..." /> Bir dev(r)in hikayesi: Nurhak Dağı Destanı (Ağıt) | İsmail Göçüm

Makaleler

Published on Mayıs 31st, 2021

0

Bir dev(r)in hikayesi: Nurhak Dağı Destanı (Ağıt) | İsmail Göçüm


………..ÜÇ SELVİ, ÜÇ YAVRU CEYLAN!………..


7 Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) savaşçısı militan, Halk savaşını başlatmak için Malatya kırsalında tarama çalışmaları yaptıkları sırada, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnanın idam kararları onaylanır. Radyodan olayı duyan genç üniversiteliler, ani bir kararla, Deniz’lerin idamını engellemek için, Malatya Kürecik’ te bulunan ABD Radar Üssü’nü basmaya karar verirler…

Dorukları kar beyaz örtülü ey yüce dağlar,

Renklerle bürünmüş bahçeler bağlar,

Bağrına sığınmış yavru ceylanlar,

Sürmeli gelin gibi al yeşil bahar.

Fabrikaların  sisli  dumanlarından,

Metropollerin bitmez sorunlarından,

Araçların  ürettiği  eksoz gazlarından,

Kentlerin kokuşmuş monotonluğundan,

Üniversitelerin  klişeleşmiş  yapılarından,

Üç yıldız koptu gecenin zifiri karanlığından!

Üç Yıldız ses verdi Nurhak dağlarından!

Anadolunun kekik kokulu yaylalarından.

Gece karanlığında dolunay kadar parlaktılar

Saman yolundan kayan yıldızları saydılar.

Masallardaki gibi bir gece yaşadılar.

Uykuları, sincap yavruları gibiydi,

Kelebekler gibi, hafif uyandılar.

Doğanın güzelliğine baktılar.

Rüya gördüklerini sandılar.

Kollarını havalandırarak,

Gözlerini ovalayarak,

Göğüslerini şişirerek,

Derin derin nefes aldılar.

Sabahın seher serinliğinde,

Üzerlerine sim gibi çiğ yağmıştı.

Bağrından koparcasına cigerlerini,

Oksijenli kekik kokusuyla doldurdular.

Çeşme başında ellerini yüzlerini yundular.

Bakıştılar birbirlerine, gülüştüler hallerine;

Yalın ayak, ince narin çimenlere bastılar.

Yavru ceylanlar gibi, koşuştular,

Çocuklar gibi şakalaştılar.

Gök yüzünde al’lı Turna sürüsü,

Keklik sesleri yayıldı dört bir tarafa.

Avına odaklanmış bir kartal süzüldü…

Bir çobanın kavalı duyuldu ta uzaklardan.

Üzerlerine çiğ yağmış yapraklar arasından, Ultra-violetin yansımaları rengarenk dallarda

Güneşin gülüşü ışıl ışıl, tarlalar allı pullu gelin!

Çok uzaklarda bir köyün yıkık dökük evlerinin

Ressamın tuvaline yansıyan soluk görüntüsü

Gözlerinin kapaklarını kamaştıran renkler…

Güneş ışılarının ısısı alın çizgilerde gizli; Gökyüzünün parlak tenine bakarak,

Gözlerine mavilikleri doldurarak,

Çam sakızı çoban armağanı-

Karınlarını doyurdular.

Uyku tulumlarını

Sarmaladılar.

Aşkla!

Sevgiyle

Sevdayla

Uzak-la-ra,

Çok uzaklara,

Masalımsı dağlara

Karlı beyaz doruklara

Işıldayan köylere baktılar.

Çıktıkları tehlikeli yolcukukta

Bir taraftan hedefe odaklanmak,

Bir taraftan gelecek hayali kurmak

Katmerleşmiş acıların ortağı olmak,

Merhem olmaktı o nasırlaşmış ellere;

Yürekleri kanayan insanların yaralarına…

Işık tutmak, tatlı köy çocukların yüzlerine.

Köylünün ülkenin gerçek efendisi olduğunun

Bilincini kavratmak;

Onları onurlandırmak,

Hep birlikte üreteterek,

Hep birlikte  paylaşarak,

Kardeşçe bölüşebilmekti.

Yapılarını onarmak;

İçlerini canlandırmak,

Dışlarını renklendirmekti.

Yeni gelişen genç fidanlara can suyu vermekti.

Fakat; bu öyle sanıldığı kadar hiçte kolay değildi. Bir yandan örgütler içine sızan istihbarat elemanları, bir tarafta halk içindeki ihbarcılar, devrimcilerin işini oldukca zorlaştırıyordu.

Hikâyenin yolculuğu, dönemin siyasal çalkantılarının özü ile bire bir çatıştığından o dönemi açıklayan bir parantez açarak bir kaç parağraftan sonra, hikaye sürecek.

[68 kuşağı ile cemreler ardı ardına; havaya, suya, toprağa düşmüş, dünyanın her yerinde Martın sonu bahar türküleri söylenmeye başlamıştı. 69 lara gelindiğinde Türkiye Devrimci Gençlik Hareketi, İstanbul’a demir atan Amerikan 6. Deniz filosu askerlerine karşı eyleme geçmiş ve onları denize dönmüştü.  

Çok geçmedi ki; protestolar, gösteriler, grevler arttı. Sesini yükselten Aydınlar, İşçi önderleri, Emekçiler ve üniversitelerdeki öğrenci önderleri teker teker tutuklanmaya başlandı. İşkence tezgahları kurulmuş, işkenceciler kudurmuşcasına işkence yapıyorlardı. Mart ayı bu yüzden -ülke aydınlarına, ezilenlere, sömürülenlere, üniversite gençliğine- zehir zembelek olmuştu.

Amerikan ve Nato emperyalistlerine göbekten bağlı, Feodal kalıntılarla kaplı yarı sömürge Ülke; ekonomik olarak her geçen gün yeni bir krize gebe, siyasal olarak ise krizden krize sürükleniyordu. Dolayısı ile sömürenlerle sömürülenler arasındaki uzlaşmaz çelişki gün gittikçe daha da şiddetleniyordu.

Şiddet ve sömürü düzenine isyan eden  Devrimciler, işçileri ve köylüleri örgütleyerek, top yekün bir devrimle, tam bağımsızlığı ilan etmek ve emperyalistlere olan bağımlılığı ortadan kaldırmak istiyorlardı. Devrimle birlikte ülkenin hem ekonomik hem de siyasal krizini çözmenin teorilerini geliştiriyorlardı.

Revizyonizme bel bağlamış örgütler legalizme kaymış, işçi sınıfının temel değerlerini burjuva düzeninin kırıntılarına tabi kılarak çoktan devrim sürecini tümden askıya almışlardı. Devim savını ileri süren örgütlenmeler ise, Sosyalist Devrim stratejisini çok yönlü tartışıp geliştiriyor, Sosyalist devrimi de içinde barındıran Milli Demokratik Devrim tezini öne sürüyorlardı. Bazı örgütlenmeler, Latin-Amerika- Küba örnegi- kır ve şehir gerillacılığı ile küçük burjuva devrim hareketini öne çıkarıyor. Bazı örgütlenmeler ise, Çin devrimini örnek alarak, köylüleri örgütleyip, kırlardan kentlere Halk Savaşı ile kentleri kuşatarak Demokratik Halk Devrimi yapmayı planlıyorlardı.

Çok yönlü stratejik devrim teorisini savunan ülkenin gençleri;

Bir tarafta Mahir Çayan ve yoldaşları, bir tarafta Deniz Gezmiş ve yoldaşları, bir tarafta, İbrahim Kaypakkaya ve yoldaşları, kentlerden kentlilere, köylerden köylülere köprüler kurarak yollara koyuldular.

Bu hikayede sözkonusu, Devrim ve Sosyalizm için yola çıkan 7 üniversiteliden, 3 selviden, üç ceylandan, üç yiğit devrimciden bahsediyorum.

12 Mart 1971 günü, hükümete Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Faruk Gürler, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Celal Eyiceoğlu’nun imzasını taşıyan bir muhtıra verildi.

Muhtırada şöyle deniliyordu:

“Meclis ve hükümet, süregelen tutum, görüş ve icraatı ile yurdumuzu, anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, Atatürk’ün bize hedef verdiği çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş ve anayasasının öngördüğü reformları tahakkuk ettirememiş olup, Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür”.

Ordunun fiilen yönetime el koymasıyla birlikte Hükümet istifa ettirilir. Yeni kurulan askeri güdümlü hükümetin başına Nihat Erim getirilir.

Böylelikle askerler Atatürkün arkasına gizlenerek, Amerikanın çıkarları doğrultusunda Balyoz Harekatını başlatırlar. Harekatın kapsamı; başta Ankara, İstanbul ve İzmir olmak üzere 6 ilde sıkıyönetim ilanıdır. Bu kapsamda; Amerikan çıkarlarının gözüne batan, TİP ve DİSK kapatılır. Ziverbey Köşkü işkence merkezine dönüştürülür. Yüzlerce devrimci gözaltına alınarak hapishanelere konur.

Bunlarla yetinilmez; artan ekonomik krize boyun eğmeyen Türkiye işçi sınıfı ve üniversite gençliği üzerinde terör estirilmeye başlanır… Bütün saldırılar sonrasında Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) liderleri Deniz Gezmiş, Hüseyin Aslan ve Yusuf İnan yakalanarak idama mahkûm edildiler.

THKO militanları, yoldaşlarının idamını engellemek üzere Malatya Kürecik’te bulunan ABD Radar Üssü’nü basmaya karar verirler. Sinan Cemgil, Alpaslan Özdoğan, Kadir Manga, Mustafa Yalçıner, Hacı Tonak, Metin Güngörmüş ve Ahmet Erdoğan’dan oluşan 7 kişilik bir grup, Nurhak dağlarında, Mart ayı ortalarında başladıkları gerilla eğitimini, Mayıs ayının sonlarına kadar sürdürdüler ve üssü basmak üzere, bulundukları noktadan, bol miktarda patlayıcı düzenek ile  yola çıkarlar…

Planladıkları hedefe ulaşmak için patlayıcıları Amerikan Radar üssüne döşemek ve üstte bulunanları rehin almaktı. Rehineler yolu ile de hükümete baskı yaparak idama mahkum olan yoldaşlarını kurtarmaktı…

31 Mayıs günü Gölbaşı’nın İnekli Köyü yakınlarına gelmişlerdi Yiyecekleri ve içecekleri tükenmişti. Yolda bir çoban ile karşılaştılar. Çobanda şüphe uyandırmamak için, avcı olduklarını söyleyerek bilgi alışverişinde bulundular. Bu güne kadar karşılaştıkları köylülerle hep bu yönlü temas kurmuşlardı ve hiçbir şüphe çekmemişlerdi.

Çobanın yanından ayrılarak yola devam ederlerken, talihsizlik eseri çoban köye geri döner. Muhtarı bularak; “dağda eşkiyalar” gördüğünü haber verir. Muhtar, hemen  manyetolu telefona sarılır. Jandarmayı arayarak bir ihbarda bulunur. Çok geçmeden bölgeye jandarmalar gelir ve gençlerin etrafı sarılır…

Gençler her biri köylü çocuğu olduklarına inandıkları askerleri hedef alıp ateş etmezler. Amaçları askerleri oyalayıp bölgeden uzaklaşmaktır. Askerlerin ateşi 2 saate yakın sürer. Bu arada; Sinan Cemgil, Alpaslan Özdoğan ve Kadir Manga, askerler tarafından öldürülür. Mustafa Yalçıner bacağında ağır yaralanır. Hacı Tonak çatışamada yara almadan kurtulur. Metin Güngörmüş ve Ahmet Erdoğan ise kaçmayı başarırlar.]

Onlar hiç kuşkusuz uğruna savaştıkları yoksul köylülerin acı kurbanı olmuşlardı…

Nasıl değiştiriyorsa güneşin ışınları, karanlığın yüzünü aydınlığa.

Böylesi bir düş ile çıkmışlardı yola.

Onlar korkuyu ilelebet silmek,

Yoksullların sancılarını dindirmek,

Sararıp solmuşa, acıya merhem sürmek,

Köreltilmişliğin her türüne panzehir olmak gibi;

Acıları, tutkuları

Ruhlarına esir ettiler

Hayallerini, umutlarını,

Geride ki gözü yaşlılarını,

Feda ettiler bütün düşlerini,

Bıçak sırtı gibi ortadan yarılmış,

Derme çatma yapılara haps’olmuş,

Köylülerin bütün acılarını içlerine tıktılar.

“Sanma böyle kalır devran,

Yola devam eder kervan

Öldü Sinan doğdu Taylan”

                 (Hasan Hüseyin)

Onlar çıkarken bu yola,

Değişimin kaçınılmazlığını,

Geriye dönmemenin yeminni,

Sevdiklerini bir daha görememenin

Korkusunu içlerinden çoktan attılar.

Meydanlarda,  Mitinglerde  çoştular,

Özgürlüğün kurtuluş yeminini ettiler,

Devrim yolunda ölenlerin, şehitlerin

Türkülerini söylediler,

Nice  tepeleri  aştılar,

Nice dereleri geçtiler…

“””””Güneşi içenlerin türküsü “””””

“Bu bir türkü:

toprak çanaklarda

güneşi içenlerin türküsü!

Bu bir örgü:-

alev bir saç örgüsü!

kıvranıyor;

kanlı; kızıl bir meş’ale gibi yanıyor

esmer alınlarında

bakır ayakları çıplak kahramanların!

Ben de gördüm o kahramanları,

ben de sardım o örgüyü,

ben de onlarla

güneşe giden

köprüden

geçtim!

Ben de içtim toprak çanaklarda güneşi.

Ben de söyledim o türküyü!

Biz topraktan, ateşten, sudan, demirden doğduk!

Güneşi emziriyor çocuklarımıza karımız,

toprak kokuyor bakır sakallarımız!

Neş’emiz sıcak!

                kan kadar sıcak,

delikanlıların rüyalarında yanan

                        o «an»

                                     kadar sıcak!

Merdivenlerimizin çengelini yıldızlara asarak,

ölülerimizin başlarına basarak

                                yükseliyoruz

                                           güneşe doğru!

Ölenler

         döğüşerek öldüler;

                              güneşe gömüldüler.

Vaktimiz yok onların matemini tutmaya!

Akın var güneşe akın!

               Güneşi zaaaptedeceğiz

                                  güneşin zaptı yakın!…”

                                           (Nazım Hikmet)

Nasıl değişiyorsa her mevsimde doğa…

Nasıl karakıştan bahara uyanıyorsa canlılar,

Düşünceleri için nasıl değişebiliyorsa insanlar..

Gerçekten de değişimin mümkün olabileceğini,

Gerçeklerin bir  düş  olmadığını anlatabilmekti;

Bunun için düşmüşlerdi yollara…

Gökyüzünde yüksek hava basıncı…

Yükseklere maviliklere doğru süzülüp  Kaybolup  giden  beyaz şapkalı bulutlar…

Cıvıl cıvıl, her canlının koşuştuğu doğada,

Ter temiz ve çirkinliklerden arınmış havada,

İçlerinde kurdukları umutla çıkdıklarında yola, Takvimler tam 31 Mayıs 1971’i gösteriyordu ki;

Sert ve keskin seslerle sarsıldı sabah…

Pırr pırr  havalandı irili ufaklı kuşlar…

Tüylenmemiş yuvalarda yavrular…

Çırıl

Çıplak

Çığlıklar…

Çırılçıplaktılar.

Yuvalar  perişan,

Yavrular per perişan…

Ve yürekleri yangın yeri analar…

Peş peşe, dolu yağar gibi yağdı kurşunlar…

Düştüler birer birer, kar taneleri gibi yerlere

Düştüler birer birer kar taneleri gibi

Düştüler birer birer kar taneleri

Düştüler birer birer…

Üç

Yavru

Ceylan,

Üç gencecik fidan.

Bahar toprağın aşkı ile yanıp tutuşurken,

İnsan insanın aşkı ile can bulurken,

Bütün umutları kana bulandı,

Ve toprak kan ile sulandı.

Oysa bu fidanların,

Ne karşı koyacak canları,

Ne kurtuluştan başka kavgaları,

Ne kaygıları, ne sarsılmaz saltanatları,

Ne de düşüncelerinden başka silahları vardı.

“Jandarma kurşunu çaldı,

Canımı tenimden aldı

Nurhak’a abide kaldı

Dağlar aldı selamımı”

               (Hasan Hüseyin)

Çıktılar pusudan Jandarmalar,

Ellerinde otomatik Amerikan makinalar,

Her birisi yirmisinde. yalın, yavuz, delikanlı…

Her birisi yoksul ve katıksız köylü çocukları…

Ah

B  i  r

Bilselerdi!

Hikayelerini

Bir bileselerdi,

Niçin öldüklerini!

Bir bil-e-bil-se-ler-di,

Kimler için öldürdüklerini!

Hiç, bile bile ateş ederlermiydi?

Hiç nişan alırlarmıydı masum ceylanlara?

Yine de sıkarlarmıydı savunmasız bedenlere?

Ne varsa, ne yoksa üzerlerindekileri çıkardılar.

Üçünü’de Jipin arkasına zincirle bağladılar,

Sürükleyerek köy meydanını dolaştırdılar,

Köylüleri köyün meydanında topladılar,

Cansız bedenler ibret-i alem içinmiş!

Parçalanmış elbiselerde bedenler,

Köy meydanına fırlatılıp atıldılar,

Her birini yarı çıplak soydular,

Bedenler kan-ı revan içinde,

Hani, dayanılır gibi değil,

Heryerleri delik deşik.

Dom dom kurşunu!

Param parça,

Bedenler!…

Köylüler mırıldanıyorlar kendi aralarında:

“Vatan hayiniymiş bunlar” diyor, birisi,

Bir diğeri;

“Hem’i’de Gomonistmiş” diyor!

Bir diğeri;

“Gomünist’de nedir?” diyor.

Bir diğeri;

“Hepmiz insanız” diyor.

İnsan diyor, insan…

Konuşuyorlar,

Aralarında,

Köylü kadınlar böğürlerine vurup ağıtlar yakıyor!

“Dört bir yana haber salsam

Öldü desem inanırmı

Dağlar bana geri verin

Kadir’imi Sinan’ımı

                    (Hasan Hüseyin)

‘Acı haber tez ulaşır derler’

Öğretmen olan Sinanın anne ve babası olayı duyar duymaz köye gelir. Üç gündür yerde cansız yatan oğullarına sarılırlar.

Babanın gözlerinde ne bir öfke, ne de kin vardır. Bir süre sessizce bir askerlerle, bir köylülerle bakarak göz teması kurar ve şöyle seslenir:

“Ben okumuş ve varlıklı bir aileden geliyorum. Öğretmenim ve ekonomik durumum oldukça iyi. Oğlumu en iyi şekilde yetiştirdim. Ona en iyi eğitimi verdim. Onu bu ülkenin en iyi okullarında okuttum. O yine bu ülkenin en güzide üniversitesi ODTÜ’de okuyordu. Hiçbir şeye ihtiyacı yoktu. Ölmese yüksek mühendis çıkacak ve o da benim gibi varlıklı ve rahat bir hayat yaşayacaktı. Fakat o sizi seçti ve sizin iyiliğiniz için öldü. Bunu bilesiniz diye söylüyorum” dedi.

Gerçekten de Sinan, okumuş ve varlıklı bir aileden gelmekteydi. Öğretmen olan anne ve babasından aldığı ahlak ve eğitimle; İngilizceyi, İtalyancayı, İspanyolcayı, Fransızcayı ve Latinceyi öğrenmişti. İtalyan şair Dante’nin ve Şilili şair Pablo Nerudanın özgürlük şiirlerini ezbere biliyordu. İtalyanca ve Ispanyolcaya hakim, bir o kadar da teorisyen ve sosyal birikimi olan biri. O entellektüel kültürle yoğurulmuş aydın bir gençti..

O anadolunun Cheguvarası olmak için, anadolunun yoksul köylülerini toprak ağalarından kurtarmak için mücadeleye soyunmuş biri. O anadolu köylülerini türkiyenin en güzide üniversitesine yeğledi.

O anadolu köylülerini bilinçlendirmek için gittigi Nurhak dağları eteklerinde, yine köylülerin ihbarı üzerine jandarmalar tarafından pusuya düşürüldüğünde henüz 27 sinde idi.

Canı yanmış bir anne, ancak bu kadar mı soğukkanlı olabilir!…

Evladının cansız ve delik deşik bedenine bakarken, yoksul ve sönük bakışlı köylülere:

“Bakın iyi bakın, o yerde delik deşik kanlar içinde yatan!

Bu; oğlum Sinan!

Diğer yiğitleri göstererek;

(Kadir Manga ve Alpaslan Özdoğan)

“Bunlar da onun arkadaşları, kardeşleri, onlarda oğullarım!

Bu çocuklar, bu oğullar; bu ülkeyi, halkı, sizleri sevdiler.

Başka bir istekleri yoktu.

Her biri birer dehaydı.

Her biri üstün zekâlı, güzel çocuklardı.

Dileselerdi, bu düzenin adamları olur, şimdi burada cansız yatmazlardı.

Okullarını bitirir bitirmez büyük şirketlerin genel müdürü olur, milyoner olurlardı.

Ama onlar, halkı, sizleri sevdiler. sizin sorunlarınızı omuzladılar” diye haykırarak konuşurken,

Köylüler utancından başlarını önlerine eğmiş suskun ve sessizdiler.

Onlar,

Devrim ve sosyalizm mücadelesinde vahşi kapitalist ve sömürü sisteminden başka; hiç bir şeyden, hiç bir nesneden, hiç bir kişiden şikayetçi değildi.

Onlar,

Her Mayısta anılarak yaşayan üç yavru ceylan;

Sinan Cemgil, Kadir Manga, Alpaslan Özdoğan.


İsmail Göçüm – 31.05.2021

Tags:


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑