Makaleler

Published on Ekim 8th, 2021

0

Devrim bakışlı mavi gözlü çocuk | Mustafa Kahya


12 Eylül Askeri Diktatörlüğü’nün 8 Ekim 1980’de idam ettiği ilk devrimci, Kurtuluş Savaşçısı Necdet Adalı için, 7 yıl önce kaybettiğimiz Mustafa Kahya’nın* kaleme aldığı tarihi bir yazı… Yazı Adalı’nın katledilişinin yıldönümünde, 8 Ekim 2009’da özgür Politika’da yayımlanmıştı…

Tam yirmi dokuz yıl oldu! 8 Ekim 1980… Karanlık, puslu bir Ankara sabahı… Cezaevinin avlusunda idamlara tanıklık eden yaşlı kavak ağacı, Necdet’in idamına da tanıklık ediyor. 

Sehpada Necdet’in gözlerinde korkuyu arayanlar, Necdet’in sözlerinde nedamet bulmaya çalışanlar, yanıldıklarını çabuk anladılar. Tabureye tekmesini atıp, celladın elini boşta bırakan Necdet’in gür sesi cezaevinin avlusunda yankılandı. O ses, yüz binlerce devrimcinin direniş çığlığı olarak ezilen halkların kulaklarında çınladı. O ses, daha önce idam sehpasında düşmana karşı bayraklaşan Deniz GEZMİŞ, Yusuf ASLAN ve Hüseyin İNAN’ın sesinin, onların bayrağını devralan Necdet ADALI tarafından 12 Eylül 1980 darbecilerine karşı onurluca devam ettirildiğini gösterdi.

 Necdet Adalı, Ankara Altındağ semtinde oturan yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Yıldırım Beyazıt Lisesi son sınıf öğrencisiyken 1976 yılında Ankara’da liseli gençliğin örgütlenmesi olan Dev-Lis örgütlenmesinde yer aldı. Siyasi görüşleri, daha çocukluğunda başlayan haksızlıklara karşı tutum alma tavrıyla şekillenerek, lise yıllarında sosyalist dünya görüşüyle olgunlaştı. Kurtuluş Hareketi içinde, militan devrimcilerden birisi olarak, o günün koşullarında mücadelenin gereksinim duyduğu değişik faaliyet alanlarında özverili olarak çalıştı. En basitinden en risklisine kadar hiçbir görevden kaçmadı. Yakın arkadaşlarının anlatımlarına göre, kişi olarak çok çalışkan, enerjik, arkadaş canlısı, güler yüzlü, halkını seven birisiydi. Çok iyi futbol ve voleybol oynardı. Kitap okumayı çok severdi. Fiziksel olarak, 1.85 boylarında, sarışın, mavi gözlü, sportif yapılı bir gençti.

Karanlık ve zor yıllardı o yıllar. Halk düşmanı faşist çeteler ülkeyi yaşanmaz hale getirmişlerdi. Grev çadırları taranıyor, belediye otobüsleri durdurulup içindeki insanlar kurşuna diziliyor, evler, arabalar bombalanıyor, kahvehaneler basılıp insanlar üçer beşer katlediliyor, evlerinden kaçırılan insanların cansız bedenleri şehir dışındaki boş arazilerde bulunuyordu…

 Mücadele sert ve acımasızdı. Necdet, bu mücadelenin en ön saflarındaydı; cesareti ve kararlılığıyla karanlık güçlerin boy hedefi olmuştu. Onu bir biçimde susturmak isteyenler, İsmet Paşa Mahallesinde meydana gelen ve 2 kişinin öldüğü bir kahve tarama olayını bahane ettiler ve O’nu bu olayın faillerinden birisi olarak cezaevine koydular. Ölenlerin MİT’ten oldukları iddia ediliyordu.

 Necdet için artık mücadelede yeni bir dönem başlamıştı. Devrimci duruşunu cezaevinde de sürdürdü. Mahkemelerde kendisini yargılayanları yargılıyor, politik tutumuyla hakimleri bile hayrette bırakıyordu. Aleyhinde poliste işkenceyle alınmış iki arkadaşının ifadesi dışında hiçbir delil yoktu. Ortada ne bir görgü tanığı, ne de olayda kullanılan bir silah vardı. Ama egemenler bu devrimci gençten kurtulmak istiyorlardı. Karar hiç gecikmeden verildi: İdam! Askeri bir darbe ile iktidara el koyan 12 Eylül generalleri, daha darbenin üzerinden bir ay bile geçmeden ilk iş olarak Necdet’i katletmeye karar verdiler. Necdet’e idam cezasını veren 3 kişilik Askeri Mahkeme’de karar ikiye karşı bir oyla alınmıştı. Mahkeme başkanı Hakim Albay Hamdi Sevinç kararın yanlış olduğunu belirterek aleyhte oy kullanmış ve karara şerh koymuştu. Bu tavrı nedeniyle hakim Albay Hamdi Sevinç’e, Genelkurmay tarafından ceza verildi. İdam lehinde oy kullanan diğer iki kişiden birisi hukukçu bile değildi.

 Karar Askeri Yargıtay’da jet hızıyla onaylandı. Parlamento feshedildiği için Necdet’in kaderi Cunta’nın 5 generalinin elindeydi artık. “Asmayalım da besleyelim mi?” diye düşünen katiller heyeti kararı 5 dakika içinde aldılar: Asın!

Necdet idam edildikten sonra Hamdi Sevinç ordudan istifa etti. Hamdi Sevinç’in eşi, Necdet’in idamı sonrası yaşadığı travmadan dolayı intihar etti. Çünkü kızı, Necdet’in arkadaşı idi. Necdet 1977’de hapse girdi, 1980’de idam edildi. 12 Eylül’ün ilk idamı oldu bu. Nevzat Çelik’in ‘Saçlarına yıldız düşmüş koparma anne (Şafak Türküsü)’ şiirini Necdet için yazdığı söylenir.

Kenan Evren hala 12 Eylül’de idam edilen kişilerle ilgili, ‘hiç bir vicdan azabı duymuyorum, müsterihim’ diyor. İdam geri dönüşü olmayan ve telafisi mümkün olmayan bir ceza. İdam cezası almış olmak ve idamı beklemek çok farklı bir duygudur. Herkes mutlaka ölüyor sonuçta, ama öleceği günü bilmek ve nasıl öleceğini bilmek, çok müthiş, dehşet bir duygu olsa gerek! Devrimciler o çok özel, idealleri ve savundukları değerler uğruna yaşamlarının sonlandırılacağı zaman diliminin o anında, ölüme değil devrime sevdalarını, ölüme meydan okuyarak gösterdiler.

8 Ekim 1980 yılının geceyarısı Ankara’da heyecanlı bir koşuşturma başlamıştı. 8 yıl önce Denizlerin asıldığı, Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’nin ‘Kapıaltı’ diye tabir edilen küçük avlusundaki aynı kavak ağacına bir kez daha darağacı kuruldu. Alelacele bir de cellat bulunmuştu; alkolik bir at arabacısı olan ‘Çingene Mehmet’ Koç.

Beyaz idam önlüğü dikilmiş, Necdet zırhlı bir askeri araçla Mamak Askeri Cezaevi’nden getirtilmiş, darağacı hazırlanmış, imam, doktor ve cellat ayarlanmıştı. Her şey yolunda gibi görünüyordu ama son anda bir aksilik çıkmıştı. Kararı veren mahkemenin başkanı Hakim Albay Hamdi Sevinç, durumu protesto ettiğini belirterek infaza katılmayı reddetmişti. İnfazda bulunacak bir yargıç gerekiyordu. Sağa sola haber salındı ve Ali Fahir Kayacan ikna edildi. Şimdi her şey tamamdı.

Necdet elleri arkasından kelepçeli olarak hücresinden alınarak idare binasına getirildi. 8 yıl önce Denizlerin yürüdüğü ‘Şeftali Sokak’ geride kalmıştı. Şimdi beyaz idam önlüğünü giydiriyorlardı. Önlüğü beğenmedi Necdet; ‘Beğenmedim, dar olmuş’ dedi gülümseyerek.

O’nun gözlerinde korkuyu arayanlar donup kalmışlardı adeta. Ne yapacaklarını bilemez bir haldeydiler. Necdet onların işini kolaylaştırmakta gecikmedi, kağıt kalem istedi. Ailesine verilmek üzere bir mektup yazdı:

“Sevgili anneciğim ve babacığım,

Sizleri ve ezilen halklar adına mücadeleyi, erken bırakmak zorunda kaldığım için üzgünüm, ama bundan ve içinde bulunduğum durumdan dolayı hiçbir zaman pişmanlık duymadan ve şu kısa yaşamım içersinde hiçbir şahsi çıkar gözetmeden ezilen halklar adına verilen mücadelede yerimi almaya çalıştım ve bundan dolayı gurur duyuyorum.

Hâkim sınıfların göstermek istediği gibi bizler hiçbir zaman savunmasız insanlara karşı katliam girişiminde bulunmadık. Fakat onların bizi böyle göstermeleri ve faşistlerle bizi aynı kefeye koyarak cezalandırmaları, bizim nezdimizde ezilen halkların mücadelesine yapılan bir saldırıdır.

Anneciğim ve babacığım; sizlere kısaca bahsettiğim gibi hiçbir pişmanlık duymuyorum. Sizlerinde ezilen halklar uğruna verilen mücadelede katledişimden dolayı üzülmemenizi ve bundan gurur duymanızı bekliyorum. Ağabeylerime ve ablalarıma da yazmak isterdim; fakat buna olanak yok. Kendilerine çok selamlar. Burada satırlarıma son verirken, hürmetle ellerinizden öperim. Arkadaşlara selam. Hoşçakalın.”

Eli tekrar kelepçelenmeden önce kahve ve sigara istedi. Kahvesini bitirdikten sonra avukatı Mehdi Bektaş’a sarıldı.

Arkadaşlara çok selam söyle, dedi ve tekrar herkesi şaşırtan bir şey yaptı. Kelepçeyi tutan subaya ellerini uzattı ve tebessüm ederek; Haydi, gidelim artık diyerek kapıyı işaret etti. Havalandırmanın ortasına darağacı kurulmuştu. Darağacının altında bir tane masa, onun üzerine bir tane sandalye konmuştu. Necdet koşarak sehpaya çıktı.

Yağlı ipi kendisi boğazına geçirmeye çalıştı. Ama elleri arkadan bağlıydı. Bu arada gür bir sesle: “Yaşasın Türk ve Kürt Halklarının Kardeşliği” diye slogan attı.

İp boğazına geçirilmişti.

Bu sırada “Kahrolsun Faşizm!” Sloganını üç sefer peş peşe attı. Sonra, “Kahrolsun sömürgecilik, Yaşasın anti-emperyalist, Anti-oligarşik Halk Devrimi” sözleri yankılandı cezaevi avlusunda!

İşte tam o andı. Ve o anda da tereddüt etmedi. Sandalyesini tekmeledi. Sandalye düştü ama sandalye düşmesine rağmen Necdet’in uzun boyu aşağı sarktı.

Ayaklarının ucu masaya değiyordu. O anda cellat telaşlandı. Necdet’in ayakları altındaki masayı çekmekte heyecanlanmıştı. İp boğazını iyice sıkmış olmasına rağmen Necdet kendi kendini boşluğa bıraktı.

Ve sonra öylece dinginleşti. 08.10.1980, GECE 03:40, ANKARA

Tam yirmi dokuz yıl oldu! Hala bol yıldızlı paşalar, paşaların önünde secdeye duran politikacılar, bakanlar, başbakanlar… Onlar sandılar ki devrimin sesi cezaevlerinin loş koridorlarında, F tiplerinin duvarlarında, işkence odalarının karanlığında ve namlularının ışıltısında ve tank paletlerinin gıcırtısında boğulacak, yok olacak… Onlar sandılar ki, devrimciler öldürdükçe yok olup tükenecekler! Yanıldılar! Göğü fethe çıkan komünarların özgürlük çığlığını Paris surlarının altında boğmaya çalışanlar yanıldı. CHE GUEVARA’nın ezilen uluslara bayrak olan mücadelesini Bolivya dağlarına gömmek isteyenler yanıldı. Kızıldere’de ON’ları katledenler yanıldı. Diyarbakır zindanında direniş kıvılcımını çakmak için bedenini ateşe dönüştüren MAZLUM DOĞAN, O direniş kıvılcımını büyüterek alev haline getiren KEMAL PİR ve HAYRİ DURMUŞ zalimleri yanılttı. 

Tam yirmi dokuz yıl oldu!

ADALI’yı idam ederek susturmak isteyenler yanıldı. Necdet’in “KAHROLSUN SÖMÜRGECİLİK” diyen sesi Botan’da yankılandı, Amed’de isyan oldu! Dün devrimin sesinden korkanlar, bugün özgürlüğün sesinden korkuyorlar.

12 Eylül generalleri yargılanmadan, işkenceciler cezalandırılmadan, mağdurlar aklanmadan, darbe kurumları YÖK, MGK, Kontr-Gerilla dağıtılmadan, kirli savaş sona ermeden, savaş suçluları yargılanmadan, Kürt sorunu eşitlikçi bir temelde, Kürt halkının talepleri karşılanarak, siyasi bir çözüme kavuşturulmadan, demokratik bir Türkiye hayaldir!

12 Eylül 1980 darbesinin 29. yılında, 12 Eylül darbecilerinin ilk olarak idam sehpasına gönderdiği Necdet ADALI’nın bizlere miras bıraktığı bayrak, sömürü, ezme ve ezilme ilişkileri yeryüzünden silininceye kadar ateşin ve güneşin çocukları tarafından onurluca taşınmaya devam edecektir.

Devrim bakışlı mavi gözlü çocuk sen rahat uyu!


* 7 yıl önce, 17 Eylül 2014’te kaybettiğimiz Mustafa Kahya’nın 8 Ekim 2009’da Özgür Politika’da yayımlanan yazısı.

Tags: , ,


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑