Yazarlar

Published on Haziran 10th, 2020

0

Bir ülkenin hapsedilmiş evlatlarıydık – Mustafa Kumanova


Gerçeği yıldıramazsınız. Gerçeği yıkamazsınız. Gerçeği ele geçiremezsiniz. Çünkü “Gerçek Devrimcidir!”

“Ne günlerdi o günler!” 

Artık o günler yok. Artık o sokaklar, o mahalleler, o gökyüzü yok. Artık o devrimciler yok. Artık o işçiler yok. 

Islak bir sessizliğin içe işleyen rutubeti var.

Tüm dünyada işçi sınıfı kan kaybediyor. Sendikalar kan kaybediyor. Sol kan kaybediyor. Meydanlar, sokaklar ve caddeler göz yaşı dökerken dünya Sol’unun üzerine ölü toprağı seriliyor. 

Modern toplumun kendi özüne yabancılaşan bireyi insanlıktan uzaklaştığı nispette kurtuluşu bencillik, egoistlik ve sınıf atlamada arıyor. Paylaşmak güzel olsa da, hiç kimse hiçbir şeyi hiç kimseye bedava vermiyor. Bir zamanlar John Steinbeck’in Amerikalılar için, “Sanırım sorun şu ki, Amerika’da kendini proleter olarak gören yok. Fakirler kendilerini geçici olarak sıkıntı yaşayan milyonerler olarak görmektedir,” dediği gibi, artık tüm dünya genelinde insanlar kendilerini işçi ve ezilen olarak değil, geleceğin sınıf atlayanı ve zengini olarak görmektedir. Kapitalizmin büyülü lüks dünyasında “belki bir gün sende olabilirsin” mitine kapılan milyonlar ekonomik eşitlik mücadelesinin peşinde değil, kendilerini en çok ezen otoriterlerin yanıltıcı vaatlerinin sultasında zifiri karanlıklara koşuyor. Zengin ve fakir arasındaki uçurum gün geçtikçe açılırken var olan direnişler de saman alevi gibi dağılıyor. Ve bu atmosferde meydan tarih tekerrür edercesine otoriter siyasilere kalıyor.

Mustafa Kumanova

Dünyanın koşar adım aşırı gerici milliyetçi ve ırkçı kamplara bölünmesi eşliğinde görünürde “Ticaret Savaşları”na aslında kapitalizmin çürümüşlüğünün çıkmazında dünya savaşlarına doğru seyrettiği bir iklimde, gelişmiş “medeni” kapitalist batı ülkeleri de dahil olmak üzere dünya çapında ezilenlerin çoğu, ezilmişliklerinin kompleksi altında seslerini çıkaramadıkları yerde kendilerini ifade etmenin vücut bulmuş hali olarak gördükleri aşırı sağın temsilcisi otoriterleri kendi çıkmazlarına bir alternatif sunduğu yanılgısı içinde iktidara taşıyor. 

Ve böylece tanrısal bir kibir kuşanan ve onla kuşatılan siyasiler de cahilce kozlarını benzer şekillerde dünya politik arenasında paylaşıyorlar. Ezilen halklar üzerinde polis şiddeti ve hapishane korkusu pek çok ülkede olağan hale geliyor ve getiriliyor. 

Bir avuç muhalifin payına ise gözaltılar, hukuksuz yargılamalar ve cezaevleri düşüyor. Umudun uçurumunda da açlık grevleri ve ölüm oruçları çaresizce tutunacak son bir dal oluyor. Çünkü demokratik muhalefetin yolu imkansız hale getiriliyor. İnsani yönden tasvip edilmesi söz konusu bile edilemeyecek olan açlık grevleri ve ölüm oruçları çıplak duvarlarda sesin yankılanması için son çare olarak düşünülüyor. 

“Hapishaneler iktidarların sopası”na dönüştürülüyor. Özgürlük, kardeşlik ve eşitlik naralarına ihtiyaç duyulan yerde korku, endişe ve tükenmişlik sıradan insanları esir alıyor. 

Sessizlik tüm insanlığı tehdit ederken, özellikle de düşünenler, ezilenlere sırtlarını çevirmeyenler ve gücün karşısında biat etmeyenler günümüz Türkiye’sinde fazlasıyla otoriterleşme yolundaki iktidarın o sopasının muhatabı oluyorlar. Her tarihte olduğu gibi… 

Türkiye’de 1980’in ortalarından itibaren kitlesel gözaltı ve tutuklamalar başlamıştı. Bu durum 12 Eylül Faşist Cuntası’na doğru giden yolun taşlarının döşenmesine de zemin hazırlıyordu. Böyle olunca da, zorunlu olarak, kitlesel gözaltı ve tutuklamalar Türkiye’nin sosyal politik gündeminde önemli bir yer oluşturmaya başlamıştı. Artık cezaevleri bir laboratuvar görevi görüyordu. Bu deneylerde Ankara’da Mamak, İstanbul’da Davutpaşa ve Alemdağ Cezaevleri ilk pilot yerler oldu. O günün siyasal ve toplumsal gelişmelerine  göz attığımızda,Türkiye cezaevleri, F-Tipi bir yasam ve izolasyon yaklaşımının uluslararası güçler ve devletle proje olarak tasarlanma aşamasıydı. Böylece siyasi tutsakların, tüm toplumsal muhalefet de dahil olmak üzere, bu durum karşısında karşı tavır belirleme ve tartışma gibi konularda bir cephe oluşturması dönemin şartlarının dayattığı bir zorunluluktu.

12 Eylül Faşist Cuntası’nın gelmesiyle cezaevlerine yönelik saldırı ve sindirme operasyonları daha da azgınca artmıştı. Türkiye’de başta İstanbul olmak üzere yeni yeni askeri cezaevleri açıldı. İstanbul’da daha önce var olan Davutpaşa ve Alemdağ askeri cezaevlerine Kabakoz, Hasdal ve Sultan Ahmet cezaevleri de eklendi. İlk pilot uygulamalar Alemdağ ve Davutpaşa’da başladı. Davutpaşa Cezaevi’nde siyasi tutsaklar Binbaşı Adnan Özbey’in emriyle tarandılar. Yaralanlar oldu. Alemdağ Cezaevi’nde  koğuşlara gaz bombası atılması sonucu devrimciler, Şerif Yazar, Hakan Mermeroluk ve Bahadır Dumanlı, yaşamlarını yitirdiler. Benzer olaylar birçok cezaevinde yaşandı.

İstanbul’da Metris Cezaevinin açılmasıyla birlikte devrimci tutsaklar İstanbul’daki diğer cezaevlerinden bu cezaevine nakledilmeye başlandı. Devrimci tutsaklara dayatılan gayri insani uygulamalar; işkence, saç kesme ve çıplak arama uygulamaları, kabul görmedi. Artık Metris, Mamak ve Diyarabakır cezaevleri Cuntacılar için önem arz etmekteydi.

Cezaevlerinde  90’lı yıllardan sonra çok farklı deneme ve değişimlere gidilmiştir. En zalim, acımasız, “Hayata Dönüş” gibi operasyonlarla insanlar diri diri yakılmıştır. Bu  durum F-Tipi cezaevlerinin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu aynı zamanda tüm Türkiye’de F- Tipi bir yaşamı da giderek dayatmıştır. Hatırlanırsa, “bu model ile birlikte cezalandırmada önemli niteliksel değişimler olmuştur. Toplumdan yalıtılmış grupların yerini, teslim alınmaya çalışılan birey almıştır. Bu yeni model, cezalandırmanın biçimindeki değişimin adı olmanın ötesinde genel bir mantığın değiştiğinin de göstergesidir. Açarak söylemek gerekirse, cezalandırma, daha özel şekliyle kapatma, yalnızca bir mahkum etme şekli ya da mahkumlara dönük bir uygulama değildir. Bu uygulamayı, aynı zamanda bütün bir toplumda hakim kılınmak istenen bir siyasi ve sosyal olgu olarak okumak olanaklı. Tüm bu noktalardan hareketle, Türkiye´deki genel olarak cezaevi mantığını ve özelde F tipi cezaevlerini anlayabilmek ve anlamlandırabilmek için sırasıyla izolasyonun “ne” olduğuna, uygulamaların dünya genelindeki tarihsel arka planına, F tiplerine gelene kadar Türk ceza infaz kurumlarında yasanan değişim ve dönüşümlere ve son olarak da, F tipi yüksek güvenlikli ceza infaz kurumlarına geçiş süreci ile tecrit uygulamalarına bakmakta fayda var(ÖZGÜRLÜK)” Siyasi tutsakların benliklerinin ele geçirilmesi için en ağır koşullarda uygulanan tecrite karşı içeride ve dışarıda her türlü örgütlenmenin koşulları yaratılmalıdır. Mümkün olduğunca en geniş kesimlerle ilişki kurarak kamuoyu yaratma açısından kitleselliğe önem vermeliyiz. 

Türkiye cezaevleri üzerine çokça yazıldı ve çizildi. Akla gelmeyecek insanlık dışı uygulamalar yaşandı. Elbette bunları tarihe not düşmek bir görev. Fakat sol içinde cezaevleri, açlık grevleri(AG) ve ölüm oruçları (ÖO) üzerine strateji ve taktik tartışmaları söz konusuydu. Bize göre, bugünde zaman zaman yaşanan AG ve ÖO gibi konular, o dönemin tartışma ve yaklaşımların devamıdır. Evet bu tartışmalar olmalıydı, buna itirazımız yok. Ancak itirazımız bu tartışma ve yaklaşımlarda devletin/devletlerin uygulamalarını görmeden değerlendirmek ve bu tartışmaları “ihanet, teslimiyet” gibi kavramlarla boğmaya çalışmadır.

Toplumsal muhalefeti cezaevlerinden ya da AG ve ÖO (talepler haklı da olsa) ile harekete geçirebilmek mümkün değildir. Bunu hep söyledik. 96 Ölüm orucunda da bunu ifade etmiştik. Türkiye’de demokrasi, özgürlükler, adil yargılanma ve devrim gibi meseleler iç dinamiklerle gerçekleşecek konulardır. Bize göre sorun cezaevleri mücadelesine ve bu yöntemlere bakışta.

Cezaevleri mücadelenin bir alanı değildir, sadece parçasıdır. Yıllardır tartışma böyle yürümektedir. Biz cezaevlerinden bu talepler için toplumsal dinamikleri harekete geçiremeyiz. Bu mümkün değil ve dünyanın hiçbir yerinde olmamıştır. 

Bugün bunları hatırlatmak ve sunmakta ki amacımız gelecek kuşaklara bir birikim ve tecrübe sağlamaktır. Bu gerçekliği görmemiz zorunluktur. Cezaevleri, AG ve ÖO gibi konularda böylesi açık ve net anlaşılır bir tartışma yapmak hepimizin sorumluluk ve görevidir. Bu mücadelede ölen tüm dostlarımız bizlerin içini yakar ve yakıyor. Ne var ki, böylesi bir tartışmada, farklı yaklaşımları dikkate almalıdırlar.

Bana göre devrimciler faşist cuntaya karşı, başta Diyarbakır, Mamak ve Metris olmak üzere ciddi bir direniş ve ayakta durma mücadelesi örneği olmuşlardır. Elbette eksikler, yanlışlar, hatalar ve düşüp kalkmalar yaşandı. Ama hiçbir zaman devletle uzlaşma olmadı. Bundan dolayı da Türkiye cezaevlerindeki cuntaya karşı direniş bizlerin tarihidir.

İnsan bedenine işkence ederek belki insanı yıldırabilir, yıkabilir ve ele geçirebilirsiniz. 

Ancak gerçeğe işkence edemezsiniz. 

Gerçeği yıldıramazsınız. 

Gerçeği yıkamazsınız. 

Gerçeği ele geçiremezsiniz. 

Çünkü “Gerçek Devrimcidir!”


Yazarın Notu: Elbette böyle bir yazı ve çalışmayı, okuyucular da takdir eder ki, kısa bir makaleye sığdırmak mümkün değil. 

Mustafa Kumanova – 10.06.2020

Tags:


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑