Makaleler

Published on Eylül 23rd, 2020

0

Gerçek hayat hikayesi: Çocuktan terörist, devrimci, kadın özgürlük aktivistliğine! – Gül Güzel


Ortadoğu halklarının çocukları olarak, hala kadına uygulanan bu adaletsizliği yaşıyor ve  omuzlarımıza yüklenen namus, ahlak yükünü bütün ağırlığı ile taşıyoruz…

Yaşadığımız ülkelerin adaletsiz yasal tutumu, feodal aile ve toplum yapısı, çoğu kadına yaşamını zindan etti ve hala ediyor. Sanki tüm bu sistemler el ele kadın cinsi düşmanlığında hem fikirler. Birinin eksik bıraktığı yerde, diğeri devreye giriyor. Kadına katliam, işkence, taciz ve tecavüzü kendine hak biliyor. Toplumumuzda Erk zihniyetin kendisine dair namus, gurur içselliği olmadığı için kadın bedenini kendine namus, gurur siperi ediyor. Kadının hem işgalcisi, tecavüzcüsü, hem de katili olur böylece Erk düşünce. Devlet ve erk sistemin bu işbirliği yaşadığımız 21. Yüzyılda da ‘’develer tellal, pireler berber’’ olmazsa da, erk -cunta zihniyeti, kadın üzerinden kendini var etmek için bütün kirli düzeni ile kendini yaşatıyor. Kadın cinsi ya kimliği, benliği ve özgürlüğünden feragat edecek, yahut da benim istediğim çizgiye gelerek, özgür yaşam hakkı olmayacak. Hatta gerekirse bu yüzden ölecek. Bu yüzdendir ki, erk zihniyetin baskı, katliamları kadının başından kalkmayan Demokles kılıcı gibi kendini hala sürdürüyor. Bizler Ortadoğu halklarının çocukları olarak, hala kadına uygulanan bu adaletsizliği yaşıyor ve  omuzlarımıza yüklenen namus, ahlak yükünü bütün ağırlığı ile taşıyoruz. Bu konularda konuşabilen çok az cesaretli kadının ise, toplumca tecrit edilmesi pek de değişmedi. O yüzden aşağıda yazacağım gerçek hayat hikayesini bizlerle paylaşan kadın arkadaşımı kutluyorum.

‘’Çocuktum ve nasıl olduğunu anlamadan birden bire terörist olmuştum’’ diyor 15 Aralık 1967 Batman doğumlu Yıldız Aktaş yeşil gözlerine yaşlar dolarak. ‘’Biz 3 kız, 2 erkek çocuklu bir aileydik. Ben ilkokulu ve ardından tekstil eğitimini Batman’da aldım. Daha 12-13 yaşında, bir çocuktum ama 12 Eylül 1980 cunta rejimi genelde Kürt halkına, özelde de kadına Kürdistan’ı cehenneme çevirmişti. TC Cunta rejimi, her gün insanlık suçu işleyerek, Kürt halkını özelde de kadını barbar saldırıları, soykırımcılık eylemleri ve katliamlarla yok etmek istiyordu.  Bizler, çok büyük baskı, tutuklama, sokak ortasında dahi katledilmeleri her gün görüp, yaşıyorduk. Cunta öncesi zaten Kürt halkına, iradesine katliamlar 1978-79’larda faili meçhul cinayetleriyle, Edip Solmaz ile başlamıştı. Edip Solmaz, Kürdistan/Batman’da ilk olarak hiç bir partiye bağlı olmadan, belediye başkanlığı için o tarihte aday oldu. Halk da kendisine oy vererek, Batman belediye başkanı seçildi. Ancak bölgede ilk seçilen bu Kürt belediye başkanı TC devlet sistemi tarafından bir ay sonra katledildi. Aynı şekilde daha sonra Mehmet Sincar’ın sokak ortasında katledilmesi gibi...Bu katliamlar, Kürt halkına yapılan planlı devlet imha projesiydi. Yani 12 Eylül cuntasından önce Kürt toplumunun katliamı, kadının ise toplumda düşürülmesi için bütün işkenceler reva görüldü. Edip Solmaz’ın katliamının ardından, 1981’de Batman’da ben ve 9 kadın daha gözaltına alınarak, başlayan faili meçhullerin şehri Batman, aynı zamanda kadınların intihar kenti konumuna getirildi. Batman’da gözaltıyla başlayan 5 gün boyunca yapılan çeşitli işkenceler sonrası, bizi Siirt’te götürdüler. Orda da 37 gün devam eden işkence, taciz, tecavüzün farklı şekilleriyle tanıştık. Bunun ardından bizi Diyarbakır E-Tipi cezaevine götürdüler. Ancak 3 kişilik ringe, biz hepimiz elleri birbirine bağlı, gözlerimiz bağlı olarak hayvan gibi üst üste atılarak, büyük işkenceler eşliğinde götürüldük. Yani Diyarbakır E Tipi 5 Nolu cezaevine gittiğimizde yapılan işkence, tecavüz ve vahşetlerden dolayı çok sayıda ölmeyen ama ölümden öte konumda olan direnen kadınları görüp, tanıdık. Bu kadınlar içinde Sara(Sakine Cansız)da vardı. Benim savcıya ‘’ama ben terörist değilim, çocuğum,’’ dememe gülerek, ’Bizim buradaki hepimizin celladı olan o savcıya bizim diyemediğimizi, farkında olmadan söylemişsin ve öcümüzü almışsın!’’ diyerek gülmüştü. O yüzden Diyarbakır’a gidince, işkencehaneden çıkma umutlarımızın yerine, işkencelerin derinleşerek, süreklileşmesiyle karşı- karşıya bırakıldık. Erk- Cunta rejiminin hedefi biz kadınları cezaevlerinden ‘’TABUT’’ olarak çıkarmaktı. Çünkü erk, feodal toplumda da işkence, taciz, tecavüz gören kadın, ‘ÖLÜ Kadın’dır. O yüzden cezaevlerinde çıkan erkekler toplum tarafından büyük bir saygınlık, onur ve kutlamalarla karşılanırken, cezaevlerinden çıkan biz kadınlar birer ölü,  değeri olmayanlar olarak dışlanarak, horlanırdık.

Aslında, bu elektrik şoku işkenceler, farklı cinsel taciz, çeşitli diğer işkencelerle neden karşı karşıya kaldığımı da 12-13 yaşındaki bir çocuk olarak, o süreçte anlayamamıştım. Suçumun ne olabileceği konusunda zaten yapılan işkencelerin yoğunluğundan dolayı, kendi kendime bu tür soruları sormaya bile zaman kalmıyordu. Ancak eniştem de olan amcamın oğlu ile aynı dosyadan yargılandığımız için, onun Askeri mahkemede yaptığı savunmasında durumu anlamaya başladım. Çünkü biz Kürt’tük ve Kürt halkı olarak bu tür katliam, işkence ve tutuklamalara maruz kalıyorduk. Anladım ki, 12 Eylül TC’nin cunta darbesi aslında biz Kürt halkını imha etmek için planlanmış ve yapılmıştı. Diyarbakır’da yapılan Askeri mahkeme bitince, yaklaşık bir sene sonra serbest bırakıldım ve Batman(Kendi evimize) döndüm.

TC-Devlet/Cunta terörü ve feodal toplum kıskancında kalan kadın!

Batman’a döndükten sonra, o beklenilen güzel özgürlük yerine, ailelerimiz ve feodal toplum kendince ayaklar altına alınan, hiç bir değeri olmayan biz 9 kadını nasıl karşılayacağını bilemiyorduk. Devletin yaptığı fiziki şiddetin yerini aile ve toplumun yaptığı psikolojik şiddeti yer almıştı. O süreçte Batman’da biz 9 kadının, TC cunta sistemi tarafından tutuklanıp, işkencelere tabi tutulması toplumsal bir Enfala neden olmuştu. Aile, akraba ve toplumun namus algısı altında devletten eksik kalmayacak şekilde hedef haline getirildik. Çünkü bazı kadınlara eşlerinin gözleri önünde Cuntacılar tarafından bilinçli olarak defalarca tecavüz edilmişti… Siirt’te başlayan bu tür tecavüzler, bazılarının ayaklarının altını keserek içine tuz dökme, cinsel taciz ve tecavüz işkenceleri Diyarbakır E Tipi, 5 nolu Askeri zindanında da devam etti. ‘’Bekaret kontrolü’’ adı altında aslında gördüğümüz şey tecavüzdü. Sadece farklı şekilde adlandırılarak, adi suçlarını saklamaya çalışıyorlardı. Ancak yapılan bu tecavüzleri kimse cesaret edip, anlatamıyordu. Zaten gözlerimiz bağlanarak, bizlere bu tecavüz işkenceleri yapıldığı için, kimsenin tecavüzcüsünü görme ve de şikayet etme imkanı da yoktu. Ama neticede, bu devletin kendi sistemiydi ve tecavüzcü olan da devlet kendisiydi! Gözlerimiz bağlı olarak aylara varan bu işkence sürecinde haftalarca susuz bırakıldık, su yüzü dahi göremedik. Bir de her an bir işkencecinin gelip, yeniden işkence edeceği korkusuyla yaşıyorduk. Yapılan bu tür işkencelerin en önemli amacı, insanları itirafçılığa zorlayıp, muhbirliği kabul ettirmekti. ‘’konuşursanız, sorduklarımıza cevap verirseniz, size ve ailenize hiç bir şey olmayacak!’’ vaatleriyle insanları kendi halkına karşı muhbirleştirmeye çalışıyorlardı. Ama itiraf yerine direnenler başardı ve kazandı.

Ve ben 12- 13 yaşındaki terörist!…

Bütün insani değerler hiçe sayılarak, ben 12-13 yaşındaki bir çocuk olarak tutuklandım. 12-13 yaşındaki ben ne yapmıştım ki? veya ne gibi bir suç işlemiş olabilirdim ki? ancak 12 Eylül TC Cunta rejimi, Karabasan misali, karanlık bir tünel gibi Kürt halkının üstüne çökmüştü. Ben ise 12-13 yaşındaki bir çocuk olarak, bütün bunlara şahit ettirildim… Siirt’teki gözaltı sürecindeki işkencelerden sonra suçsuz, günahsız bir çocuk olarak, nihayet Diyarbakır yoluna bindirildiğimiz Ring arabasıyla girdik. Zaten bütün yol boyunca hepimizin elleri birbirine bağlanmış, gözlerimiz de hep bağlı tutulmuştu. Biz 9 kadındık ama Ring üç kişilikti. Onun için yol boyunca Ring arabasına adeta üs tüste yığılarak, atılmıştık…Ama Diyarbakır’a gittiğimizde, bize yapılan o vahşet dolu işkenceler bitecek umuduyla, Ringdeki bu zor koşullara severek katlanmıştık. Ancak Diyarbakır E Tipi 5 nolu askeri cezaevine vardığımızda, bu sevincimiz kursağımızda kaldı.  Çünkü Diyarbakır’da da o zaman insanlık tarihinin en vahşi işkenceleri yapılıyor; işkencelerden ölenler, katledilenler, idam edilenlerin yanısıra sağ kalanlara da, ölümden öte işkenceler yapılmaya devam ediyordu. Yapılan işkencelerden kaynaklı insanlarda oluşan çeşitli sakatlıklar, ölümü aratıyordu. Ölümün bile yasak olduğu 12 Eylül TC cunta sürecinde bu işkencehaneler, Auschwitz’teki ölüm kamplarını aratmayacak düzeydeydi.

Diyarbakır 5 nolu zindanlarındaki bu işkencelere 12-13 yaşındaki çocuk olarak, şahit oldum. İnsanlar orda işkenceler sonucu, ölümün bile yasak olduğu bu ortamlarda, canlı canlı katlediliyor, öldürülüyorlardı…

Gözaltında kaldığımız toplam 52 gün boyunca bize yapılan işkenceler sürecinde ailemiz dahil hiç kimse bizim nerede olduğumuzu bilmiyordu. 1981 yılında askeri mahkemede yargılandıktan sonra 13 yaşımda şartlı olarak serbest bırakıldım.

İlk olarak terörüst olduğumu duydum!

Gözaltı sürecinde mahkemeye çıkmadan önce, ifademi alması için beni bir savcının odasına götürdüler. Ben de orda duran bir sandalyede oturarak, beklemeye başladım. O ara içeri giren savcı bana bağırarak, ’sen nasıl o sandalyede oturuyorsun?’ diye kızmaya başlayınca, ben de ‘’sandalye boştu, ben de oturdum’’ dedim. Savcı bu sefer daha da kızarak, ’boş da olsa, o sandalyeye teröristler oturmaz!’ deyince ben de, ‘âmâ ben terörist değilim ki, ben daha çocuğum’ dedim. O zaman ilk olarak terörist kelimesini duydum ve ben de artık 12-13 yaşında bir terörist olmuştum…

Aile ve toplumun feodal baskı ve namus algısı kıskacındaki BEN

Tahliye olduktan sonra beklediğim özgürlüğün yerine, işkenceler farklı yöntemlerle devam etti. Askeri cezaevinden tahliye olmuştum ama, Ana dava Diyarbakır’da devam ettiği için benim ayda iki defa Batman’dan Diyarbakır’a bu duruşmalara gitmem gerekiyordu. Hem çevrenin yaklaşımları, hem ulaşım sıkıntıları hem de salonlarda beklemeler işkenceye dönüşmüştü. Ama en büyük işkence benim için Batman’a dönüşümle başladı. Babam çevrenin de baskısıyla bana fiziki ve psikolojik şiddet uygulamaya başladı. Çünkü toplumun ve ailenin namus kavramı her şeyi yerle bir ediyordu. Onların gözünde ve beyinlerinde ben kirletilmiş, hiç bir değeri olmayan namussuz biriydim artık. O yüzden babam sıkça, ’Sen benim için artık ölüsün. Bundan sonra sana ölü gözüyle yaklaşacağım!’ diyordu. O sıralar Nusaybin’den gelen amcam da babama, ’Kusura bakma ama ben seni ziyaret edip, geçmiş olsun demek için gelmedim. Biz şimdi bu kızı artık ne yapacağız? ona karar verelim diye geldim!’ dedi. Yani beni nasıl katledeceklerinin planını yapmak için gelmişti. Babam da amcama dönerek, ’Dur hele biraz. Bir bakalım, sonra hallederiz bir şekilde’ demişti… Babamların beni katledemeyiş nedenleri vardı ama uyguladıkları işkence yalnız benimle sınırlı kalmıyor, anneme de yansıyordu. Babam anneme de şiddet uyguluyor ve hakaretlerde bulunuyordu. O zaman da düşünmüştüm ki, babam ben ve anneme uyguladığı bu çeşitli şiddet şekilleriyle, aslında Cunta sisteminin(Kenan Evren) ailemiz içine uzanan eli olmuştu. Cuntanın bize yaptığı işkenceleri o da bir nevi sürdürüyordu. Belki devlet sistemi de bunu böyle istiyor ve hesaplamıştı. Kendilerinin tam öldüremediği bizleri feodal olan bu toplumumuz bizi öldürecekti. Ama ifademi alması için beni odasına götürdükleri savcının,’’ boş da olsa, o sandalyeye teröristler oturmaz!’’ sözü bana, benim kim olduğumu ve kimliğimi aramama neden olmuştu. Çekilmesi ve dayanılması zor olan bu işkence ve baskıları 1984 yılına kadar kendi doğum şehrim Batman’da çevrem tarafından yaşadım. Ve 1984 yılında Batman’da yine tutuklandım. Tutuklanma yine aynı suçlamalarla, şiddet ve işkenceler de aynıydı. Zindanlarda İşkenceler hala devam ediyor, katliamlar sürüyordu. Ben de yine aynı işkencelere maruz bırakılarak, vahşetvari her şey sanki bir daha tekrarlanıyordu… Aynı 1980’deki tür tutuklama, gözaltı, işkenceler ve Diyarbakır Zindanları…Yani Batman – Siirt – Diyarbakır üçgeninde aynı şekilde insanlık suçu işlemelerin tekrarının devamı…

Diyarbakır! Ve sonrası…

1981’e kıyasla  katmerleşen, globalleşen, hatta daha da büyüyerek, insanlığa vurulan bir darbeydi. Ama 1980 darbesinin bu en katmerlisi aynı zamanda Kürt halkını kendine getirdi. Kürtler kimliklerinden dolayı imha edilmekle yüz yüze olduklarını anladılar…

Bu ikinci sefer de mahkeme tekrar bittikten sonra, yine Batman’a döndüm. Ancak babamın bana ve anneme karşı tavrı gittikçe daha kötü olmuştu… Bana dönerek, ’Senden intikam almak istiyorum. Namusumuzu beş paralık ettin. Beni her kese rezil ettin…!’ diyordu. İntikamını da beni yaşlı bir adama vererek, namusunu temizlemek olacaktı. Babamın planladığı bu kirli düşüncesinden ve devletin baskısından dolayı artık Batman’da yaşama şansımın olmadığını anladım. 1985 yılında cezaevinden çıktıktan kısa bir süre sonra bu baskı ve şiddetlerden kurtulmak için  Batman’dan çıkarak, İstanbul’a gittim. İstanbul’da daha önce beni isteyen bir akrabamla evlenerek, bu durumdan kurtulmayı tercih ettim. Bu zorunlu tercih bana beni acılarımdan uzaklaştıracağı umudumun ne kadar yanlış olduğunu ve aslında acılarıma daha çok yaklaşmış olduğumu kanıtlayacaktı. Yıllarca eşimden gördüğüm fiziki ve psikolojik şiddet babamı aratmıyordu. Nasıl ki babam, evimizin içine uzanan Cuntanın işkenceci eliydiyse, eşim de aynısıydı. Toplumun erkil, feodal baskısından, TC devletinin yaşattığı işkence, Aile ve babamın da sürdürdüğü zulümden kurtulmak, kaçmak için tercih ederek yapmak zorunda kalarak, yaptığım bu evliliğin tek güzel yanı, 2 kızım ile bir oğlumun olmuş olmasıydı. Aslında kendisi daha çocuk bir annenin 3 çocuğu olmuştu. Eşim olan şahıs yıllarca, babamın işkenceci elinin, tavrının uzantısı konumunda olmayı sürdürdü. Halbuki bütün tutuklama, gözaltı  ve cezaevleri sürecinde yaşadıklarım bana büyük cesaret, özgüven ve güçlü bir kişilik vermişti. Kadın mücadelesine olan ilgimin de böylelikle daha çok artmasına neden olmuştu.

Siyasi mücadele ve kadın çalışmaları

Kötü giden evliliğim sürse de ben Demokratik Halkın Partisi DEP’te siyasi çalışmalara partinin kadın komisyonunda yer alarak, başladım. Benim bu şekilde kadın eksenli olarak, siyasi parti içinde çalışmalara katılmam eşimin üzerimdeki şiddetini daha da artırmasına neden oldu. Nasıl ki devlet, ’En iyi Kürt, ölü Kürt’tür!’’ diyorsa, erk zihniyetli toplum için de ‘’en iyi kadın savunmasız kadındır!’’ ve böylece bu baskı ve işkence dolu evlilik yıllarca devam etti. Ancak o zaman 12 yaşında olan kızım bir gün, ’Anne ben bu adamın sana yaptığı bu işkencelere artık dayanamıyorum. Eğer sen onu terk etmezsen, ben ikinizi de terk edeceğim!’ dedi. Bunun üzerine 2004 yılında resmen eşimden ayrıldım. Bu ara kadın çalışmalarına daha çok ağırlık vererek, kadın ile dayanışma bilinci ve mücadelesini büyüterek, cevap vereceğimi düşündüm. Kadınlarla bu birlikte çalışmalarımız neticesinde 8 Mart eyleminde 25.000 kadının katıldığı mitingi örgütleyerek, Taksim’de düzenlemiştik.

Yaşamıma damgasını vuran, unutamadığım acılar!

Bizler kadın endeksli çalışmalar yürütürken, farklı çevrelerdeki dramlarla karşılaşıyordu. Bunlardan biri eşi tarafından burnu kesilen kadındı. Bu kadın erkek şiddetinin en katmerlisini yaşarken, çalışıp, çocuklarını geçindirme mücadelesini veriyordu. Çocuklarının geçimini sağlamak için temizlik işlerine gidiyor, kazandığı parayla kendi ve çocuklarının geçimini sağlıyordu. Ama çalışmayan, kumar oynayan eşi, onun temizlik yaparak kazandığı parayı elinden alıp, kumara yatırmak istiyordu. Kadın kendisine para vermeyince çeşitli işkencelere maruz kalıyor, hatta günün birinde hırsını alamayan erkek, kadının burnunu kesiyor. Bu kadının durumunu görünce, çalışmalarımızın bu konuda daha çok ve güçlü yürütülmesi gereğini bir daha gördüm. Eşinin mağduru olan bu kadın partimize yardım edilmesi için gelmiş ve yaptığı temizlikten kazandığı parayla 3 çocuğunu geçindirmek istiyordu. Çocuklarının geçimi için parayı eşine vermeyen, eşi tarafından satılmak istenen ve erke boyun eğmeyen bu kadın gibi  acaba toplumumuz içinde kaç binlerce kadın vardı? Sayıları belki de yüz binlere varan bu erkek mağduru kadınlara yardım etmek ve dayanışma elimizi uzatmamız gerekiyordu. O yüzden partiden bağımsız olarak çalışan,‘’GÖKKUŞAĞI’’ kadın derneği ile ortak, kadın eksenli çalışmalarımıza İstanbul’da da büyük bir mücadele ile sürdürmeye başladık. Bu şekilde çalışmalarımızla bir çok mağdur kadının yanında olabildik, ilgilendik, destek verdik. Çalışmalarımızda kadın eksenli ve hiç bir ayrımcılık yapılmadan, her etnisyene ait kadına Türk, Kürt şehirlerinde ulaşmak için çalışmalarımızı sürdürdük. Ben bu çalışmalara 2012 yılına kadar devam ettim. Tabii kadınlar olarak, uluslararası çalışmalarımız da büyük bir sahiplenme ve heyecanla sürüyordu. Bu yüzde 8 Mart ve 25 Kasım günleri biz Kürt kadınların da en çok yoğunlaşarak örgütlediği eylemler haline geliyordu. Onun için 2008 yılındaki 8 Mart kutlamalarında Ağrı’da, 8 Mart dünya emekçi kadınlar günününe dair Kürtçe yaptığım konuşmamdan dolayı hakkımdan dava açılarak, tutuklandım. Bu davadan dolayı 4 ay Ağrı cezaevinde kaldım. O ara Ağrı cezaevinde tutuklu siyasi kadın olmadığı için tek kişilik bir odada yalnız kalmıştım. Biz Kürt kadın örgütü olarak, çalışmalarımız bizimle sınırlı değil, çeşitli kadın örgüt, inisiyatif, LGBT, İHD ve benzeri kurumlarla sürdürüyordu.

13 Cenaze ve artı iki ayak!!!

 Avrupa ülkelerinde üretilen bir çok kimyasal bombalar 1937-38’den beri çeşitli yerlerde biz Kürt halkı üzerinde denendi ve bu kimyasal bombalarla yalnız insanlarımız değil, toprağımız ve tabiatımız zehirlenerek öldürüldü. 2011 yılında elma-armut kokulu kimyasal gazların kullanıldığına, bir çok kişi gibi ben de Roboski ve Gelyé Teyaré’deki(Çukurca) olaylarında şahit oldum. Atılan kimyasal bombalarla Gelyé Teyaré de 37 kişinin bedenleri kömürleşircesine yanmıştı. İki gün süren ve hiç bir askerin çatışma alanında görülmediği ve silahlı karşılıklı hiç bir çatışma olmadan, roketlerle kobralardan atılan armut- elma kokulu kimyasal bombalar tamamen Türk ordusunun teknik donanımıyla yapılmıştı. Alana  kobra ve roketlerle kimyasal bombalar atılarak, insanlık dışı katliam işlenmişti. Kimyasal madde kullanılarak öldürülenlerden 13 insanın cenazesi Malatya devlet hastahanesi morgundaydı. Siyasi Parti olarak, diğer çeşitli siyasi partiler, kadın kurumları, İHD ’den temsilcilerden oluşturduğumuz bir heyet ile cenaze sahibi ailelerin talebi üzerine Malatya’ya gittik. Orda cenazeleri almak için sorumlu savcılıkla görüşmeler yaptık. Morgda kaç cenaze olduğunu sorduğumuzda Savcı,’’13 cenaze ile 2 de ayak var. Eğer ayaklar o cenazelerden birine ait değilse, 14 cenaze var!’’ cevabını verdi. Bizler de bu doğrultuda ailelere ve basına açıklamalarda bulunduk. Diğer cenazeler ise daha kimyasal bombaların atıldığı Gelyé Teyaré kırsalındaydı. Heyet gidip, kırsaldaki cenazeleri de alarak, torbalar içinde Malatya devlet hastahanesi morguna getirdi. Bizler cenazelerin bulunduğu torbaların ağzını açtığımızda, hala armut elma karışımı kimyasalın kokusunun etkisinden boğaz ağrısı, mide bulantısı ve baş ağrılarını en az iki gün boyunca çektik.  Torba içindeki cenazeler de zaten hiç birisi normal cenaze değil; ateşte yanıp, karararak kömürleşen cisime benziyorlardı. Cenazeler normal beden, kollar veya bacaklardan değil, bir bütün olarak birbirine yapışıp, kuruyan kara birer cisimden ibaretti.

Bu katliamın ardından kısa bir süre sonra ise, 28 Aralık 2011’de ROBOSKİ katliamı yine Türk silahlı gücün uçaklarından atılan bombalarla işlendi. Bu sefer Şırnak Roboski köyündeki sınır ticareti yapan, çoğu çocuk olan 35 kişi katledilmişti. Böylesi bir vahşeti ömür boyu unutmam mümkün olmayacak! Bedenlerin paramparça ve bir çok bedenin birbirine karıştığı bir cinayetti Roboski katliamı. Hiç biri bütün kalmayan CENAZELERL(    o süreçte siyasi partinin eş Başkanları olan Selahattin Demirtaş ve Gültan Kışanak da Roboski’ye gelmişlerdi. Türk askeri savaş uçaklarından bombalar atılarak katledilenlerin, toplanıp, torbalara konan cenaze parçalarının bulunduğu odaya birlikte gittiğimizde, her üçümüzün feryatları göklere yükseldi !!! tabii ki çocukları paramparça edilerek katledilenlerin Anneleri ve yakınlarının ağıtları, feryatları yeri- göğü inletiyordu. Oradaki yaşanan o çaresizlik karşısında acılarımızı yaşamamıza dahi tahammülü olmayan devlet, katliam hakkında günlerce hiç bir açıklama yapmazken, cenazeler defin edilirken tabutun üzerine örtülen yeşil, kırmızı, sarı puşuyu bahane ederek, halkı ve acılı aileleri bir de bu yüzden terörüze ederek, acılarını dahi yaşamalarına müsade edilmeden,  basın ve medyasında gündem oluşturdu. Devlet yetkilileri susuyordu çünkü Roboski’de de Gelyé Teyaré’dekine benzer kimyasal kullanılmıştı. Devletin bütün teröre estirmesine rağmen bizler mümkün mertebe cenazeleri tabutlara koyarak, Roboski köyünde oluşturulan Anıt ’ta defnettik. Yapılan bu anıta dahi tahammülü olmayan devlet yetkilileri, Roboski Anıtının yapılmaması için bir çok hileli oyunlara başvurdu. Ama katledilenlerin Aileleri bu konuda kararlı duruşlarıyla çocuklarının anıtını yaptılar.

Her iki olaydaki vahşet sonucu kömürleşen ve param-parça edilerek katledilen bu insanların resimleri hiç bir zaman aklımdan çıkmayan, ömür boyu kendimle her yere taşıdığım acılar olarak yaşamımda yer alıyor; almaya devam edecek!

Çektiğim acılardan nasıl yaşamam gerektiğini öğrendim,

Türkiye’de, kimliğim ve kadın cinsimden dolayı yaşamak zorunda bırakıldığım şiddet, gözaltılar, tutuklamalar, dava dosyaları, hapis cezaları, işkence, baskılar,  ve birebir şahit olduğum çeşitli kadın- çocuk katliamları, asit kuyuları, adı yasaklanan ve boşaltılan köyleri yeterince gördükten sonra, Almanya’ya can simidi umudu ile tutunarak, fiziksel ve psikolojik yaralarımı saracağım düşüncesiyle geldim. Bu umutlarla geldiğim Almanya’da da ülkedeki kadına dair çalışmalarımın verdiği bilinçli sorumluluğum gereği, kadın eksenli çalışmaya devam etmek istedim. Çalışmalar burda farklı zorlukların engeline takılsa da gerçek engelin yine benim Kadın, Kürt, Feminist olmamdan kaynaklı ve burda da yasakların yumağına takılmama neden oluyordu. Oysaki, benim bu kimlik bilincimin gayet doğal bir durum ve hiç kimseye zararı olmadığını anlaşılmasının önüne engel konulması beni şaşırttı. Halbuki benim istediğim rengi, ırkı, inancı ne olursa olsun, bütün kadınlarla dayanışmaktır. Bu yüzden de kadınlarla çalışmaya ve dayanışmaya önem verdim. Bir de yaşamış olduğum bütün baskı, işkencelerden dolayı kırılan dallarımda solan çiçeklerimi, acıtılan ruhumu burada tedavi edebileceğimi düşündüm. Ancak ait olduğum kimliğim ve cinsim yüzünden burda da mağdur edilecektim. Halbuki bu ülkeye ben umutlar besleyip, büyüterek gelmiştim. Umutlarımın dışında bu ülkeye zerre kadar bile bir zarar verecek düşüncem yoktu, olamazdı.

Cins özgürlüğü benim mücadelemde hep yer aldı

Demokratik, Ekolojik, Cinsiyet eşitliği ve özgürlüğüne inanan birisi olarak, kadın eksenli çalışmalarımı Türkiye ve Kürdistan şehirlerinde çeşitli tarihlerde yürüttüm. Buna örnek olarak, DTP (Demokratik Toplum Partisi) kadın meclisi olarak, 29 Mayıs 2006 tarihinde tek başkanlık sisteminden, eş başkanlık sistemini bütün siyasi partilerde uygulanması için imza kampanyası başlattık. Bu kampanyanın startını İstanbul’da, 100.000 imza hedefliyerek verdik. Toplanan 100.000 imza ile TBMM önünde bir basın açıklaması yaparak, talep için topladığımız imzaları, TBMM başkanına sunduk. Bu eş başkanlık kampanyamız çerçevesinde, DTP siyasi parti olarak, bir ilke imza attı ve eş başkanlık sistemine geçti. DTP siyasi partimizin ilk eş başkanları ise, millet vekilleri  Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk oldular.’’


Gül Güzel – 23.09.2020

Tags:


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑