Makaleler

Published on Şubat 24th, 2021

0

Dün ve bugün – Mustafa Kumanova


Bu bağlamda Türkiye’de de 1960’ların ve 1970’lerin devrimci isyanlarından sonra 1980 darbesinin üzerinden yaratılan kimlik, neo-liberal milliyetçi İslam kimliği ve özelde AKP kimliği oldu.

Bugünkü yıkımın ortasında bizler varız. Yarın ise başkaları olacak. Para için yaşandığı sürece insanın ruhsal eksikliğinin kişilikleri her zaman bir yıkımın ortasında olacaklar. Rol modelimiz, liderimiz, kaderimiz para olduğu sürece arzularımız ve tutkularımız gerçek demokrasi ve özgürlük peşinde değil daha çok tüketebilme, lükse daha çok ulaşabilme, daha çok basamak atlayabilme ve daha çok, çok çok ve en çok peşinde koşacaktır. Oysa bu bir belirsizliğe sürüklenmedir. Zenginlik daha çok demokrasi ve özgürlük getirmez. Sadece bireysel kurtuluşun nihai ve devrimci olduğu yanılgısını beraberinde getirir. Toplumsal bir mücadele ve kurtuluş olmadan arzu edilen demokrasi ve özgürlüğe kavuşulamaz. Çünkü mevcut sistemde asıl olan bir sömürme ve sömürülme hali vardır. Kölelik hali en başında ailede başlar. Çünkü paranın kölesi olan ve oyları için satın alına bilinen ailelerin açgözlü hayalleriyle büyür çocuklar. Ve kölelik hali devletle devam eder. Ve de modern ulus devlet soyut olarak adlandırabileceğimiz kapitalizmin günümüzde somut halidir. Ve kapitalizm ile soyut değil de somut bir şekilde mücadele devlete karşı da bir mücadeleyi aynı zamanda ifade eder. Çünkü devlet farklı çıkarları olan “rasyonel varlıkların” içinde bulunduğu bir topluluktur. Devlet de bu topluluklar içinde sadece azınlık topluluğun çıkarlarını koruma ve sürdürme işlevi görür, yani diğer bir deyişle egemen sınıfın tahakkümünün bir aracıdır. Ekonomi politiği ister kamulaştırmalara dayanan devletçilik isterse serbest piyasa olsun egemenlik daima bir avuç seçkinler sınıfındadır. Hiçbir gizemi olmayan mevcut devletin tüm özgürlükleri çoğunluk karşısında bir azınlığın imtiyaz ve çıkarı adına baskıladığı aşikardır.

Bugün kendi kendimize, “neden dünün öğrenci ve işçi hareketleri bugün yok?”, “bu kadar yoksulluğun ve yoksunluğun içinde bugün neden sosyalizm rüzgarları değil de başkaldırmayan isyan etmeyen pasif rüzgarlar, paranın rüzgarları esiyor?” diye soruyoruz. Ve şu anda gerçekleşen Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinde geçmişi aramaya çalışıyoruz. Onlarda geçmişin devrimci gençlerini yaratmak istiyoruz. Oysa bu pratikte mümkün değil. Bir kere geçmişin devrimcileri politikti. Sınıf mücadelesinin siyasi ve sosyal rekabet olduğunun farkında olarak siyasi üstünlüğü ele geçirmenin ayırdında idiler. İşte bu yüzden o günkü devrimciler devlete karşı mücadele ettiler. Devletler yıkılmadan kapitalizmin yıkılamayacağını seziyorlardı. Bugünkü gençlerin ise kapitalizm ya da kurum veya kavram olarak devletle hiçbir alıp veremedikleri yok. Onların tek derdi haklı olarak kendi kimliklerini özgürce yaşamak ve ifade edebilmek. Oysa bu mümkün değil. Neden mi?

Modern kapitalist toplum ve onun egemen sınıfı olan burjuvazi gördüğü büyük tehlike karşısında insanın kendi kendini geliştirme kapasitesinin önüne set çekmek ve bu anlamda gerçek Marxizme yönelmesini ve salt düşünmekten ziyade dünyayı değiştirmeyi düşünmesini engellemek için politika değişikliğine gitti. Çünkü bu tehlikeyi 1960’lar ve 1970’lerde yaşadı. İşçiler ve öğrenciler yükselen devrimci bir kabarışla sosyalizmin ve özelde Marxizmin ışığı altında isyan ettiler ve ayaklandılar. Çünkü kendi kendilerini yönetebileceklerini ve dünyayı değiştirebileceklerini gördüler. 

İşte bu yüzden 1980’ler sonrasında dünyada kimlik politikaları uygulamaya konmaya başladı. Bu ise, bir anlamda toplumun sadece işçi patron olarak ayrıştırılması değil, toplumun ırka, dile, dine, kültüre, etnisiteye, cinsiyete göre bölünmesini de beraberinde getirdi. Çünkü insanlara artık dayatılan kimliklerdi. Marxizm insanlara özün ve insanının özünün ne olduğunu anlatırken, şimdi insanlara görüntünün ve insanın görünüşünün ne olduğu anlatılıyordu. Sömürüye ve sömürülmeye karşı çatışma yerini kimlik çatışmalarına bırakmıştı. İnsanların özeline ilişkin kimlikler artık siyasileştirilmiş, özel alandan politik alana alınıp baskının araçları haline getirilmişti. Artık söz konusu edilen işçi sınıfının hakları değil, işçi sınıfının kimlikleriydi. İşçi sınıfı çatışacak ise, kendi çıkarı için değil kendi kimlikleri için savaşmalıydı, çünkü önüne konan buydu. 

Aslında bu bir anlamda bireyin ve birey haklarının da egemen sınıf lehine geri alınmasından başka bir şey değildi. Diğer bir deyişle, liberalizmin çıkış ideolojisine de tamamıyla tersti. Ama asıl olan nihayetinde bireyi ya da toplumu eşitliğe ve mutluluğa götürecek ideolojiler değil, paranın ideolojisiydi. 

1980 sonrasında neo-liberal ekonomik politikalara geçişle paranın dünya çapında serbest dolaşımını geçer kılmak adına işçi sınıfının geçmişte elde ettiği ne kadar hukuki demokratik kazanım varsa birer birer geri alınmaya başlandı. Reel sosyalizmde işçi sınıfı adına işçileri yöneten bürokratik otoriter kadroların görmezden geldikleri kimlikler, -kadınlar, eşcinseller, çevreciler ve diğerleri- ilk başta haklarını aramak için seslerini yükselttiler. Fakat her biri kendi gruplarının ezilmişliğine başkaldırıyordu. Toplu halde insanların ezilmesine değil. Yani kapitalist sistem içinde kapitalizme karşı değil kapitalizmin bir uygulamasına karşı geliniyordu ve reform talep ediliyordu. Bütün bunlar ise egemen sınıf burjuvazinin işine yarıyordu. Burjuvazi artık kimlik politikalarının nasıl ayrıştırıcı bir özelliği olduğunu görmüştü. Yapması gereken sadece en yararlı olan ayrıştırıcı kimlikleri piyasaya ideologları sayesinde sürmekti. Bu ayrıştırıcı kimlikler ise din ve milliyetçilik tabanlı idi. Ya da medeniyetler çatışması…

Bu bağlamda Türkiye’de de 1960’ların ve 1970’lerin devrimci isyanlarından sonra 1980 darbesinin üzerinden yaratılan kimlik, neo-liberal milliyetçi İslam kimliği ve özelde AKP kimliği oldu. Bugün gelinen noktada ise bu kimlik artık açık olarak ortaya çıkmış ve toplumu AKP’li ve AKP’li olmayanlar(diğer bütün kimlikleri içeren) olarak iki kategoriye ayırmıştır.

Ve kimlik politikaları sayesinde üretenin kendisi olduğu kendisine unutturulan birey keskin bir şekilde tüketime yönlendirildi. Artık onun varlığı hayatı yaşamak için değil, hayatı tüketmek için vardı. Çünkü eğer üretenin kendisi olduğunun farkına varırsa -ki geçmişte farkına varmıştı – ürettiğinden hak iddia edecekti ve bu da onu ayaklanmaya ve isyana sürükleyecekti. Tüketmenin de yolları belliydi. Ve lüksün bu kadar görünür olduğu ve dayatıldığı toplumda ona erişme ve erişememe sorunu beraberinde hırsızlıkları, yolsuzlukları ve talanı getirdi. Artık her şey aleni yapılıyordu.

Kesişimselliğin(kısaca kimlik hakları) yükselişi, 1960’lar ve 1970’lerin devrimci dalgalarının yenilgisi ile aynı zamana denk geldi ve bunu 1980’lerde Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle sonuçlanan tepki izledi. Sınıf mücadelesinin sonuçta oluşan geri çekilmesi sırasında kimlik politikaları üstünlük kazandı. O belirli dönemde geliştirilen kimlik politikaları, sınıfsal ve siyasi bakış açılarından ziyade kişisel karakteristik özellikleri(etnisite, cinsiyet, vb.) baz alarak insanları tanımlamaya dayandırıldı. Kimlikler ise bireyin özel alanından alınıp politik bir alan içinde siyasi birimle çakıştırıldıkça toplumda kutuplaştırma ve ötekileştirme arttı.

Kimlik politikaları ayrıca sendika bürokrasisi ve egemen sınıf tarafından hareket içindeki sol ve sınıf mücadelesi pozisyonlarına karşı da kullanılır.  Kimi zaman “yerli” ve “milli” olarak kullanılır, kimi zaman “bayrak” ve “ezan” olarak kullanılır kimi zaman etnisite kimi zaman da cinsiyetler üzerinden kullanılır. Ve böylece sol hareketlerin güçlenmesi ve birleşmesi önlenir.

Kapitalizm işçi sınıfını, kendimizle ve birbirimizle olan ilişkimizi bozan insanlık dışı ve aşırı yoğun rekabete zorlar. İnsanlar tabiatın gereği açgözlü ve ayrımcı doğmazlar, ancak bizi birbirimizle karşı karşıya getiren ve bizi birleşmekten alıkoymak için ayrıştıran güçlü mesajlar kullanan bireysel bir toplumda yetişirler. Ayrımcılık gözeten tutumlara sebep olan maddi ve sosyal koşulların nasıl değiştirileceğini düşünmeden meydan okuma baskıyla savaşmada bu sebeple sınırlı bir yaklaşımdır. İşte bu yüzden de günümüz başkaldırıları saman alevi gibi parıldayıp sönmektedir. 

Baskı, ayrımcılık ve tahakkümün her türlüsüne karşı olmak sosyalizmin temel ilkelerinden biridir. Ancak ötekileştirme, kutuplaştırma, dışlama ve ayrımcılığın maddi kökenlerini kurutmak zorundayız. Bunun yolu da toplumun tüm ezilenlerinin ortaklaşa oluşturduğu hiçbir kimlikle tanımlanmayan net demokratik devrimci bir program içeren sınıf mücadelesinden geçer.


Mustafa Kumanova – 24.02.2021

Tags:


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑