Makaleler

Published on Ekim 23rd, 2020

0

Demokrasi gizemi üzerine – Mustafa Kumanova


Demokrasi mücadelesi mi? Yoksa sosyalist bir mücadele mi? Türkiye’de hangisi olmalıdır? Ya da birbirine bir bütünlük içerisinde bağlanan sosyalizm mücadelesinden kopuk olmayan bir demokrasi mücadelesi mi? 

Demokrasi tartışmaları Türkiye’de cumhuriyetin kuruluşundan beri yürütülür. 90’lı yıllarla birlikte AKP’nin iktidara taşınmasının yollarına taşlar döşenirken, “ikinci cumhuriyet” veya “ileri demokrasi” ya da benzeri kavramlarla birlikte demokrasi, etki ve katkı yapma adına, toplumsal belleği şaşırtma ve dağıtmanın aracı olarak işlev gördü.

Bu tartışmalar elbette toplumun motoru olduğunu iddia eden solu da ilgilendiriyordu. Ve günümüzde de devam etmektedir.

Kavramsal düşünmeyi beceremeyen ve umursamayan bir toplumuz. Böyle olduğu için de kavramlar egemen sınıf tarafından rahatlıkla istismar ediliyor. Kavramsal düşündüğü zannıyla hareket edenler de bastıkları zemin kavramların içini doldurmada eksik kaldığından hali hazırdaki mevcut kalıpların dışına çıkmaksızın radikal bir söylemi ya da değişimi yakalayamıyorlar. Örneğin demokrasi kavramı bunun en belirgin görünür halidir. “Demokrasi nedir?” ya da “Demokrat kimdir?” sorularına cevap halen bilinen kalıpların dışına çıkamamaktadır. Sosyalist bir topluma ve sosyalizme geçişin bir örgütlenme biçimi olarak demokrasinin gizemi hala çözülmedi. Son iki yüzyılda demokrasi ve sosyalizm etrafında gerçekleştirilen tartışmaları göz önüne aldığımızda bunun ne kadar dikkate değer olduğu ortadadır. Ve günümüzde ve geçmişte sosyalist olduğunu iddia eden parti ve örgütlerde parti ve örgüt içi demokrasi hala tartışmalıdır. Egemen olan “tekçi yaklaşımdır”. Eleştirel ve muhalif yaklaşımların hiçbir şansı yoktur. Hatta kendilerini ifade edebilecekleri serbest bir kürsü olanağı dahi tanınmaz.

Bu tartışmalar sadece Türkiye’yle de sınırlı değil. Şu gün pek çok ülkede, özellikle de ABD ve İngiltere’de, demokratik sosyalizme yönelik bir ilgi patlaması yaşanmaktadır. Birçok kişi demokratik sosyalistlerin geleneksel sosyalistlerden ayrıldığını ve “üretimin toplumsal mülkiyeti”ne yönelik hiçbir çağrı yapmadıklarından dem vurmaktadır. Demokratik sosyalistlerin sadece mevcut düzen içerisinde toplumsal iyileştirmeler istedikleri eleştiri konusu olmaktadır. Diğer taraftan bu tartışmalara ek olarak, “Demokratik sosyalizm mi?” “Sosyalist bir demokrasi mi?” ya da “Biçimsel(hukuki) demokrasi mi?” “Gerçek(ekonomik) demokrasi mi?” soru ve sorunları ortaya konmaktadır. 

Tüm bunlar ışığında, Marxistlere göre hiçbir gizemi olmayan mevcut devletin tüm özgürlükleri çoğunluk karşısında bir azınlığın imtiyaz ve çıkarı adına baskıladığı aşikardır. Burada en önemli mesele var olan devletin mevcut yapısı hangi örgütlülük içerisinde yıkılacaktır. Çünkü devlet farklı çıkarları olan “rasyonel varlıkların” içinde bulunduğu bir topluluktur. Devlet de bu topluluklar içinde sadece azınlık topluluğun çıkarlarını koruma ve sürdürme işlevi görür, yani diğer bir deyişle egemen sınıfın tahakkümünün bir aracıdır. Ekonomi politiği ister kamulaştırmalara dayanan devletçilik isterse serbest piyasa olsun egemenlik daima bir avuç seçkinler sınıfındadır.

Bilindiği üzere Karl Marx biçimsel(hukuki) demokrasiyi sabit bir veri ya da olduğu varsayılan olarak ele alarak kuramlarını geliştirdi. Birinci ve İkinci Enternasyonal’in sosyalistleri, kapitalizmin kaldırılması çağrısında bulunurken mevcut toplum içerisinde demokratik reformları (genel oy hakkı, konuşma ve basın özgürlüğü, yaygın eğitim gibi) destekleme ile ortada bir çelişki görmediler; aslında demokratik özgürlüklerin genişlemesinin başarılı bir sonuca doğru sınıf mücadelesini sürdürmek için işçilere olanak sağlayacağını varsaydılar. Bazı otoriter ve devletçi Marxistler içinse demokrasi sosyalizme geçişte bir kenara bırakılacak bir “külfet” olarak görüldü ve bu anlayışlar ne demokrasi ne sosyalizm olan devlet kapitalizmi ile sonuçlandı. Diğer yandan sosyal demokratlar ise sosyalizm mücadelesini bırakarak gelirin yeniden dağıtımının Keynesyen kriterlerine yönelerek kendilerini bu savunma içinde sınırlandırdılar. Son birkaç on yılda çok güçlü bir hale gelen ideolojik iddia – “kapitalizme alternatif yok” – yalnızca politik gericilerin eylemleri nedeniyle ortaya çıkmadı; aynı zamanda, radikal hareketlerin sosyalizm ile demokrasi arasındaki organik bağlantıyı gerçekleştirememesinin bir sonucudur. Ve bu yüzden pek çok deneme tutunamayarak sabun köpüğü misali dağıldı. Örneğin, Gezi Hareketi gibi.

Peki, tüm bu demokrasi girişimleri bağlamında, mevcut devlet yapısını değiştirecek ya da yıkacak olan nedir? İstediğimiz kadar demokrasinin ne olduğunu ya da ne olması gerektiğini tartışalım iş gelip yerleşik düzeni yıkacak olana dayanır. Sorun “biçimsel demokrasi için mücadele mi, yoksa gerçek demokrasi için mücadele mi?” sorunsalında tıkanır kalır. Ya da “biçimsel demokrasi olmadan gerçek demokrasi mücadelesi elde edilebilir mi?”. Daha basit bir ifadeyle “İşçi sınıfı mücadelesi olmadan demokratik haklara toplumun tüm muhalif kesimlerinin yekpare hareket ettiği bir dayanışma içinde ulaşılabilir mi”

Bu soruya Türkiye özelinde gelin cevap arayalım.

Türkiye’de biçimsel demokrasi mücadelesine girişmeden gerçek demokrasinin elde edilemeyeceği ve dolayısıyla sosyalist bir işçi sınıfı mücadelesi gerçekleştirilemeyeceği yönünde bir kanı günümüzde radikal sol içerisinde gittikçe yaygın bir hal alıyor. Bizler de zaman zaman bu görüşlere katılıyoruz. Oysa biçimsel demokrasi -diğer bir deyişle ifade özgürlüğü, toplanma ve örgütlenme, sendikalaşma, mülkiyet, iş kurma ve diğer tüm bireysel ve hukuksal haklar- olmadan işçi sınıfı mücadelesi verilemeyeceği savı gerçeği yansıtmıyor. Çünkü yansıtılanın ve algılanması istenilenin aksine ortaya konan savın tam tersi geçerlidir. Yani, biçimsel demokrasi olmadan işçi sınıfı mücadelesi olamaz iddiasının aksine işçi sınıfı mücadelesi olmadan biçimsel demokrasiye ulaşılamaz önermesi tarihsel gelişim süreci göz önüne alındığında daha gerçekçi görünmektedir. Ancak burada şöyle bir eleştiri getirilebilir: tüm bunlar klasik anlamda bir işçi sınıfının ve onun mücadelesinin olduğu Batılı toplumlarda geçerlidir. Bizim gibi binlerce yıllık kulluk kültürüne boyun eğdirilmiş despot yönetimlerde ve günümüz tek adam rejiminde geçerli değildir. 

Evet, tüm ideolojik yönlendirme ve tesirlerin algıları biçimlendirdiği modern kapitalist toplumda eğer işçiler olmasaydı dünya çapında bize verilen demokrasi de olmayacaktı. Çünkü demokrasiyi bize verenler, onu bize bahşettikleri algısı oluşturulan liberal burjuva sınıfının seçkinleri değildir. Kâğıt üzerinde Aydınlanma hümanizması ve burjuva sınıfının temsilcileri olan liberal ideolog ve düşünürlerin yazdıkları elbette güzel görünür. Ancak, eğer bugün Batı biçimsel de olsa demokrasiye sahipse tüm bunları işçilerin örgütlü mücadelelerine borçludur. Tüm bunları sağlayan örgütlü işçilerdir. Ancak Türkiye gibi, özellikle “yeni sömürge” toplumlarda ne böyle bir örgütlülük bulunmaktadır ne de böyle bir örgütlülüğü sağlayacak teorik ve pratik bir zemin vardır. Tüm var olduğu söylenen ve sanılan “demokratik” haklar şu anda tek adam rejiminin çıkarları etrafında döner. Ve mevcut hiçbir partinin, parlamentodaki muhalif partiler ve sosyalist sol partiler de dahil demokrasi ile ilgili toplumun önüne koyabilecekleri radikal bir programları yoktur. Olduğu söylenen ise bilindik parti retoriğinden başka bir şey değildir.

Bugün modern söylemlerle adeta iç içe geçen biçimsel demokrasi kavramı her türlü ideoloji ve kesimden insanın diline o kadar pelesenk olmuştur ki, onun içeriğini ya da tarihsel gelişimini tartışmak ya da uygulamadaki halini -tüm çelişik görüntülere rağmen- masaya yatırmak neredeyse imkansızdır. Çünkü biçimsel demokrasinin problemli yapısı farklı sınıfların demokrasiyi kavrayışından ya da biçimsel demokrasinin farklı sınıflara farklı muameleyi içermesinden kaynaklanmaz. Bunun nedeni de gayet açıktır: insan hakları ya da biçimsel demokrasi-fikir ve ifade özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, mülkiyet hakkı, kanunlar önünde her bir bireyin eşitliği- gibi kavramlar dikkate alındığında teoride oldukça muhteşem gözükmektedirler. Ve kâğıt üstünde her şey sorgusuz sualsiz çok açıktır, ancak gerçek koşullar göz önüne alındığında ya da günlük hayat içindeki uygulamalar söz konusu olduğunda “insan hakları”nın ve demokrasinin genellikle egemen ideoloji ve çıkarlar tarafından gölgelendiği, maskelendiği ve suiistimal edildiği görülür. Dolayısıyla biçimsel demokrasi günümüzde çok modadır. Hele ki Balsonaro’nun Brezilya’sı, Trump’ın Amerika’sı, Orban’ın Macaristan’ı, Putin’in Rusyası, Şi Cinping’in Çin’i ve Erdoğan’ın Türkiye’si göz önüne alınırsa! Tüm bu otoriter ve bilinçlerinde demokrasinin kırıntısının esamesi dahi okunmayan liderler demokrasi sözcüğünü dillerinden düşürmezler. Bir taraftan kendilerini demokrasi sağlayıcı ve demokrasi bahşeden, dağıtan ve getiren olarak görür ve gösterirler. Diğer taraftan da kendileri ve temsil ettikleri kendi sınıflarının bahşettikleri haricinde herhangi bir demokrasi mücadelesine izin vermezler çünkü demokrasi onlar için vardır ve onlar için olmalıdır. Fakir, sefil ve baldırı çıplaklar için değil. Ne de olsa fakirin fakir olması demokrasinin değil fakirin kendi kaderidir. Tanrısaldır. Sorgulanamaz. 

Ancak örgütlü işçi sınıfı sorgulamalıdır ve geçmişte sorgulamıştır. Şurası çok açıktır: hiçbir kapitalist ya da hiçbir burjuva sömürdüğü ve ezdiği işçi sınıfına herhangi bir demokrasi ya da hak vermez. Ve vermemiştir de. Tüm demokratik haklar kapitalist burjuva sınıfına rağmen alınmıştır. Kapitalist burjuva sınıfı sayesinde değil. Liberalizm ideolojisine sarmalanmış burjuva sınıfı gönülsüzce boyun eğmek zorunda kalmıştır, aksi takdirde sınıfsal varlığı tehlikeye girmiş olacaktı.

Eğer bir ülke kalkınma yokluğu nedeniyle küçük bir işçi sınıfına sahipse, en iyi ihtimalle sınırlı demokratik yönetim biçimlerine sahip olmuştur. Diğer bir deyişle, zayıf demokrasileri ile bu ülkeler bir takım kültürel eksiklikten dolayı değil, fakat bunun yerine politik sürece dahil olmak için baskı yapan altta kalanların gücünü azaltan “gücün seçkinler grubu” yüzünden acı çekmişlerdir ve çekerler. Türkiye’nin tarihsel gelişim sürecine baktığımızda bunu gayet net görürüz.

Oysa işçi sınıfı en tutarlı biçimde demokratik güç yanlısıdır.

Nihayetinde Türkiye’de radikal solun yapması gereken, kişileri ve olayları değil kavramları didik didik ederek bu kavramların gerçekte ne olduklarını açığa çıkartarak ezilenlere gerçeğin ne olduğunu göstermektir. Bizim gibi kavramsal düşünceden yoksun olanların oluşturduğu toplumlarda kavramların tartışılmasına pek rağbet edilmez. Tartışılan kavramlar da objektifliğin ötesinde her dönemde devletin kurucu resmî ideolojisinin etkisi altında olduğundan tüm sübjektif değerlendirmelerle birlikte ilericiliğe değil aslında tam da tersinden gericiliğe hizmet eder. Bir kavrama solun sahip çıkması o kavramın ilerici özellikler taşıyacağı manasına gelmez. Buna en güzel örnek laikliktir. Atatürk cumhuriyeti laiklik kavramını kendi bağlamından kopartıp tahrif etmesiydi belki de bugün siyasal İslam zehrini bu topluma enjekte edemeyebilirdi. Atatürk cumhuriyeti dini devletten kopartırken devleti de dinin içine soktu. Yani görüntüde dini politikadan uzaklaştırırken özünde politikayı dinin içine soktu. Aynı tahrifatları milliyetçilikte yaptı. Görüntüde yurttaşlığa dayanan bir milliyetçilik anlayışını getirdiğini öne sürerken özünde milliyetçiliği “Türk” üstünlüğüne dayadı. Basitçe tüm bunlar bu kadar belirginken kendine Marxist diyen bazı aydınların Atatürk sevdasını anlamak mümkün değil. Elbette feodalizmden kapitalizme, kulluktan yurttaşlığa, monarşiden ulus devlete geçiş ilerici bir adım. Ama hepsi o kadar. Ve kâğıt üstünde. Sonrası karanlık ve karşı-devrim.

Bu kısa örnekler ışığında demokrasi kavramı da benzer tahrif edici tanımlama ve değerlendirmelerle karşılaşmaktadır. Her ne kadar biçimsel ve gerçek demokrasi gibi kavramları tanımlamak günümüzde zor olsa da bu kavramların anlaşıla bilirliği uygulamada taşıdıkları zıtlık ve çelişkiler yüzünden kafa karıştırıcı olsa da her şeye rağmen sosyalistlerin ve özelde Marksistlerin görevi bu kavramların özünü ifşa etmektir. Sadece demokrasi ve laiklik kavramları değil. Aynı sorun din ve milliyetçilik için de geçerlidir. Solun büyük çoğunluğu din ve milliyetçilik konusunda neredeyse 150 yıldır büyük bir kuramsal sessizlik içindedir. Bu kavramlarla ilgili mevcut kuramların pek çoğu ise burjuva ideologlarına aittir [Eric Hobsbawm gibi bir elin parmaklarını geçmeyen Marksist tarihçi ve düşünürler istisnai örneklerdir]. Böyle olduğu için de sol bu suskunluğu sürdürdüğü için de günümüzde gerici ırkçı aşırı milliyetçi sağ ve radikal dinci görüşler yükselişe geçmiştir. Dünyada bu kadar yaygın bir gericiliğin işçi sınıfını esir almasında solun hiç mi kabahati yoktur?

Sonuç olarak bu yazıda olguları tartışmaya açmak istedik. Kişi ve olayları bir kenara atıp öncelikle kavramları tartışmalıyız. Demokrasi mücadelesi mi? Yoksa sosyalist bir mücadele mi? Türkiye’de hangisi olmalıdır?

Ya da birbirine bir bütünlük içerisinde bağlanan sosyalizm mücadelesinden kopuk olmayan bir demokrasi mücadelesi mi? 


Mustafa Kumanova – 23.10.2020

Tags:


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑