Şubat ayında,
Dağlık Karabağ / Artsakh yerel yönetimi bir oylama yaparak
Azerbaycan’dan bağımsız olmaya karar verdi; bu, Ermenistan’la birleşmeye
yönelik bir ilk adımdı. Bakü’ye meydan okuyarak yapılan bu oylamanın
ardından, Azerbaycan’ın Sumgayıt şehrinde Ermenilere yönelik bir pogrom
patlak verdi. Çok sayıda insanın ölümüyle sonuçlanan bu olay, bölgenin
tamamında bir şiddet döngüsünün tırmanmasına zemin hazırladı. 1992’de
Hocalı’da Azerbaycanlı sivillere yönelik katliamda yüzlerce kişi
hayatını kaybetti.
Azerbaycan ve Türkiye’nin, Dağlık Karabağ / Artsakh halkına kendi geleceğini tayin etme hakkı tanınmadıkça bir çözüme ulaşılmasının mümkün olmadığını anlaması gerekiyor. Ermenilerin ise, nihai bir barış antlaşması yapılmadıkça statükonun sürekli olarak sorgulanacağını anlaması gerekiyor. Özellikle de Aliyev rejimi ayakta kalır ve halkın dikkatini ülke içindeki sıkıntılardan uzaklaştırma ihtiyacı duyarsa.
Topyekün savaş
SSCB’nin
Aralık 1991’de dağılmasından sonra, bu döngü, bağımsızlığını yeni
kazanmış iki devlet olan Azerbaycan ile Ermenistan arasında topyekûn
savaşa evrildi. Etnik temizlik hareketinde neredeyse 30 bin kişi öldü;
Ermenilerin Azerbaycan’dan, daha yüksek sayıda Azeri’nin de
Ermenistan’dan ve Karabağ çevresindeki bölgelerden çıkarılmasıyla, 1
milyondan fazla insan yerinden edildi.
Ateşkes sonrası
statüko kendisi için bir zafer niteliği taşıyan Ermenistan, nüfusun
çoğunluğunu Azeriler ve Kürtlerin oluşturduğu Kalbajar ve Laçin
rayonlarını işgal ederek, bağımsızlığını ilan eden Artsakh Ermeni
Cumhuriyeti’ni Ermenistan’a bağlayan bir bitişik kontrol bölgesi
oluşturdu.
1994’ten beri çatışmaya kalıcı bir çözüm
bulunamıyor. 11 devletten oluşan, eş başkanlığını Fransa, Rusya ve
ABD’nin yaptığı Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) Minsk
Grubu’nun aracılık ettiği müzakereler başarısız oldu. 1994 ateşkesinden
sonra oluşturulup yoğun şekilde silahlandırılan ‘Denetim Hattı’nda ve
Ermenistan-Azerbaycan sınırının başka noktalarında yaşanan çarpışmalar,
bölgede barışa yönelik bir tehdit oluşturmaya kesintisiz olarak devam
etti.
Savaşa giden tırmanış
Çatışmanın
çözülememesinde, şüphesiz, tüm tarafların suçu var. Statükodan memnun
olan Ermenistan’ın, elindeki askerî ve araziye dayalı avantajdan
vazgeçmek gibi bir niyeti yok; bu durum Azerilerin canını sıkıyor.
Milliyetçilik ve hiç bitmeyecekmiş gibi görünen Azerbaycan tehdidi,
ülkede bağımsızlıktan bugüne uzanan sürecin büyük kısmında hüküm süren
Sovyet sonrası dönemin seçkinleri için, kullanışlı bir meşruiyet aracı
oldu.
Ermenistan ile Azerbaycan arasında süregelen gerginlik,
Kafkasya’yı etki alanının içinde tutmak isteyen eski sömürgeci güç
Rusya’ya, iki taraf üzerinde nüfuzunu koruma olanağı sundu. Hatta Putin,
bu savaşı, Ermenistan’da 2018’deki barışçıl Kadife Devrim’in ardından
iktidara gelen Nikol Paşinyan yönetimine, Ermenistan’dan çok daha zengin
ve kalabalık bir ülke olan ve Türkiye’nin destek verdiği Azerbaycan’la
arasındaki uzlaşmazlıkta, Rusya’dan alacağı desteğin ne kadar
vazgeçilmez olduğunu hatırlatmak için kullanabilir.
Ne var
ki, bu son tırmanışın ayrıntılarını anlayabilmek için Bakü’ye ve
Ankara’ya bakmak gerekiyor. Eylül sonunda saldırıya geçen, Türkiye
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yönetiminin askerî donanım ve
Suriyeli paralı askerler aracılığıyla aktif olarak destekleyip ayakta
tuttuğu Azerbaycan güçleriydi.
Görevini 2003’te babası Haydar
Aliyev’den devralan ve demokratik meşruiyeti olmayan Cumhurbaşkanı
İlham Aliyev, Dağlık Karabağ / Artsakh’taki mevcut olumsuz durumun
yarattığı milliyetçi kızgınlığı, dikkatleri giderek artan iktisadi
eşitsizliklerden, ülkenin petrol varlığının çarçur edilmesinden ve
başında olduğu hırsızlar yönetiminden uzaklaştırmak için kullanıyor.
Aliyev’in, bu yaz cephe hattında yaşanan çatışmaların ardından savaş
yanlısı protestocuların Parlamento’yu basmasından beri, milliyetçilik
karnesini şişirme ihtiyacı içinde olduğuna dair de pek şüphe yok.
Benzer
şekilde, Pantürkist ve Ermeni karşıtı söylem, sert bir iktisadi krizin
yaşandığı bu dönemde, Erdoğan’ın sağcı tabanını elinde tutmasını
sağlıyor; bir yandan da, muhalefeti, ana muhalefeti oluşturan Cumhuriyet
Halk Partisi’nin de içinde bulunduğu ‘savaş yanlısı unsurlar’ ile başta
yoğun baskılara maruz bırakılıp tecrit edilen Halkların Demokratik
Partisi olmak üzere ‘savaş karşıtı kesimler’ olarak ayırıp parçalıyor.
Söz
konusu söylem, bunların yanı sıra, Ankara’nın Büyük Güç olma
iddialarını beslerken, Türkiye’nin Suriye ve Libya’ya yaptığı askerî
müdahalelerinde ve Doğu Akdeniz’de gittikçe saldırganlaşan tavrında
görülen, maceracı dış politika tutumuna da oturuyor. Tüm bunlar,
dikkatlerin git gide büyüyen iç sorunlardan uzaklaştırılmasına hizmet
ediyor.
Kısacası, savaş –sıklıkla olduğu gibi– burada da bir otoriter siyasi konsolidasyon aracı olarak kullanılıyor.
Sırada Ne Var?
Peki, şimdi ne olacak? Sağduyu hâkim olsa, taraflar silahlarını derhal bırakıp, ciddi müzakerelere başlamayı kabul eder.
Azerbaycan
ve Türkiye’nin, Dağlık Karabağ / Artsakh halkına kendi geleceğini tayin
etme hakkı tanınmadıkça bir çözüme ulaşılmasının mümkün olmadığını
anlaması gerekiyor. O kadar çok şiddet yaşandı ki, bölge halkının İlham
Aliyev’inki gibi anti demokratik ve yozlaşmış bir rejim altında kendini
güvende hissetmesi artık mümkün değil.
Dağlık Karabağ / Artsakh
Ermenilerinin kendi unutkanlıklarını görmek için, Aliyev rejiminin,
Ermenilere ait tarihî mekânları yok etmek amacıyla, birçok uzmanın
kültürel soykırım olarak tarif edeceği bir operasyon yürüttüğü
Nahçıvan/Nahiçevan’a bakması yeterli. Tamamen Sovyet dönemindeki
sınırlara dönülmesinde ısrarcı olanların da, bunun Stalin’in yerel
halkın kendi kaderini tayin etme isteğini çiğneyerek sürdürdüğü kibirli
sömürgeciliğin meşrulaştırılması anlamına geldiğini anlamaları
gerekiyor.
Ermenilerin ise, nihai bir barış antlaşması
yapılmadıkça statükonun sürekli olarak sorgulanacağını anlaması
gerekiyor. Özellikle de Aliyev rejimi ayakta kalır ve halkın dikkatini
ülke içindeki sıkıntılardan uzaklaştırma ihtiyacı duyarsa… Ermeniler
ayrıca, Azerilerin, durumda ilerleme kaydedilmemesinden ötürü mağduriyet
yaşadığını ve öfkelenmekte haklı olduğunu kabul etmeli.
Kendi
rejimleri tarafından savaşta etnik temizliğe maruz bırakılan ve
propaganda aracı olarak kullanılmak üzere sefil koşullar altında rehin
tutulan yüz binlerce Azeri mültecinin, hâlen Ermeni güçlerinin
kontrolünde olan bölgelerdeki kasabalarına ve köylerine dönmesine izin
verilmesi gerekiyor. Öte yandan, Ermeni mültecilerin Azerbaycan’a
dönmesi imkânsız olabilir.
Son olarak, Sumgayıt’tan
Hocali/Hocalı’ya, iki tarafın da yaptığı tüm insan hakkı ihlallerinin
masaya yatırılacağı, sahici bir hakikat ve uzlaşma sürecine ihtiyaç
var.
İki halkın da iyileşmesi ve barış içinde yaşayan
komşular olarak geleceğe kucak açabilmesi için, bu nefret ve savaş
döngüsü artık sona ermeli. Bunun için de, gücü elinde tutmak, iktidarını
korumak için milliyetçi kini ve etnik nefreti körükleyip kullanan
yozlaşmış, vicadan yoksunu liderlerin gücünün kırılması gerekiyor.
Ölüm aletleri tedarik etmek yerine halkların hayatlarını iyileştirmek üzere yatırım yapılması, ancak ve ancak, barışın ve anlamlı bir demokrasinin hâkim olduğu bir ortamda mümkündür. Savaşların kazananı olmaz – zorbalar ve silah tüccarları hariç…
*Djene Rhys Bajalan Missouri Devlet Üniversitesi Tarih Bölümü’nde yardımcı doçent olarak görev yapmakta; Sara Nur Yıldız, Türk-İran dünyası ve Osmanlı imparatorluğu üzerine çalışmakta; Vazken Khatchig Davidian ise Oxford Üniversitesi Şarkiyat Enstitüsü’nde doktora sonrası araştırmalarını yürütmektedir. Makalenin orjinali için https://jacobinmag.com/2020/10/azerbaijan-armenia-conflict-nationalism-colonialism
Çeviri: Altuğ Yılmaz
AGOS – 15.10.2020