Makaleler

Published on Aralık 31st, 2020

0

Hep bir ses bekleriz – Mustafa Kumanova


Eğer o gün Sokrates hayır demeseydi, o gün Karl Marx hayır demeseydi, 1917’nin Şubat’ında St. Petersburg’ta o gün o kadınlar hayır demeseydi, 1968’in Fransa’sında o gün milyonlarca işçi hayır demeseydi bugün egemenlerin ensemize indirdiği tokat çok daha katmerli olurdu.

Düşlerin sonsuza koştuğu yerde
Sabrın çiçeklerini açtığı yerde
Asla kapanmaz yaşanan defter
Çünkü tarihin en güzel yerinde
Son sözü hep direnenler söyler
Adnan Yücel

Eğer, doğaya baş kaldırmasaydı insanoğlu yine de var olabilir miydi? Belki var olabilirdi, kovuklarda yaşayarak ya da karanlık dehlizlerde. Oysa o aydınlığa çıkabilmek için baş kaldırdı korkular ve karanlıklar içinde, her defasında tuzaklara düşse de yine de başkaldırdı.

Eğer Paris Komünü’nde, Haymarket’te, 1917 Rusya’sında başkaldırı olmasaydı insanoğlu bugün elindeki sosyal haklara yine de sahip olabilir miydi? Hiçbir değer, ahlak, erdem tanımayan bir sistem eğer başkaldırı olmasaydı geri çekilebilir miydi? Eğer başkaldıran insan olmasaydı vahşi bir zorbalık ve zulüm hala var olmaz mıydı?

Eğer Kurtuluş Savaşı öncesi bir avuç insan baş kaldırmasaydı T.C. kurulabilir miydi? Ya da Kürdistan’da ezilen bir halk baş kaldırmasaydı Kürt Ulusal Hareketi var olabilir miydi? 

O zaman; 

“Kimdir başkaldıran insan?”

“Hayır diyendir.”(Albert Camus)

Eğer o gün Sokrates hayır demeseydi, o gün Karl Marx hayır demeseydi, 1917’nin Şubat’ında St. Petersburg’ta o gün o kadınlar hayır demeseydi, 1968’in Fransa’sında o gün milyonlarca işçi hayır demeseydi bugün egemenlerin ensemize indirdiği tokat çok daha katmerli olurdu.

Hayır demek tavır almayı gerektirir. Tavır almak da bir eylem gerektirir. Eninde sonunda bıçak kemiğe dayandığında. Fakat şu gün tüm zorbalıklara ve adaletsizliklere rağmen çıt çıkmamaktadır. Çıkan tek tük bireysel sesler de cılızdır. Ya da çıkar çıkmaz güç tarafından bastırılır. Zengin ve fakir arasındaki makasın tarihin hiçbir evresinde görülmediği kadar açıldığına şahit olduğumuz günümüzde iş güvencesizliği, yoksulluk ve yoksunluk altında ezilerek acı çeken, artık bitap ve yorgun düşmüş milyarca insanı azınlığın bu kahredici ve zulmedici sistemine karşı gelmekten alıkoyan nedir? Gerçek bu kadar gerçekken, gerçek bu kadar görünürken beklediğimiz nedir? 

İster işimize gelsin ister gelmesin ister görmek isteyelim ister görmek istemeyelim gerçek kimseye iltimas geçmez. Var olan vardır ve göz önündedir. Çıkarlarımız bile gerçeğin vicdanlarımızda gerçek olduğu gerçeğini maskeleyemez. Boşuna rahatlamış görünenler aslında yüzeyde olmasa bile vicdanlarının derinliklerinde azap çekenlerdir. Bilinç altına atmak bir savunma getirmez. İllaki bir süre sonra gerçek bilince çıkmaya başlar.

İdeolojiler çeşitlidir. Herkes kendine sonradan, kimi zaman aileyle, kimi zaman kültürle, kimi zaman eğitimle ya da çevreyle enjekte edilen çıkarları doğrultusunda kendi duygularını en güzel okşayan ideolojiler edinir. İdeolojilerin bir diğer tarafı ise bireye toplumda topluluklar içinde öne çıkma hissi vermesidir. Bunun olması için de sahip olunan ideolojinin baskın olması gerekir ki zarar görülemeyecek meşru kılınmış bir zeminde birey kendi öne çıkma tatminini kendinden olmayanlar üzerinde bir gücün ya da bir mekanizmanın desteğiyle gösterebilsin. 

Fakat bütün bunların ötesinde bir zaman geldiğinde gerçek üstü örtülemez olur. Çünkü baskın ideoloji ya da zihniyet, bulunduğu egemen güç pozisyonunu kaybetmemek için kendine karşı yükselen sesleri bastırma adına ya da girdiği saplantıların oluşturduğu paranoyak endişeler içinde kendine karşı bir hayali ya da dizayn edilmiş muhalif düşman bir kimlik yaratarak algılara yön verebilirim dürtüsüyle toplumu ortadan ikiye bölerek, “biz o kadar mükemmeliz ki herkes bize karşı” ya da “bizler seçilmişleriz” kibirleri içerisinde aslında tek dertleri yaptıkları yolsuzlukların üstünü örtmek olanların telaşıyla gerçeği karartmak ister. Gerçeği karartmak isterken de gerçeğin daha çok görünür kılındığının farkına varmaz. Gerçeği gizlemenin tek yolu da elinin altındaki mekanizmaları kullanmaktır. Yargı gibi, polis gibi, ordu gibi…Aslında toplumda yaratılan ve gizlenemeyen tek bir gerçek vardır: Adaletsizlik. Ve adaletsizlik bu kadar görünürken, talan ve yağma bu kadar aleniyken, nefes almak her geçen gün zorlaşırken yoksulluk ve sefalet içinde biz ezilenler hala bekleriz…

Çocukluğumuzdan itibaren görerek, deneyerek, imrenerek birçok kimlikler edinmenin yanı sıra rol modelleri de kendimize ediniriz. En yakın rol modelimiz babamız ya da annemizdir. İdeolojik kimliklere büründükçe rol modellerimiz de değişir. Kimi zaman hayranlık artar, kimi zaman hayal kırıklığı. Ama hepimizin rol modelleri vardır: Sanatçılar, yazarlar, film artistleri, şarkıcılar, liderler vs. Genelde rol modellerimiz de bizlerin kopyalarıdır ama biz onları abartırız. Onların da çıkarları vardır ve her şeyin paraya tahvil edildiği bir sistemde onlar da seslerinin tonunu paraya göre ayarlarlar. Çoğu zaman da gücün ve güçlünün, hükmedenin ve hükumetin yanında yer alırlar. Yer almayanlar da geçmişin hayal kırıklıkları üzerinde yükselen bir bıkkınlık ve bitkinlik içinde kaybolurlar. Kimsenin sesi çıkmaz.

Ve bizler bekleriz, adaletsizlikler karşısında bir sesin çıkıp bizi peşi sıra sürüklemesini ve bir devrimle bizi buluşturmasını. Oysa o ses bir türlü çıkmaz.

Ve bugün “peki ya artık o eski devrimler mümkün değilse?” endişesinin tüm dünyayı kararttığı bir ortamda o sesin biz olacağını hiçbir zaman akıl edemeyiz.


Mustafa Kumanova – 31.12.2020

Tags:


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑