Yazarlar

Published on Haziran 27th, 2020

0

Bu dünyadan bir Eylem geçti – Burhan Öztürk


…Eylem Ataş’ın yaşamına ve mirasına ve o cesur yüreğine ve o kara saçlarına ve o her daim içi gülen gözlerine bakalım…


Nar gibi kızgın demiri örsün üstünde sağa sola kıvılcımlar sıçratarak dövüyordu demirci ustası. Arabadan inip sokağa girdiğimizde karşıma çıkan ilk manzaraydı bu.

O çarşıya göre hayli geniş sayılabilecek toprak yol, sağlı sollu birbirine yaslanmış en çok bir iki katlı eski binaların arasından geçiyordu. El işçiliğiyle imal edilmiş basit tarım aletleri satan dükkanlar, daha modern alet edevat dolu dükkanlarla yan yana sırt sırta vermiş uzayıp gidiyordu. Solda av silahları satan, tamir eden bir dükkan vardı, vitrininde çeşit çeşit av tüfekleri. Az ilerde yine bir demirci dükkanı…ağır çekiç örsün üstündeki demirin sırtına bir inip bir kalkıyor. Solda camı çerçevesi açık yarısı sokağa taşmış mangalıyla bir kebapçı dükkanı. Dükkana girdik selam verdik, sahibi olduğunu, ayağa kalkıp bize hoş beş etmesinden dolayı anladığım biri bizi masaya buyur etti. Beraber gittiğimiz arkadaşımın elini hürmetle sıktı. Bana da saygılı bir hoş geldin ağam diyerek yanımıza oturdu. Mehmet…dükkanın sahibi. Arkadaşım beni tanıttı, yıllardır tanıyor, biliyor olmasına rağmen ilk kez görüşme fırsatımız olduğunu söyledi gülümseyerek.

Yirmi yıldan daha fazla bir zaman geçmişti ilk ADANA ziyaretimin üstünden. O tarihten bu yana oradaki dostlarımla bağımı koparmamış, gerek telefonda gerekse eş dost vasıtasıyla sürekli birbirimizi arayıp sormuştuk.

Çarçabuk masamız donatıldı. Biz sohbet ederken kebaplarımızda geldi. Bir yandan karnımı doyurmaya çalışıyor bir yandan da karşı binaları inceliyordum. Her biri en az yüzelli yıllık binalardı bana göre. Kalın taş duvarlar, yer yer dökülmüş örselenmiş sarı beyaz arası taş duvarlar. Eski tarihlerde hemen hemen tümü Ermeni zanaatkarlara ait ufakça dükkanlar. Adananın DEMİRCİLER ÇARŞISI.

Vakit öğlendi, sonbaharın ortası gelmişti ama hava sıcaklığı otuz dereceydi Adana’da hala…

Bütün bir geceyi otobüste geçirmiş ve hiç uyumamıştım. Sabahın ilk ışıkları çayır çimeni, çam ağaçlarını,dağı taşı sarıya boyarken otobüs Pozantıya inmiş, şoför mola vermişti. Birkaç saat sonra illet bir sıcağın başlayacağını biliyordum, lakin sabahın erken saati olduğundan ısırır gibi bir soğuk vardı. Uyku mahmuru gözleriyle gençler kızlı erkekli birer birer otobüsten indiler. Çoğu iner inmez birer sigara yaktı. Kimi çay kimi çorba içmek için lokantaya girdiler. Bir saat kadar sürdü molamız, tekrar otobüse doluşup Adananın yolunu tuttuk.

Yarım saatte bir Osman’ı arıyordum telefonla…

Cenazeyi aldıklarını söyledi, ancak ikindi sularında Adana’da olabileceklerini bildirdi en son.

Adanaya vardığımızda saat on sularıydı. Rehberlik eden gençlerin yardımıyla şoför anayoldan ayrılıp mahalle aralarından geçerek şakir paşa semtine ulaştı. Boş bir araziye park ettik, karşıda cemevi görünmüştü, bizden önce çeşitli şehirlerden ve Adananın mahallelerinden insanlar çoktan cemevine gelmiş etrafı kızıl bayraklarla ve EYLEM’in fotoğraflarıyla donatmışlardı.

Bazı fotoğraflar vardır, nereden bakarsan bak fotoğraftaki kişi senin gözlerinin içine içine bakıyordur. Eylem de öyle bakıyordu gözlerimin içine gülümseyerek. Bir ara gözlerimi kaçırdım, başımı öne eğdim. Yaşama utancı mı keder mi? Bilemedim.

onsekiz yaşım geçti gözlerimin önünden…o zaman da gencecik bedenleri veriyorduk toprağa şimdide…Fethi’yi Recep’i düşündüm her ikiside onsekiz ondokuz yaşlarındaydı vurulup düştüklerinde. Sene bindokuzyüz seksen idi…şimdi sene ikibinonaltı, ve hala gencecik fidanlar düşüyordu toprağa. Ve ben hala yaşıyordum…!

Marşlar ve sloganlarla bekliyordu yüzlerce insan Eylem’i…

Tam yüzbir gün sonra kavuşacaktı bedeni doğduğu topraklara. Yüreği bedeninden büyük,sevdası yüreğinden taşan gencecik bir kadın. Kızıl-mor bayraklar altında kadın yoldaşlarının omuzunda girdi kalabalığın içine. Sloganlar marşlar zılgıtlar arasından geçerken Eylem, benim gözlerimin önünden Fethi, Recep geçiyordu…Bedreddin, Mahir, Aziz geçiyordu. Kapkara saçları vardı diyordum kendi kendime, çok güzel gülüyordu, gözlerinin içi gülüyordu…

Kabataştan vapura binmiştim, arka tarafta sigara içiyor denize bakıyordum dalgın dalgın. “ ağbi merhaba, buradamıydın…” dedi biri, döndüm ki Eylem. Sarıldık öpüştük. Çay aldık hem çay içtik hem sohbet ettik kadıköye kadar. Vapurdan inip sohbet ede ede yukarı çıktık. Hızlı yürüyor olmalıydım ki “ağbi acelen ne” dedi. Gülümsedim, daha ağırdan almaya başladım. Meğer acelesi olan ben değilmişim…

Demirciler çarşısında otururken bir yandan da Yaşar Kemal ustanın “demirciler çarşısı cinayeti” isimli destansı romanını düşünüyordum…yıllar yılı bu kadim topraklar kanla sulanıyormuş meğer. Bu çarşı esnafı Ermeni zanaatkarlar, çukurovanın öldürücü sıcağı altında ırgatlık yapan yoksul ermeni köylüleri ve daha nicelerinin kanlarıyla sulanan Çukurova toprağı şimdide Eylem’i bağrına basıyordu. Ağaların zulmü altında inleyen gariban köylüler, zorla iskan ettirilip ağaların insafına terk edilen Yörük göçerleri, hepsi bu kadim topraklardan geriye kalan yadigarlar, tıpkı ince memed gibi, tıpkı memedin Hatçası gibi…

Gün batmış,akşam iyiden iyiye çökmüştü çukurovanın üstüne. Uçsuz bucaksız bir lacivert örtü seriliydi gökyüzüne sanki, nakış nakış yıldız serpiştirilmişti bu lacivert örtünün üzerine.o illet sıcak yerini tatlı bir esintiye bırakmıştı. Karanlığın bağrını parçalarcasına sloganlar duyuluyordu dört bir taraftan. Ağıtlar yerini yeminlere bırakmıştı Eylem’i çukurovanın karnına bir bebek gibi bırakırken.

Destanlar, efsaneler otağı bu topraklar, bu Çukurova, bu dağ taş, bu gece, bu mermi gibi patlayan sloganlar, servi ağaçlarına konan gece kuşlarının feryadı andıran ötüşleri, hepsi birden doğacak yeni günün habercisiydi. Ve biz o yeni gün’de toprağa ,suya, güneşe yüzümüzü dönüp and içelim ki , bu gencecik ölülerimizin , bu taze fidanlarımızın, geçmişimizin ve gidenlerimizin hesabını sormadık tek bir gün bile bırakmayalım. Eğer bir geleceğimiz varsa ve eğer hala insanca yaşayabilmenin düşünü kuruyorsak hiçbir şey bitmedi ve hatta her şey daha yeni başlıyor. Bunu anlamak için Eylem’in yaşamına ve mirasına ve o cesur yüreğine ve o kara saçlarına ve o her daim içi gülen gözlerine bakalım.


BURHAN ÖZTÜRK…28 Ekim 2016…İstanbul.

Tags:


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑