Makaleler

Published on Aralık 30th, 2021

0

Hapishanelerde yer demir gök bakır mı? | Figen Yüksekdağ

Hapishanelere doldurulan ve toplumun en diri, işlevli, değiştirme gücü yüksek bölükleri, dışarıdaki hayatın derdine yanıp ona güç vermeye çalışmaktan, kendisi adına “ah” diyemedi. Ama içeride-dışarıda herkesin görüp kabul etmesi gerekir ki, bu özgün sürecin sonuna gelindi. Artık en basit muhalefette, en kritik makro siyasette, toplumun içine sürüklendiği atalet ya da iktidar zorbalığının düzeyine dayanan gerekçelerle yapılamaz. Alışma ve uyuşma haline derhal son vermek geriyor. Çünkü artık bardak taşıyor.

Hiçbir yerden yardım ve medet ihtimalinin olmadığı, bütün kapıların, gözlerin, kulakların kapandığı durumları anlatmak için böyle dermiş eskiler. Yer demir, gök bakır… Tarihindeki en berbat, en insanlık dışı dönemi yaşayan Türkiye hapishanelerinde on binlerce mahpus uzun zamandır bu atmosferde hayat mücadelesi veriyor.

Pandemi bahanesiyle, zaten alabildiğine daraltılan temel hak ve imkanların kalanı da süpürülüp atılmıştı. İki yıldır hastaneye gidemeyen, sonra gidişi-gelişi eziyete dönüştürülen, ilaçları verilmeyen, acımasız tecrit şartlarında insan yüzü göremeyen tutsaklar, art arda ya yaşamını yitiriyor ya da Garibe Gezer gibi yaşamını bitiriyor. Siyasi iktidar, yargı, infaz kurumları plan ve koordinasyonuyla işlenen seri cinayetler bunlar. Ateşin düştüğü yerden bakınca başka türlü görmek ve tanımlamak mümkün değil.

Ama sosyal ve siyasal hayatın, algının geldiği noktaya baktığınızda ölüm ve yaşam hakkı kavramlarının ne denli çaptan düştüğünü, anlamını yitirdiğini görüyorsunuz. Toplumun çoğunluğunda korku, kaygı, içe çekilme gibi duygu durumları tek hayatta kalma refleksi olarak öne çıkıyor. Ve tabii bunlarla atbaşı giden duyarsızlaşma… Duyarsızlık deyip geçmemek lazım; ucu keskin ve derinde sosyal, siyasal sorunlardandır kendisi. Yaşayan toplumsal bünye açısından bir düşme ve düşürülme biçimidir. Bizim memleketteki gibi devletler-iktidarlar, korku yayarak, zorbalık yaparak, açlıkla-işsizlikle sınayarak, sosyal dokuyu parçalayıp bölerek insanların sinir uçlarını felç eder. Sonra kendi varlığını güç-bela devam ettiren, kötürümleştirilmiş, çürümeye bırakılmış toplulukların mecburi ve kağıt üzerindeki birliğine döner vatandaşlık kimliği.

Hapishanelerdeki siyasi mahpusların sadece kendi varlığını sürdürecek temel vatandaşlık hakları dahi askıya alındı son dönemde. İktidar zulmü ve insani-ahlaki aktivitesi sindirilmiş vatandaşların duyarsızlığı karşısında, canına ve onuruna sahip çıkmak kolay değil. Art arda yaşanan ve hala devam eden askeri ve siyasi darbe saldırıları, yaratılan savaş ortamı; insanları kulağı tetikte, “güvercin tedirginliğinde” davranmaya iten ‘modern’ faşizm, pandemi sürecinde toplumsal, siyasal alanda başka bir aşamaya evrildi. Hapishanelere doldurulan ve toplumun en diri, işlevli, değiştirme gücü yüksek bölükleri, dışarıdaki hayatın derdine yanıp ona güç vermeye çalışmaktan, kendisi adına “ah” diyemedi. Ama içeride-dışarıda herkesin görüp kabul etmesi gerekir ki, bu özgün sürecin sonuna gelindi. Artık en basit muhalefette, en kritik makro siyasette, toplumun içine sürüklendiği atalet ya da iktidar zorbalığının düzeyine dayanan gerekçelerle yapılamaz. Alışma ve uyuşma haline derhal son vermek geriyor. Çünkü artık bardak taşıyor.

Ölümün günlük yaşama bu kadar sirayet ettiği bir zamanda halklar ona alışmayı reddederek çürüme döngüsünden çıkıp yeniden doğabilir. İnsanlar her gün kahvaltıda, yolculukta, işte, komşu gezmesinde, arkadaş muhabbetinde, televizyon ve internet önünde Covid-19’dan kaç kişinin vefat ettiğini, milyon kaçıncı terör operasyonunda kaç kişinin “etkisiz hale getirildiği”ni sayarken, ömründen geçen zamanı sayamaz hale getirildi. Kimler ölüyor gerçekte; orası karışık. Hapishanede ölümler ise demokratik kamuoyu dışında kimse tarafından sayılmıyor bile. Ama aslolan şu ki, ölüm sevici bir iktidar karşısında hiç kimse, hiçbirimiz ölüm sayıcı olamayız. Sadece görmekle, bilmekle yetinip, egemenlerin yaydığı alışmışlık ve uyuşukluk salgınının pençesine düşemeyiz.

Bugün hapishanelerde biriken, ağırlaşan sorunlar ve işkence uygulamalarının en dolaysız sonuçları, tahliye edilmeyen hasta tutsakların art arda çıkan cenazeleri ve Garibe Gezer’in yaşamına son verişidir. Kandıra 1 No’lu F Tipi’nde Garibe’nin intihara sürüklenmesinden kısa süre önce Tekirdağ ve Bolu F tipinden tutsaklar şüpheli şekilde hücrelerinde ölü bulundu. Açıldığı ilk günden beri insan tüketme, işkence-kötü muamele merkezleri gibi çalışan F tipi ve yüksek güvenlikli hapishaneler, özelde kadına, genelde insana ve hiçbir canlıya yaşam alanı bırakmıyor. Kandıra F Tipi’ne sürgün sevkle getirildikten 8 ay sonra yaşamına son veren Garibe Gezer, sadece bir tükeniş, travma ya da çaresizlikten değil, aynı zamanda yaşadıklarını onuruna yediremediği için ölüme sürüklenen bir kadın. Şimdilerde adı “detaylı arama” konularak muhafaza edilen çıplak arama işkencesine uğrayan ve “mevzuata uygun” biçimde taciz ve tecavüz saldırısına maruz kalan Garibe, uzun süre derdini anlatamayan, ah diyemeyen kadınlardan biriydi. AKP’li “efendi-hanımların”, sayısız çıplak arama ve “oyuk arama” adı altında gerçekleştirilen taciz, tecavüz vakası karşısında söyledikleri, “namuslu kadın açıklamak için bu kadar beklemez” sözlerinin canlı hedefiydi. Mevzubahis ölüm ve zulümse iyi atıcılar. Hedefi can evinden vurdular! Garibe ölerek anlatmak zorunda kaldı acısını, öfkesini. Ahlaksızlaşan, vicdansızlaşan, kendi nefretinden başka hiçbir şeyi görüp duymayan bu eril faşizmi varlığıyla olduğu kadar yokluğuyla da rahatsız edecek bundan sonra.

Garibe’nin ve 2020’den bu yana hapishanelerde kimi hastalıktan dolayı tahliye edilmediği için, kimi kendi yaşamına son veren 104 mahpusun vebali siyasi iktidarın ve onun yarattığı infaz sisteminin boynundadır. Ama hala bu sistem daha ne kadar canileştirilebilir, daha kaç hapishane açılabilir diye uğraşıyorlar. Güya suça karşı kurulan infaz kurumları, devlet adına insanlık suçu işlenen ve üretilen toplama kamplarına dönüşüyor. Tam bir “suçu yaşat ki devlet yaşasın” durumu. Bu zihniyet ve pratik karşısında siyasi tutsakların sesini duyurabilmesi, yok edici kuşatmayı kırabilmesi, ölüm ve ağır bedelleri beraberinde getiriyor.

Kandıra 1 No’lu’da Garibe Gezer’in ölümünün üstünün örtülmemesi, unutulmaması ve sahip çıkmak için sergilenen çaba da zor yollarla, kalın duvarlarla sınanıyor. Garibe’yle dönüşümlü ve sınırlı olarak aynı havalandırmayı paylaşan adına hücre denilen betonda açılmış delik gibi yerde yıllarını geçiren Deniz Tepeli, sırf bir ölüme tanıklık yapabilmek için açlık grevinde. Yine ağır tecritten kaynaklı zor ve gecikmeli yoldan aldığımız duyuma göre, kendi havalandırma saatinde Garibe’nin hücresinden ses gelmediğini fark eden, kapalı butonlar nedeniyle yardım çağrısını duyuramayan ve gecikmeli müdahale anını gören tek kişi olmasına rağmen tanıklığı, şikayeti reddedildi Deniz’in. Ve sadece “Ben gördüm” diyebilmek için bedenini süresiz açlığa yatırdı. Yalancı tanıklar yargısı, gerçek tanıklardan birini daha yok saydı. Şimdi tecrit içinde özel tecridin yaşandığı o ölüm koridorundan bir cenaze daha çıkmasın diye çırpınıyoruz. Ama vicdan sahibi herkes Deniz’in tanıklığına tanık olmalı değil mi? Garibe’nin ve tek lüksü “hücrelerden hücre beğenmek” olan, on metre ötede 1-2 kişiyle daha bir araya gelmek için sayısız eziyete, özel muameleye maruz kalan tutsakları anlamalı. Anlatmak için ağır bedeller ödenmesi gerekmemeli.

Son dönemde hapishaneler, hasta tutsaklar ve derinleşen hak ihlalleri gündemiyle demokratik kamuoyu ve halk nezdinde yaşanan kıpırdanmayı bir harekete dönüştürmek için fazla zaman yok. Aksi durumda Nazi taktikleri ve esinlenmesiyle hazırlanıp uygulanan yargı ve infaz politikası daha çok can alır. Hasta tutsakların ve tahliyeleri yakılan mahpusların anneleri-aileleri tarafından başlatılan Adalet Nöbetleri çıkış için bir yol açabilir. Ama yine mahpuslara, ailelerine ve insan hakları kuruluşlarına havale edilerek içinden çıkılacak bir durumda değiliz. İmralı’dan F tiplerine ve alfabede harf bırakmayacak düzeyde çoğalan özel tip-yüksek güvenlikli hapishanelere kadar geniş bir zeminde, tecride karşı mücadelenin yükseltilmesi gerekiyor. Hapishaneler sorununu yüksek siyasetin konusu görmeyenler, iktidar zulmünün en sivri noktası aşılmadan toplumsal cesaretin büyütülemeyeceğini anlamayanlar, ömrünü tamamlamış ama halkın ömründen yiyen bu düzen karşısında umut ve alternatif olamazlar.

Bir zaman sıkça duyduğumuz, muhalif sosyal medya kullanıcılarının trend lafı, demokratik tepki ve mücadelenin önüne gelip durduğu sınırı karamizah diliyle iyi tanımlanıyordu: “Şimdi Silivri soğuktur…” Toplum bir taraftan tutuklanma, hapsedilme gerçeğiyle alay ederek yüzleşmeye çalışıyor, bir taraftan da muhalefetin sıkıştığı sınırları hatırlatıyor. Elbette bu daha çok, muhalefeti sosyal medya mecrasından çıkaramayan siyasetin ve siyasi öncülerin sorunu. Oysa içeride-dışarıda, yedi iklim dört bucakta mücadele edenler duruyor gerçeğin bir tarafında da. Şairin dediği gibi ‘dövüşenler de var buralarda, bu havalarda.’ Yer demir gök bakır demeden, yerden göğe direniş ve dayanışma örenler var. Böyle yaşamak ve kazanmak hepimiz için mümkün, unutmayalım.


Figen Yüksekdağ – ETHA – 30.12.2021

Tags:


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑