Seçtiklerimiz

Published on Eylül 24th, 2020

0

Demirer: Irkçılıkla mücadele etmenin yolu sokaktır

Yükselen ırkçılığa ilişkin “Bu karanlık tünelin nihayetinde bir ışıktan öte büyük bir yangın görünüyor” uyarısında bulunan yazar Temel Demirer, ırkçılıkla mücadelenin bir “güç” sorunu olduğunu ve “sokak”ta yürütülmesi gerektiğini söyledi.  


Söyleşi: Naci Kaya / Mezopotamya

İnsanlık tarihinde çoğu zaman “kitle imha silahı” olarak kullanılan ırkçılık, genel geçer olan “hastalık” tanımlamasını aşarak bir “sistem” sorunu olarak karşımızda duruyor. Adolf Hitler’in “Nazi Almanya’sı” ile bütünlük kazanan ırkçılık, insanlık tarihinde yaşanan bütün savaşların ana sebebi olduğu genel bir tespit. ABD’de “Nefes alamıyorum!” diye haykıran George Floyd’un nefesini kesen şiddet hali olan “ırkçılık” ise bunun sadece bir örneği. Türkiye’de de Kürtlere yönelik uzun yıllardır uygulanan ve son zamanlarda artarak süren ırkçı olayları, sorunun bir “hastalık” olmadığı bir “sistem” sorunu olduğu kabul ediliyor. Irkçılığı, kapitalizm ve faşizmden ayrı ele alınamayacağına dikkati çeken Marksist-yazar Temel Demir, sorularımızı yanıtladı. 

 Irkçı saldırıların artarak devam ettiği bir süreci yaşıyoruz. Buna dair “hastalık” gibi birçok tanım getiriliyor. Teorik ve soyut anlamıyla ırkçılık nedir? 

Fransızca sözlüğe göre ırkçılık, “Bazı ‘ırk’ların diğerlerinden üstün olduğu fikri üzerine kurulu teori” iken, İngilizce kaynaklara göre, “İnsanların özelliklerinin, karakteristiklerinin temel belirleyicisinin ırk olduğunu ve ırksal farkların belli bir ırkın doğuştan üstün olmasıyla sonuçlandığına dair inanç. Irksal önyargı, ayrımcılık”tır. Materyalist Felsefe Sözlüğü’ne göre de, insanların değişik ırklardan geldikleri olgusuna dayanarak sosyal eşitsizliği, sömürüyü ve savaşları meşrulaştıran reaksiyoner bir teoridir. Yani temelinde önyargı, ayrımcılık, homofobi, yabancı düşmanlığı gibi unsurların olduğu “etnik narsisizm” olarak tanımlanması mümkün olan ırkçılık, kendisi gibi olmayanı ötekileştiren ve James H. Cone’nin, “Soykırım, ırkçılığın mantıksal bir sonucudur,” ifadesiyle müsemma kitle imha silahıdır! İnsanlığa bulaşmış en büyük hastalık, kara leke; tarihin en pis işlerini yaptıran virüstür; insanlık suçudur; insanlığın en iğrenç hâllerindendir.

Temel Demirer

Irkçılık ile milliyetçilik arasında nasıl bir bağ var? 

Evet, milliyetçilik ile ırkçılık arasında doğrudan bir bağ vardır; nefretin kolay bir hâlidir ırkçılık (cinsiyetçilik vd.’leri gibi); ötekileştirme sürecinin ürünüdür. Bu çerçevede ırkçılık bölücülüktür; aymazlıktır; dildedir, davranıştadır; zihinlerdedir, sözcüklerdedir, duygulardadır; yalansız, inkârsız ol(a)mayan sürü psikolojisidir; körlüktür, gör(e)memektir, duy(a)mamaktır; vicdan yoksunluğudur, ahlâksızlıktır; nefrettir. İnsanların eşitliğine inanmayan, eşitsizlikçi görüşün zorunlu sonucu olarak milliyetçilik ile doğrudan bir bağı vardır. 

Bir yandan “bizim gibi ol derken”, diğer yandan “asla bizim gibi olamazsın, çünkü bizden biri değilsin ve biz de seni asla bizden biri olarak görmeyeceğiz” diyerek kendisini yeniden, yeniden üretendir. Nihayet bir ırkı, bir dini, bir mezhebi ya da bir milliyeti diğerlerinden üstün görerek övmek ile başka ırk, din, mezhep veya etnik kökenden gelen insanları aşağılamak, ayrımcılığa tabi tutmak, yine ırkçılık olarak tanımlanır. Bu anlamıyla ırkçılık eşitlik karşıtı olup faşizmin başlıca bileşenlerinden biridir.

Bu anlamda biyolojik ve genetik olarak ırktan söz etmek, cehalet değilse eğer, faşist bir söylemdir. Antropolojinin bugünkü verileriyle insanı ırklara ayırmak mümkün değildir. Aynı durum “kültürel üstünlük” iddiaları için de geçerlidir.

 Irkçılık için “Faşizmin başlıca bir bileşeni” dediniz…

Evet, halkların belli bir genin etkisiyle oluşan özelliklerinden dolayı birbirlerinden ayrılmasının ve buradan bir ırklar hiyerarşisi üretmenin bilimsel olarak bir dayanağı yoktur. Çünkü genetik olarak, saf, karışmamış bir “ırk” da yoktur. Bu anlamda biyolojik ve genetik olarak ırktan söz etmek, cehalet değilse eğer, faşist bir söylemdir. Antropolojinin bugünkü verileriyle insanı ırklara ayırmak mümkün değildir. Aynı durum “kültürel üstünlük” iddiaları için de geçerlidir. Bugün, örneğin New York’ta yaşayan bir Amerikalıyı, teknik gereçleri olmaksızın, diyelim ki Kalahari çölünün ortasında bıraksanız, kültürel donanımı, hayatta kalmasını sağlayamaz. Oysa Kalahari yerlisi bir Kung San, aynı ortamda karnını doyurur, su bulur, çocuklarını yetiştirir. Bir başka deyişle, herkesin “kültür”ü, fiziksel ve sosyal çevresiyle anlamlı ve yeterli bir ilişki kurabilme kapasitesiyle tanımlıdır; bu anlamda “kültürel üstünlük” iddiaları” da ancak emperyal emelleri meşrulaştırma araçları olarak bir “değer” taşır.

Irkçılığın kapitalistlerin emperyal emellerinin meşrulaştırma aracı olduğunu söylediniz. Biraz açabilir misiniz?

Irkçılığın kapitalizmin dünya ölçeğinde üretim tarzı olmasıyla ortaya çıktığını vurgulayan Alex Callinicos’in de altını çizdiği üzere ırkçılık, XVII. ve XVIII. yüzyıllarda köle emeğinin kullanılması sürecine bağlı olarak ele alınabilir bir kavram. Özellikle bu dönemde sömürgelerde kurulan plantasyonlarda önemli bir işçi yoğunlaşması yaşanır. Irkçılık da plantasyon aristokrasisi denebilecek bir sınıfın ideolojisi olarak şekillenmeye başlar. “Yeni Dünya”daki (Amerika kıtası) sistemli kölecilikle ırkçılık ideolojisi at başı gider.

Bakıldığında sömürünün özgür ücretli emeğe dayalı olduğu kapitalizm, ortaya çıkışında, kardeşlik, eşitlik, özgürlük söylemlerini kullandı. Ancak, burjuva devriminin temel ilkeleri olan bu kavramlar gerçek durumla tamamen çelişir. Çünkü kapitalizmde sınıflar vardır ve bu sınıflar toplumun zenginliğinden aynı derecede faydalanamaz. Söyleminde eşitlikçi olan kapitalizm gerçeklikte yarattığı eşitsizliği açıklamak zorundadır. Misal neden “Şeytan” kara/koyu renkli tasvir edilir hep? Beyaz olmak bu kadar mı mükemmel bir duygu! Hasılı, “Beyaz Adam”ın sömürgeci ideolojisidir.

Putin “Büyük Petro”; Erdoğan “Abdülhamit” diyor. Darbeler ülkesi Brezilya’yı da daha önceki darbeleri yeterince şiddet kullanmamış olmakla suçlayan Bolsonaro yönetiyor. AB üyesi Macaristan’da Viktor Orbán “otokrasi”sini yeni bir anayasa ile kurdu; Hindistan’da ise Narendra Modi, Budistleri, Müslümanları, Sihleri yok sayarak, “Hindu milliyetçiliği” diyor, başka bir şey demiyor!

Irkçılık düne göre nasıl bir benzerlikle yükselişte? 

Sermayenin tekelleşmesi, liderlerin güç kullanma eğiliminin artması ve ırkçılığın yoğunlaşarak yaygınlaşması gibi unsurları da hesaba katarsak, Birinci Emperyalist Dünya Savaşı öncesi koşullara benzeyen bir tırmanış yaşıyoruz. Emperyal geçmişi olan ülkeler referanslarını tarihte arıyor; örneğin Putin, “Büyük Petro”; Erdoğan, “Abdülhamit” diyor. Darbeler ülkesi Brezilya’yı da daha önceki darbeleri yeterince şiddet kullanmamış olmakla suçlayan Bolsonaro yönetiyor. AB üyesi Macaristan’da Viktor Orbán “otokrasi”sini yeni bir anayasa ile kurdu; Hindistan’da ise Narendra Modi, Budistleri, Müslümanları, Sihleri yok sayarak, “Hindu milliyetçiliği” diyor, başka bir şey demiyor! Yani kapitalizmin 2008 krizinden sonra bir türlü toparlanamamış olması ve kırılgan ekonomileri, bu ülkelerde zaten bu türlü demagojinin zemini ve ırkçı pratiğinin önünü açıyor. Yani merkez ülkelerde aşırı sağ/faşist bir dalga güçlenerek yükseliyor. 

Kapitalizmin yapısal krizi içinde bunalan kitlelerin yerleşik rejimlerin yönetici seçkinlerine öfkeleri ise gittikçe artıyor. Faşist partiler kitlelerin bu öfkesini ve siyasallaşma reflekslerini Müslüman sığınmacılara, göçmen nüfusa, giderek de Yahudilere yöneltiyor, kapitalizmi hedef almalarını önlüyor. Böylece, ırkçılık, milliyetçilik, “kimlikçilik” (beyaz Hıristiyan- kimliği), “yerlicilik” (Nativizm), kısaca dinci reaksiyon ve faşizm ile yükseliyor. Tablo tüm çıplaklığıyla karşımızda!

 Irkçılığın hızla yükselmesinde medyanın nasıl bir payı var? Marksist düşünür Louis Althusser “Devletin İdeolojik Aygıtları” teorisini referans alınırsa neler söylemek istersiniz?

Olup-bit(mey)en elbette kapitalist devletin (b)ilgisi dahilindeyken; onun soytarısı medya(ların)dan da “farklı” bir şey beklemek “nafile”dir! Evet, medya kapitalizm için kirlenmiş, yalanlarla zehirlenmiş, çarpıtılmış haberler sunan bir propaganda aracıdır! Bu kadar değil: Paranoyalarla, önyargılarla beslerken; ayrıştırıcı/ ötekileştirici bir dil kullanır. Yani dezenformasyon onların varlık nedenidir! Bu çerçevede “Devlet işçi sınıfının, artı-değerin zorla elde edilmesi sürecine boyun eğmesi için egemen sınıfların işçi sınıfı üzerindeki egemenliğini güvence altına almasını sağlayan bir baskı ‘makinesi’dir,” vurgusuyla, “Devlet, sömürü üzerine kurulmuş ideoloji ve zor kullanımıyla garantilenmiş bir aldatmaca ilişkisini icra eder.”

“Devletin kapitalizmin yeniden üretimini sağlamada iki tür sistemi vardır: İlki, Devletin Baskı Aygıtları; hükümet, ordu, polis, hapishane. İkincisi Devletin İdeolojik Aygıtları; eğitim, din, siyaset, sendika, basın-yayın. Bunlar ideolojik yeniden üretimi devletin işleyişine bağlayan kültürel aygıtlardır,”  diyen Louis Althusser’in ifadesindeki “birinci” ve “ikinci” bağlamlı çözümlemelerin, -nihai kertede- kapitalist zorbalığı ayakta tutan şiddet aygıtlarından başka anlamı olmadığı görülmelidir. Söz konusu şiddet aygıtları (DİA’lar da dahil!) açısından, “Despotizmin ilk özelliği, deyim yerindeyse hiçbir yapısı olmayan bir siyasal rejim olmasıdır. Ne siyasal, ne hukuki ve ne de toplumsal bir yapısı vardır,” der Louis Althusser. O hâlde burada bir kapitalizm parantezi açmak “olmazsa olmaz” oluyor!

Kapitalist küreselleşme yerküresinde dermanı bulunamayan ırkçılığı bir hastalık olarak kodlayıp, psikiyatriye yönlendirip onu masumlaştıramazsınız. Hitler hasta değildi. Irkçılık bir ideoloji körlüğüdür. Irkçılığın psikopat üretme çiftliği olan kapitalizm ile bir diğer ilişkisine gelince Kapitalizm salt ekonomik bir ilişki değil.

Malcom X., “Irkçılık olmadan kapitalizm de olmaz” diyor. Buna katılıyor musunuz?

Evet, Malcom X. haklıdır. Çünkü ırkçılık kapitalizm koşullarında yapısaldır. Marksist perspektifte ırkçılığın ortaya çıkışının da emperyalizmin, sömürgeciliğin meşrulaştığı dönemlere ve herhangi bir coğrafyada rant paylaşımında sıkıntılar yaşandığı dönemlere denk gelmesi ortada daha temel ekonomik sebepler olduğunu gösterir. Kapitalist yeniden üretim döngüsü, yeniden ırkçılık döngüsünü de üretir. Irkçılık, sömürgeciliğin/ emperyalizmin ürünüdür. Onlarla küreselleş(tiril)miştir. Kapitalist küreselleşme yerküresinde dermanı bulunamayan ırkçılığı bir hastalık olarak kodlayıp, psikiyatriye yönlendirip onu masumlaştıramazsınız. Hitler hasta değildi. Irkçılık bir ideoloji körlüğüdür. Irkçılığın psikopat üretme çiftliği olan kapitalizm ile bir diğer ilişkisine gelince Kapitalizm salt ekonomik bir ilişki değil. “Kâr makinesinin” yaşaması, sermayenin birikimi için gerekli kuralları, ilişkileri, ahlâkı, estetiği kısacası “kapitalist gerçekçiliği”, bu son derecede karmaşık yapıntıyı tek olanaklı yaşam biçimi olarak benimseyecek insanlar, bu yapıntıyı koruyan şiddet aygıtları, yeniden üreten kurumlar, dahası sermayenin, sonu gelmez yaratıcı (ya da artık yaratıcılığını tümden yitirmiş) yıkımının insanlarda yarattığı sancıları uyuşturacak fanteziler gerekiyor. 

Yaklaşık 35 yıldır kapitalizm yapısal krizini yönetmekte, var olanı yıkarken kendini yenilemekte gittikçe zorlanıyor. Mali krizden sonra bu zorluk daha da belirginleşti, bilinçlere çıktı. Kapitalizmin yapısal krizi içinde verili sermaye birikim rejimi tüm değerleriyle birlikte dağılıyor. 

Mali krize vurgu yaptınız. Bu durum ırkçılığı nasıl körüklüyor? 

Soğuk Savaş’ın bitimiyle “özgür dünya” fantezisi işlevini yitirdi. Mali krizle birlikte “piyasalar kendiliğinden dengelenir” fantezisi yıkıldı. “Geri çevrilemez süreç” olarak sunulan küreselleşme çözülüyor. Kapitalizmle birlikte yükselen Batı egemenliği, beyaz-Hıristiyan erkeğin üstünlüğü iddiası da artık geçerli değil. Feminizm “ataerkil” fallusu delik deşik etti. 

Yine, kapitalizmin tüm imkânsızlıklarının gözler önüne serildiği bir dönemdeyiz. Önce Tanrı ölmüştü, sonra Thatcher “toplum yoktur” diyerek toplumun öldüğünü haber verdi. Mali kriz “ya kapitalizm de ölüyorsa” sorusunu yeniden canlandırdı. Peki, “Büyük Öteki”nin adı şimdi neydi?

Kapitalist toplum bir psikopat üretme çiftliğine dönüştü. Boşuna mı son 10 yılda psikopati konusuna ilgi aniden arttı. Araştırmaların bulguları da ilginç: Hapishanedekilerden, şirket müdürlerine (özellikle Silikon Vadisi’ndekilere), yasalarla sınırlanmadan yönetmek isteyen siyasi liderlere kadar psikopatlar her yerde… 

Bunlar böyleyken; ırkçılık da kapitalizmin “normal”lerinden birisi olup çıkıyor! Kimileri için “abartı” gibi gelse de ırkçılık ile faşizm arasındaki bağ sarih bir hâldir. Irkçı eğilimler, faşizmden soyutlanamazken; etnik kökene göre ayrımcılık yapmaktır faşizm… “Irkçılık mı faşizmden çıkar, faşizm mi ırkçılıktan?” çıkar sorusuna gelince her ikisi de kapitalizmden mülhem ya da ona mündemiçtir. 

O halde yaşananlar tesadüf değil…

Elbet bunların böyle olması “tesadüf” değil! Neo-liberal küreselleşme süreciyle birlikte önemli ölçüde artış gösteren uluslararası ve toplumsal eşitsizlik, bu yeni dönemde kitleler nezdinde belirsizlikleri ve endişeleri körüklüyor. Belirsizlik ve endişe, tarihte her zaman olduğu gibi tepkisel aşırı sağın kitlesel ve bireysel ölçekte yükselişine zemin hazırlıyor. Ana akım siyasetin (ekonomik ve siyasal neo-liberalizm) insanların gündelik yaşamına dair çözüm üretememesi ve meşruiyetini kaybetmesi, bazı bireylerin aşırı sağın kolaycı, tepkisel imgelem dünyası üzerinden hayata bakmalarına kapı aralıyor. 

Bu vasatta, tüm sorunların kaynağı olarak “ötekinin”, “azınlığın” gösterilmesi (Norveç’te, Yeni Zelanda’da göçmen, Polonya’da Yahudi vb.) kolaycı, bir o kadar da tehlikeli bir yolun kavşağında olduğumuzu gösteriyor.  David Harvey’in, “Neo-liberal proje hâlâ hayatta ve iyi durumda. Sorun şu ki, neo-liberalizm artık kitlelerin rızasını aramıyor. Meşruiyetini kaybetti. Daha önce neo-liberalizmin devlet otoriterliği ile bir ittifak içine girmeden hayatta kalamayacağını işaret etmiştim. Şimdi neo-faşizmle bir ittifak yolunda ilerliyor,”  notunu düştüğü tabloda Brezilya’da Bolsonaro, Hindistan’da Modi, Macaristan’da Orbán, Türkiye’de Erdoğan “kaza” falan değil! Bunlardan hiçbirisi, 1930’ların faşist liderleri gibi, açıkça demokrasi düşmanlığı yapmıyor ve bu yüzden yönetimleri de daha çok “otokrasi”, “diktatörlük”, “otoritaryanizm” gibi sözcüklerle tanımlanıyorlar.

Dış politika Doğu Akdeniz’de bir çıkmaza girdi; ekonomiye yükü göreli olarak artıyor. Bunlar çok patlayıcı bir karışım oluşturuyor. Tam bu noktada dinci, Osmanlıcı, ırkçı, milliyetçi çığırtkanlık rejimin vazgeçilemez cephaneliğini oluşturuyor.

“Devletin bekası” söylemleriyle totaliterleşen Türkiye gerçekliği hakkında neler söylemek istersiniz? 

Türk(iye) toplumu: Ekonomik kriz bir kırılma noktasına hızla yaklaşıyor. Covid-19 salgınının ikinci dalgası gündemde; veriler bulanık ama yönetilemediği açık. Dış politika Doğu Akdeniz’de bir çıkmaza girdi; ekonomiye yükü göreli olarak artıyor. Bunlar çok patlayıcı bir karışım oluşturuyor. Tam bu noktada dinci, Osmanlıcı, ırkçı, milliyetçi çığırtkanlık rejimin vazgeçilemez cephaneliğini oluşturuyor. Evet, ırkçılık, aracın kendisini yok etmesine sebep olacak kadar güçlü bir yakıttır. Kısaca kitlesel bencilliktir. Toplumsal ruhu milliyetçilikten daha çok şahlandırır, ancak toplumun kendisini de kısa zamanda yok eder, bitirir. Yakıtı nefret olan toplumlar çok uzun süre ayakta kalamaz. Söz konusu güzergâhta soru(n)lar, yükselen toplumsal istikrarsızlık dinci, Osmanlıcı, ırkçı, milliyetçi manipülasyonlarla gölgelenip, ötelenmeye kalkışılsa da nafile!

Fazla geriye gitmeye ne hacet, daha yakın geçmişte Afyon, Sakarya vb. Kürt düşmanı ırkçılık fiiliyatlarındaki üzere “Devlet(lerin)in bekası” tartışmalı bir kavrama dönüşürken; Soru(n)ların basıncı artırıp, acilleştirdiği bir patlamaya zemini daha da netleşiyor. Toplumsal ölçekte Friedrich Nietzsche’nin, “Karanlığa uzun süre bakarsanız, karanlık da sizin içinize bakmaya başlar” sözlerini anımsatan bu karanlık tünelin nihayetinde bir ışıktan öte büyük bir yangın görünüyor.

Bu gidişata karşı nasıl bir mücadele hattı öneriyorsunuz; oluşturulmak istenen sistem karşısında Türkiye halkları nerede buluşmalı?

Sorunun muhatabı örgütlü politik öznelerdir. Yani birey olarak, benim bir önerim değil de konuya ilişkin görüşlerim ya da kanaatlerim olabilir. Liberal ideoloji ırkçılığı, “bireysel” bir sorun olarak görüp; “birey” düzeyinde açıklamaya çalışırken; kanaatimce ırkçılık “sınıfsal” açıdan değerlendirilmelidir.

Liberal demokrasinin, parlamentarist yanılsamaların ırkçılığın, faşizmin yükselişini durduramayacağına inananlardanım. “Demokrasi cephesi için ırkçılarla, faşistlerle de diyalog kurulabilir” saçmalığı, tam anlamıyla liberal bir zırvadır. Irkçılığa, faşizme karşı mücadele, bir güç sorunudur ve liberal fantezilerle, diyalog pratikleriyle bir adım dahi yol alınamaz! “Hiç şüphesiz ki faşizmin kaderini belirleyecek olan, bunca alt-üst oluştan sonra, seçim değil ‘sokak’tır. Faşizm sokakta kazanacak veya orada kaybedecektir” diyen Hatip Dicle de; “Faşizmle tartışılamaz zira politik ve entelektüel bir akım değildir. Faşizm yalnızca onların kullandığı metotlarla sokakta yenilgiye uğratılabilir yoldaşlar” diyen Nahuel Moreno da sonuna dek haklıdır!

Yani Max Horkheimer’in 1939’da yazdığı gibi, “Kapitalizm hakkında konuşmak istemeyen, faşizm hakkında da sessiz kalmalıdır.” Ve Rosa Luxembourg’un da dediği gibi, “En devrimci eylem, neyin ne olduğunu söylemektir!” O hâlde yapılması gereken (beş benzemezin değil!) aynıların aynı yerde, yapmaları gereni yapmaları yani olması gereken yolundaki beraberlikleridir! 

“Bütün savaşlar iç savaştır, çünkü bütün insanlar kardeştir. Herkes, insan ırkına, doğduğu ülkeye olan borcundan sonsuz daha fazla borçludur” diyerek, Eugene V. Debs’in, “Benim uğruna savaşacak bir ülkem yok; benim ülkem dünya ve dünya vatandaşıyım,” sözleri eşliğinde, “Irkçılığa karşı yaşasın eşitlikçi kardeşlik” sözleriyle noktalayayım diyeceklerimi.


Mezopotamya / Naci Kaya – 24.09.2020

Tags: , ,


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑