Makaleler

Published on Haziran 19th, 2021

0

Direnç ve Direniş | Mustafa Kumanova


Türkiye askeri darbeleri ve cuntaları neredeyse belli periyodlarla yaşadı. Bugün de , bu darbelerin baskıcı yöntemlerle düzenlediği politik/ hukuki zeminde yaşamaya devam ediyor. AKP iktidarı ve gelinen nokta bu yaklaşımın eseridir.   

Eğer Türkiye’deki parlamenter sistem savunucusu kesimler tek adam rejimine karşı demokrasi ve özgürlüğün kazanmasını istiyorsa ilk önce kendilerindeki sorunun özüne inerek toplumsal değişime ön ayak olmaları gerek. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren bu toplumun parlamenter muhalif partileri oy kaybetme kaygısıyla yönetimsel bozukluk ve çarpıklıkların en büyük sebebi olan din ve milliyetçilik kavramlarıyla gerçek anlamda yüzleşmeyi sürekli ertelemişlerdir. Onlara göre halkın saf duygularını rencide etmek yarar değil zarar getirir. Oysa toplumsal bozulma ve çarpıklığın ana nedeni din ve milliyetçilik kavramlarının devlet erki eliyle siyasi ve hukuki olarak doldurulmasıdır. Devletin din ve milliyetçilik kavramlarını tekeline alıp varlığına yönelik oluşacak tehditler karşısında bu kavramların özünü örterek oluşturduğu yönlendirici görüntünün çoğunluk üzerinde gerçekleştirmek istediği tek bir amaç vardır: toplumun direncini kırmak ve toplumu bölmek.

Türkiye’de bu süreç uygulamaya konulalı tam kırk sene oldu. Aslında 12 Eylül 1980 darbesi ile gerçekleştirilen toplumun sadece neo-liberal dönüşüme zorlamak değildi. Evet kapitalist küreselleşme kendi doğası gereği genişlemek için olabildiğince serbestleşme, kuralsızlaştırma ve özelleştirmeyi tüm dünyada gerçekleştirdi. Fakat diğer taraftan, neo-liberalizm denilen sadece ekonomik değil aynı zamanda siyasi ve sosyal politikalar,  ulus-devlet yapılanmasının tüm üst-yapı kurumlarına hâkim olan burjuva kültürünün sarmalandığı liberalizm ideolojisinin de temel ilkelerini yoldan çıkardı. “Özgür” bireyi sadece bir tüketici değil aynı zamanda paraya bağımlı hale getirdi. Paradan başka hiçbir şey düşünmeyen ve sistemi sorgulamayan bireylere dönüştürdü. Bunun için de yapılması gereken tek şey toplumun direncini ve direnişini kırmaktı. 

Türkiye askeri darbeleri ve cuntaları neredeyse belli periyodlarla yaşadı. Bugün de , bu darbelerin baskıcı yöntemlerle düzenlediği politik/ hukuki zeminde yaşamaya devam ediyor. AKP iktidarı ve gelinen nokta bu yaklaşımın eseridir.   

Türkiye’de yapılan 12 Eylül Darbesi’nin örtülü-asıl amacı da buydu. Başkaldırı ve isyanı insan havsalasından söküp çıkartmak. Bunu yapmanın yolu da kelimelerden geçiyordu. Kavramlardan geçiyordu. Kısacası dinci ve milliyetçi kimliklerden geçiyordu. Toplumun farklı renkleri üzerinde siyasi birim eliyle yaratılan kimlik ayrımcılığı ve baskısı toplumu böldüğü gibi toplumsal direncin ve direnişin çoğunluk oluşturarak örgütlenmesinin de önüne geçecekti. Bunun adi “sağ-sol çatışması” olarak yorumlandı. Türkiye gibi ülkelerde demokrasi, özgürlük ve emek dinamikleri her dönem “faşist terör saldırılarıyla” susturulmaya çalışılmıştır. Anti /faşist direniş ve o anlayış kimlik siyaseti yaklaşımıyla küçük görülmüştür. 

Şu anda Türkiye’de yaşanılan olaylara baktığımızda çoğunluğun aklına tek bir soru geliyor: İnsanlar neden sessiz ve tepkisizler? Oysa bu ülkede 60’ların, 70’lerin hatta 80’lerin insanları bugünkü gibi birer itaatkâr ve bağımlı değillerdi. Çünkü 12 Eylül Darbesi, 60’lardan beri gelen işçi sınıfı mücadelesinin tüm kazançlarını erozyona uğratarak ekolojik yıkım eşliğinde toplumsal servetin yağmalanmasına ve daha önce görülmemiş bir servet birikiminin yaratılan bir kimliğe-AKP kimliği- transferine ve toplumun bölünmesine olanak sağladı. 12 Eylül toplumsal eşitsizlik ve adaletsizliklere direnmeyi çok zor hale getirdi. Ve ülkeyi bir kafese soktu. Kısacası bu ülkenin radikal solu marjinalize edilerek hareketsiz hale getirildi. 80’lerden günümüze dek ortaya çıkan sosyal hareketler ise seçkinlerin-devletin- çıkarları karşısında tarihsel olarak geri püskürtüldü. Diriliyor gibi gözükenler de sabun köpüğü gibi dağıldılar. En son Boğaziçi öğrencilerinin direnişi gibi… 

Birçok ülkede emperyalizmin ve işbirlikçilerinin icazetiyle işbaşına gelip sonradan “popülist” politikalar uygulamaya çalışan (çoğu “anti -komünist ve muhafazakâr olan) sivil yönetimler, değişik zamanlarda bu uluslararası ve yerel dinamikleri göz ardı etmelerinin “bedelini” fazlasıyla ödemek zorunda bırakıldılar. Deniz Poyraz nezdinde “faşist terör” ve saldırılar bu yaklaşımın eseridir. “Askeri vesayeti ” kaldırma ve zayıflatma” iddiasındaki anlayış ve yaklaşımdan bu günkü baskıcı sisteme gelindi.

Bu baskıcı sisteme karşı başarısızlığın nedeni nedir ile ilgili farklı görüşler öne sürülebilir. Bunların çoğu bilindik şeylerdir. Kapitalizm, emperyalizm gibi…Ancak nihayetinde toplumsal direnci ve direnişi kırmak için kullanılan stratejilerin temelinde toplumun farklı kimliklerinin din ve milliyetçilik yoluyla ayrıştırılması ve birbirine düşürülmesi vardır. Kısacası siyasi birim ile desteklenen bazı kimlik vardır.

Siyasi birimin desteğinde diğerlerine göre daha eşit kimlikler. Direnci ve direnişi kıran dini ve milli kimlikler. 

İşte tam da bu nedenlerle Türkiye’de sol kavramlarla kurumlara saldırmalı. 

Kavramları yıkmadan kurumların yıkılamayacağını görmeli. Din bir inanç ya da bir afyon veya milliyetçilik bir gönül bağı ya da vatan sevgisi olarak açıklanıp bu kadar basitçe geçiştirilecek kavramlar değildir. Çünkü tüm bu kavramlar sınıfsal çıkarlar ve siyasi üstünlük sağlama doğrultusunda politik birim ile çakıştığından tüm teorik güzellemenin dışında üzeri gizemli bir pelerinle örtülüp kimi zaman mitleştirilen kimi zaman da öldürücü bir silah haline gelen insanın yıkılması mümkün dahi olmayan ateşli tapınmasının alnına yazılan kaderi gibidir. Bu kavramlar devlet desteklidir. Tüm bu kavramlar devlet koruması altındadır. Eğer bu kavramlar deşifre edilip aslında ne oldukları ve ne olmadıkları gösterilebilseydi tüm bu kavramları politik alan içinden sıyırıp atıp insanın mahremiyetine ve seçimlerine hapsederek ve insanın özel hayatının sınırlarının dışına çıkmasına göz yummayarak daha güzel bir dünyayı teşkil edebilirdik. Sorunun özü bir insanın dinci ya da milliyetçi olması değildir. Sorunun özü bir dinci ve milliyetçiye politik meşruluk kazandıran bir kimlik sunarak, din ve milliyet adına yaptıklarını olağan ve doğal kılarak, ona o din ve milliyet adına sınırları çizilmiş bir coğrafyada kendinden/devletten yana olmayanlara istediği gibi anti-demokratik davranışlarda bulunabilme hakkını tanımaktır. Sorunun özü çoğunluğa ait bir dinin ve milliyetin devlet korumasında olup kendinden olmayanlara ve kendinden olmayı kabul etmeyenlere karşı bir baskı ve zulüm aracı olarak kullanılmasıdır. 

Ve işin en acı tarafı tarihsel olarak tüm bunlara karşı hareket eden siyasi sol bu ülkede hareketsiz hale getirilmiştir. Din ve milliyetçilik toplumu parçaladıkça kolektif eylem düzenleme daha zor hale gelmiştir. Tüm bunlara rağmen dayanıklılık gösteren-çok az olsa bile- sosyal hareketler var. HDP gibi…

Türkiye’nin artık sonu geldi masallarının satıldığı günümüzde hala umut var… Eğer o umudu taşıyorsak direnci ve direnişi 60, 70 ve hatta 80’lerdeki gibi yeniden inşa etmeliyiz. Çünkü umut hep vardı. Kimi zaman Fatsa, kimi zaman Kızıldere, kimi zaman da Çeltek-Zetip idi. Ama bizim anti-faşist direniş geleneğimizde umut hep vardı. Ve hep var olacak…


Mustafa Kumanova – 19.06.2021

Tags:


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑