Seçtiklerimiz no image

Published on Mayıs 21st, 2020

0

Koronadan beterini yaşıyoruz yüzlerce yıldır – Xwe Metin Ayçiçek

Bir süredir UMUT Gazetesi’nde yazılarımın sıkça kesintiye uğraması sağlıkla ilgili geçici sorunlarımdan kaynaklanmaktaydı. Hayır, korkutulduğumuz Korona Virüsünden dolayı değil. Yoksul halkların eğitimsizlik, bakımsızlık ya da ağır ve sağlıksız iş ve yaşam koşulları ve benzeri nedenlerle çektiği bel fıtığı denilen sıkıntı. İltica koşullarında Würzburg tepelerindeki üzüm bağlarında “ırgat” olarak çalışırken kazandığım bir bel hastalığı. Ama kendisiyle bütünüyle barışık yaşadım ve barışığım.


Doğanın dengesiyle oynamadan önce virüs ile de barışık idik. Çünkü virüs, evrime de katkı sağlayan, mutasyonlarla yeni tür oluşumlarına olanak sunabilen, bir anlamda canlıların yaşam kalitesini ve gücünü geliştiren, beden direncini artıran bir varlık idi. Zaman zaman ağır bedeller ödetse de, bir noktada doğada yer alan canlı yaşamın dengesini koruyan bir olanaktı.

Bu virüsün henüz bilinmediği, ve cennetin de cehennemin de yeryüzünde tek bir resim içerisinde iç içe olduğu tarih çağlarında; yani hiçbir tanrının henüz doğmayıp, insanın “Enelhak” olduğu çağlarda, yani üretenin de tüketenin de gerçekte tek bir varlık olarak “insan” olduğu; “imtiyazsız sınıfsız toplumsal sistemlerin” insan yaşamı için bir zorunluluk olarak insan için var olduğu ilk tarih çağlarında; üretmeyip tüketenler sonsuza dek sürecek olan işkenceyi başlattılar tanrı olmaya çalışan insan taklitlerinin gasp ettiği ışığı yeryüzüne indirmek isteyen Prometheus’u zincirlerle kayalara bağlayıp; “iktidar” gücünü yaratıp en kötü koşullarda sürgünlerde yaşattılar ve “soyunu kurutmaya ant içtiler” iktidara karşı çıkan anamız Lilit’in. “Biz eşitiz” diye inatlaşan “Spartaküs’ü de Şeyh Bedreddin’i de asi ilan edip katlettiler ve cellat ”tanrım, ben öldürmekten yoruldum, onlar direnmekten yorulmadılar” dediğinde “Hallac-ı Mansur’un da” Tanrı benim!”

Ve artık, insan insana kul ediliyor, insan doğanın ve canlının katline duyarsız kalıyordu.

Korona’yı elbette ciddiye almak zorundayız. Ama unutmamak gerekir ki dünya üzerinde dolaşan gerçek virüs Korona değil, Korona’dan korunmanın en önemli aracı olan maske ve dezenfekte ilaçlarını karaborsaya düşürerek böylesi bir felaketi bile kâra dönüştürmek isteyen toplumsal-politik sistemlerin varlığı değil midir? Halkından zorla haraç alarak varlığını sürdüren devletin, bütçe adlı harcama listesinde “insan sağlığının korumasına” ayırdığı parçanın iç ve dış hayali düşmanlara karşı “korunma” gerekçeli saldırı silahlarına ayrılan parçadan çok çok küçük bir pay olması değil midir?

Ama bugün, Erdoğan ya da Trump veya Putin gibi diktatörlerle de örneklenebilecek, sınırsız kâr amaçlı uygulamalarla “insanı” tüketen; küresel ısınma örneğinde görüldüğü gibi kârdan feragat etmemek için doğaya ait bütün denge sistemleriyle oynanan ve yeni varoluş biçimleri aramak zorunda olan doğanın değil, ama yeni kâr alanları üretmek için insanın yarattığı bir virüs, çoktandır Asya’dan Avrupa’ya Afrika’dan kutuplara kadar bütün ülkelerde “insanlığı” yok etmekteydi. Kâr amaçlı yatırımlar için kesilen ağaçlar sadece karınca yuvalarının ve böcek klimasının değil, ama oksijeni azalan ve hava kirliliği artan bir gelecek hazırlayarak, bütün canlı yaşamın geleceğine yönelik çok açık bir tehdit idi.

Sadece doğanın ürettiği virüsleri hedef göstermek aslında hedef saptırmaktan başka bir şey değildir. Yakın tarihi hatırlayalım: Genetik olan sosyal-politik bir virüsün dünyaya yaymakta olduğu ırkçı-milliyetçi ayrımcılık, sermaye egemenleri tarafından başlatılan ve yoksul halklara bedeli ödetilen son iki dünya savaşında en az 90 milyon insanın öldürüldüğü bir dünyada savaşlara ve esas olarak onun nedenlerine yönelik eleştiri getirmeden ölü sayısı yarıştırmak iğrençlikten başka nasıl tanımlanabilir ki?

Özgürlükçü paylaşımcı çoğulcu demokrasilere yönelik düşmanlık duygusu, İnsanlığın gelişiminde büyük atılım sağlayabileceği umuduyla alkışladığımız kitle iletiş araçlarının ve medyanın, mülkiyetçi bir toplumda sermaye egemenlerinin elinde, sömürü sistemini nerelere kadar geliştirebilecekleri bir kez daha görülmüştür. Elimizdeki bir “akıllı” telefondan küresel boyutta çalışan bir TV kanalına kadar ve neredeyse yüzde doksanlara varan boyutta sermaye sınıflarının mülkü olan her türden medya araçları ve sistem eğitiminin örgütlü gücü olan yaygın okul sistemlerinin ortak çabası sorgulama yeteneğini kaybetmiş “akılsız”, yani beynini sisteme kiralamış, ama daha da önemlisi bir kez daha doğasından koparılarak gittikçe daha fazla kendine yabancılaştırılan insan modelini yetiştirmek değil midir?

Devletler artık sistematik ve merkezi uygulamalarla bütün insanlığı, “hayvanı insanlaştıran davranış ve duygu biçimlerinden koparılarak, insanın yalnızlaştırılması, yabancılaştırılması, duyarsızlaştırılması” yani onu var eden bütün yeteneklerden yoksun bırakılması, ama bunu “kendi iradesiyle yapması” istemi değil midir? Günümüzde tüketim hastalığı, internet ya da medya araçları bağımlılığı gibi bağımlılıklar Korona’dan daha mı az tehlikelidir?

Yani demem o ki, toplumsal yaşamların en önemli gereksinimi ve küçük toplumsal güçleri bile devasa güçlere dönüştürebilen o sinerjinin kaynağı “dayanışma, birlikte olma duygusu, ortak üretim” gibi sözcüklerin içeriğinde yatıyordu. Kendini merkeze koyan sermaye güçlerinin emek soygunu ve özetle insan yaşamını temelden zehirleyen bu virüs kitlesel katliamlar kıyımlar biçiminde dışa vuran sendromlarıyla açıktan görülmekteydi. STSV (Sınıflı Toplumlar Sistemi Virüsü) insanlığın bin yıllardır sürdürdüğü mücadelelerle elde ettiği hak ve özgürlüklere karşı düşmanlık, dünyanın bugüne kadar tanıdığı bütün virüslerden daha acımasız, daha tehlikeli bir virüs olarak yaşanmaktaydı.

*****

Sorgulamak. Marksist-Leninist devrimcilerin tek hedefi bütün insanlığı özgürlüğe taşıyacak olan sınıfsız bir toplumu yaratabilecek bir devrim. Bunun için yaşanabilir başka bir dünya çabasında olanlar, “başka” sözcüğünün “bilinenden, tanıdık olandan, alışılmış olandan farklı” anlamına kullanıldığını anlar sanırım. Başka bir deyişle dijitali anlamak için o dili anlayan bir beyne sahip olmak gerekir. Ama yaygınca kullanılan sözde söylendiği gibi, “analog” için düzenlenmiş ve bunu aşamayan bir beyin ile “dijital” dili kullanabilmek olanaksızdır.

Bugün genel olarak solun dili aynen bu çarpıklığı yaşıyor. “Sosyalist demokrasi” diye söze başlayıp “aklın yolu birdir” sözünde buluşmak; “Marksist-materyalistim” derken, ölen arkadaşları mistik “ışıklar içinde uyusun” sözcüğüyle dinin nuruna boğmak; “komünistim” derken devletle ya da sistem partilerinden medet ummak, hepsi bu zihinsel bulanıklığın dile yansımasıdır. Mücadele içerisinde kaybettiğimiz yoldaşlarımızın arkasından “anılarımızda yaşayacaktır, mücadelemizde yaşayacaktır” ya da “tarih onu yazacaktır” gibi sözcükler yerine İslam’a özgü bir söz olan “şehit” sözünü ( şahīd: 1. Tanık 2. Din uğruna ölen kişi) “kutsayarak” kullanmamız da aynı değil mi? Ulusal mücadeleleri bire bir sınıf mücadelesi ile özdeşleştirmek, ya da salt emperyalizme karşı ulusal duruşu bir devrim anlayışı ile taçlandırmak da aynı mantığın ürünü değil midir?

Onca bedel ödedik ve elbette bunu “onur” kabul ediyoruz. Ama bu onuru üstlenirken kendi dilimizi de yaratıp kullanabilseydik şimdi yapmakta olduğumuz tartışmalarda neyi niçin yazdığımız daha net anlaşılacağı için birbirimizi ötekileştirmeye çalışmaktan da vazgeçebilirdik. “Devrimci” ile “komünist” kimliğinin her zaman birbiriyle özdeşleşmeyeceğini bilir, ittifaklarımızı ona göre belirlerdik. Sınıflı bir toplumda “devletin iyisi kötüsü” tartışılamaz, “en iyisinden” bir burjuva devleti de bir komünist olarak sınıfsal düşmanımız olarak karşımıza alabilir, ittifaklarımızda bunu ilke haline getirebilirdik.

İlk raundu kaybettik ama ilk ülkemizde sürmekte olan bu amansız sınıf savaşının başındayız henüz. Enerjimizi toparlayıp ayağa kalkarak kelebek gibi uçup arı gibi sokmak mümkündür. Mucizelere inanmamıza da gere yok. Google’ye başvurmadan dünyada sınıf mücadelesinin tarihini biraz daha fazla okursak, Prometheus’un büyük bedeller ödeyip büyük acılara katlanarak uydurma tanrıların gaspından kurtararak, o ışığın gerçek sahibi olan insana taşıdığı o ışığın avuçlarınızda olduğunu göreceksiniz.

****

Irkçılık kitabını hazırlarken antropoloji ve etnolojinin oluşturulması nedeninin gerçekte “beyaz insanın diğer insan türlerinden daha zeki ve yetenekli; eğitilmeye daha uygun varlıklar olduğunun kanıtlanması çalışmaları” olduğunu duyunca hayli şaşırmıştım. Bugün bizi öfkelendiren bu amaç aslında dönem itibarıyla bilimin devrimci çıkışlarından biriydi. “İlkel” halkların doğalarının ve statülerinin araştırılması, kolonicilerin onlara karşı sorumluluklarının ne olduğu, onlara nasıl yaklaşmaları gerektiği sorusunu çözecekti. Sonraki yüzyıllarda Amerika yerlileri üzerine yapılan bu tür çalışmalar, İspanyol sömürgecilerinin 300 yıl önce ve özellikle kilise ve din çerçevesinde başlatıldığını hatırlayalım.

Aradan yaklaşık üç yüz yıl kadar geçtikten yani kolonyalistler büyük uygarlıkları silip süpürüp, büyük zenginlikleri yağmalandıktan sonra, hiç olmazsa artık “kolonileştirilen halkların onları kolonileştirenler gibi insan olup olmadıkları” sorusu tartışılmayıp, onlar da “insan” olarak kabul edilebilmiştir. Ama bu kabulün yanına bu kez de bir şerh konulmuştur: Avrupa halklarından farklı olarak kolonileştirilen bu yeni topraklardaki halkların “eğitilebilme yetenekleri hiç yoktur!”

Bilim de el atarak bu iddiayı kanıtlamaya yönelmişti. İnsan, dünyayı keşfe başlamış, kapitalizmin sermaye birikiminin oluşturulma süreci hızlanmıştı.

Öğrendiklerimi sorgulayabilecek düzeyde bilgilenmeyi en alt düzeyde de olsa gerçekleştirdikçe bütün putlarımın tek tek yıkılmaya başladığını görmek beni çok keyiflendiriyordu. Örneğin “türlerin evrimine ilişkin görüşleriyle” çağın bilimsel gelişimine damgasını vuran Charles Darwin’in aynı zamanda ırkçı-saldırgan bir düşünce akımı olan sosyal-Darwinizm’in de kaynağını oluşturduğunu bilmiyordum. Tierra del Fuego (İspanyolca: Ateş Toprakları) halkına ilişkin (“bu yerlilerin doğuştan getirdikleri özellikler nedeniyle eğitilemeyeceklerine” ilişkin yaptığı değerlendirme ve söylemler (1831-Aralık) daha sonra takipçileri tarafından yapılan yorumların da katkısıyla sosyal-Darvinizme ulaştırılmıştır.

Aslında bu düşünce artık Avrupa’da yeni değildir. 1802 yılında Fransız sömürgeciliğinin ünlü komutanı General Leclerc, kayınbiraderi Napolyon’a yazdığı bir mektupta Haiti yerlileri için şöyle diyordu: “Bu ülke hakkındaki fikrim şudur: Dağlarda yaşayan on iki yaşından büyük kadın-erkek bütün zencilerin kökünü kazımak, ovalardaki zencilerin yarısını yok etmek ve rütbesi olan bütün melezlerin rütbelerini geri almak gerekir.” (Galeano, Eduardo. Latin Amerikanın Kesik Damarları. Alan Yay.)

Böylesi bir uygulamanın örneklerinden sadece bir tanesi Bolivya’da eski bir kent olan Potosi’dir. “Dünyaya en çoğu vermiş olan ve en aza ancak sahip olabilen kent” olarak tanımlanan Potosi bölgesinde kolonyalist işgaller sırasında 8 milyon Kızılderili ölüsü bırakılmıştır.

Aydınlanma Çağı’nın büyük düşünürleri de kapitalizmin ruhuna uygun olarak sınıflı toplumlarda var olan ayrımcılık türlerinden sadece biri olan bu ”ırkçılık” illetinden kurtulamıyordu. Kurtulamıyordu, çünkü özel manipülasyon aygıtları olmadan sömürenin sömürüleni “sistemin adaletine” inandırması mümkün olamazdı. Milliyetçilik, ırkçılık, cinsiyet ayrımcılığı, din-inanç farklılıkları arasında çatışmalar vb adı ya da tezahürü ne olursa olsun , her türden ayrımcılığın, en yaygın gerekçelerini dinsel öğretiler, eğitim gibi ideolojik aygıtlarda biçimlenir ve toplumsal bilinç esas olarak bununla manipüle edilir.

Kapitalizmin doğuşunu bütün insanlığa umut saçan altyapısını oluşturacak özgürlük güneşiyle donatan Aydınlanma Hareketi de sömürüye dayalı sınıflı toplumların bu ana formatına uymak zorundaydı elbette. Örneğin Montesquieu gibi gelmekte olan çağa damga vurmuş bir düşünür, siyahların köleliğini “Erdemli bir varlık olan Tanrı’nın, iyi bir ruhu simsiyah bir bedene yerleştirebileceğini sanmıyorum” diyerek savunuyordu. Siyah ırka yönelik ırkçı önyargı geleneğinin, artık bilimin haylice geliştiği bir çağda bile taşıdığını görüyoruz.

“Montesquieu’nün bu sözü farklı bir biçimde XIX. yüzyıl düşünürlerinin düşüncelerine de yansımıştır. Virey, Bory de Saint-Vincent, Desmoulins gibi yazarlar insan grupları arasında güzelden çirkine giden bir derecelendirme yapmışlar ve elbette bu derecelendirmede Beyazlar ve Siyahlar bulunmaları gereken yere bırakılmışlardır; birincisi en güzel, ikincisi en çirkin olarak derecelendirilmiş olarak. En çirkinler doğal olarak “hayvana en yakın” olarak değerlendirilirken, bu saptama sadece fiziksel özelliklerle sınırlı olarak bırakılmamış, fizikselin ruha da yansıyacağı düşünülerek, fiziksel olarak en güzelin ruhsal yönden de en gelişkin zekâya sahip olan en üstün ırk olduğu savunulmuştur.” (İ.Metin Ayçiçek. “Felsefe ve Bilimde Irkçı Düşünce. ”Pencere Yayınları. 1996)

Kapitalist ekonomik alt yapının gelişimi iki ana sorunun aşılmasını zorunlu kılmaktaydı. Bu istemlerden birincisi, teknolojinin ve bilimin geliştirilmesine, ive böylece üretici güçlerin gelişim hızının yeniden hızlandırılmasına, kincisi kentlerde sanayi üretimi içerisinde yer alabilecek ama feodal yasalar nedeniyle toprağını terk edemeyen kır emekçilerinin toprak köleliğine son verilerek özgürleştirilmesi idi. Ve elbette bu iki gelişim insan düşüncesini değiştirmeden mümkün olamazdı.

Böylece doğa ve toplum olaylarına bilimin alanından bakılma zorunluluğunun kendini dayattığı bir çağa girilmiş olmaktaydı. Dönem, toplumsal gelişimin önünü açabilecek düşünürlerini de yarattı.

Pozitivizmin kurucu ismi ve ünlü temsilcisi Immanuel Kant’tır. Bilimsel düşüncenin savunucusu olan bu büyük düşünür de dönemin birçok düşünürü gibi “siyahları” genetik olarak “eksik akıllı” olarak değerlendiriyordu. Ama bu iddiaya güven verecek kanıt sunmadan yapıyordu bunu. Kant, “hiç kimse tanımıyorum ki, çıkıp da zencilerin de yeteneğinin varlığından söz etsin” diyordu. Dönemin bir diğer ünlüsü (ve insan hakları savunucusu) David Hume, “tüm zencilerin ve genel olarak da tüm diğer insan türlerinin beyazlara göre daha aşağı oldukları kuşkusunu duyma eğilimindeyim” diyordu ve diğer düşünce ortakları gibi davranarak, yani kanıt göstermeden “ (siyahların) arasında hiçbir komplike yapıt, hiçbir sanat ve hiçbir bilimin üretilemediğini” iddia ediyordu. Düşünce özgürlüğünün bayraklaşmış savunucusu olduğunu söyleyerek tanımladığımız düşünür Voltaire de bu çağdaşları gibi siyah ırka mensupları, “yassı burunları ve düşük zekâlarıyla insanlardan apayrı bir tür” olarak tanımlamaktaydı.

Ve 1789 Büyük Fransız Demokratik Devrimi’nin baş mimarlarından en ünlüsü olan J. Jack Rousseau, insanlar arasında, var olan biri doğal, diğeri politik iki tür eşitsizliğin varlığından söz eder. Bu eşitsizliklerden doğal olanların sağlık ve zekâ farklılıklarından; politik olan eşitsizliklerin ise yasalar ve toplumsal kurallardan kaynaklandığını söyleyen Rousseau İnsanlar Arasında Eşitsizliğin Kaynağı isimli başyapıtında şu aktarımı yapar: “Etnik gruplar arasında da zekâ ve bedensel farklılıklar vardır ve bunlar doğadan gelen farklılıklardır.”

O halde, başka söze gerek yok!

*****

Ayşe Kulin: Son iki yüzyılda yaşanan çağımızın vebası milliyetçi-ırkçı ideolojinin günümüzde yaşayan ünlü bir ismi. O, Kürt, Ermeni, Arap ya da Rum sözcüğünü duymakla bile aktive olan bir hastalığın kaşarlanmış örneğidir.

Toplumsal narsizm olarak da tanımlayabileceğimiz milliyetçilik virüsünün bireyde kendini dışa vuran ilk belirtileri ateşli bir “milliyetçilik”; milliyetçilik virüsünün beyinde yarattığı hasar nedeniyle beynin sorgulama yeteneklerinin dumura uğramasıdır. Böylece akıl dışı ağır zihinsel sapkınlıklara, ifade inanç ve davranışlara saplanıp kalma hali yaygın bir sendromdur. Sonradan yaratılmış “gerçekdışı” bir dünya ve kültürü “gerçek” sandığı için, bu hayali dünyayı hastalıklı beyninde var edebilmek için bilmeyi değil inanmayı, araştırmayı değil biatı temel alarak kurgular yapar. Bu benzerlikler nedeniyle sıkça şizofrenik hastalıkla karıştırılır. Kendini ve başkalarını, sistem araçları olarak örgütlenmiş aile-okul-toplum gibi eğitim kurumları içerisinde yaratılan bu sahte değerlere körü körüne uymaya zorlar.

Bu hastalık bireysel olarak güçsüz olduklarına inanan zayıf karakterli bireylerde yaygınca görülür. Tek başlarına bir hiç olduklarını deneysel yolla bildikleri için grup içerisinde var olmaya çalışırlar. Tekil çatışmalarda silik ve korkak olan, ve bu nedenle tekil olarak öne çıkmaktan korkan tiplerdir. İlk iş olarak kafasından izlerini taşıdığı “her şeyin yaratıcısının insan olduğu” gerçeğini silip atarak, kendi yarattığı varlıkların esaretine girerek ilk önce kendilerine yabancılaşarak kuracakları yeni fantezi dünyasının içine girmeye hazırlanırlar.

Grup halindeyken saldırgan ve acımasızdırlar. İçinde yaşadığı toplumu yücelterek kendisinin de yüceleceğini sanarak, sosyal narsizmin humması içinden halüsinasyonlarla donatılmış bir toplumsal yapılanma ile biçimlendirdikleri sonradan uydurulmuş dünyalarında, kendi yarattıkları ulus (millet) azınlığı içerisine kendilerini hapsederek insandan ve insanlıktan koparak yalnızlaşırlar.

Ve bu tip bir hastalığın yarattığı karakterler, kaçınılmaz olarak insanı parçalanması, insanlığı parçalanması gibi bir suçun failleridirler. Onlar sadece hangi isimle anılırsa anılsın kendi yarattıkları her türden tanrıyı kendi yaratıcıları olarak tanımlamakla da kalmadılar. Ürettikleri ürünlerin takasında kullandıkları basit bir aracı olan paraya da tapınarak, onu kendilerinin üzerinde bir güç olarak tanımlama yanlışına düştüler. Bu “gücü” koruyabilmek için “devlet baba” yalanına dayandırılan acımasız bir toplumsal kurum yarattılar ve kısa bir süre sonra kendi yarattıkları bu kurumun da kölesi olarak ona biat ettiler.

Ve tek tek bireyler olarak kalmanın dayanılmaz ağırlığına dayanabilmek için kendi yarattıkları ve kendilerine hizmet için oluşturulmuş örgütlenmiş silahlı güç olarak sıradan bir araç olan devlete kayıtsız şartsız biat etmişlerdir.

Ve sorgulama yeteneğini kaybetmiş olan bu hastalıklı insan beyni, kendi günahının ağırlığı altından kalkamayacağı hallerde, yarattığı sahte kimliği dayandırdığı sahte tarihi bile anlatamayacak bir cehalet batağına düşer.

Ayşe Kulin’den söz edecektim galiba. Anlattığım türün en “zeki” ideologu. Osmanlı-TC Devleti’nin Ermeni, Asuri, Keldani, Arami, Rum ve Türk sayılmayan diğer halklara yönelik olarak gerçekleştirdiği soykırıma ilişkin söyleşide (T24 – Şubat 2014) “Ben kendimi bir Türk olarak Hrant’ın katillerinin bulunamamış olmasından dolayı sorumlu ve ıstırap içinde hissediyorum… Ermeni kıyımı yapıldığı zaman yoktum, annem bile doğmamıştı… Ben Ermenileri çok severim ama o bir tehcir olayıdır. Savaşta yaşanmış bir olaydır. Savaşta yaşananlara soykırım demek zor… Yahudilerinki gibi gidip durup dururken biz onları kesmeye başlamadık” dedi.

İşte yukarıda aktarmaya çalıştığım şizofrenik hastalıklı kafanın tipik örneği.

Tamam, artık daha çok konuşacağız Korona binlerce kişiyi alıp götürecektir belki de ama 1.5 milyon Ermeni, Süryani, Asuri-Keldani ve Arami’yi, ve bunun da üstüne Rum Pontnusu, Lazı, Kürdü, Aleviyi katleden virü devam etmektedir. Korona virüsü gelip geçecektir elbette, ama sömürüye dayalı sınıflı toplum ve bu tür toplumların devletleri var olduğu sürece binlerce Korona salgınının yapamayacağı kadar büyük katliamlar sürmeye devam edecektir.

Şimdi bünyedeki Erdoğan vebasına; politik etikte Bahçeli-Soysuz virüsüne; genel kültür alanında artık çocuklara yönelik cinsel istismar, kadınlara yönelik katliamlar ve işçilere yönelik “iç cinayetleriyle” özdeşleşen İslam-Türkçü toplumsal dejenerasyona, aydınını akademisyenini yasaklayıp dinin de ırzına geçen sivil militarist güçlerle donatılmış bu cinnet topluma yönelik hangi sağaltım yöntemleri gereklidir üzerine ayakları yere basan projeler üretme çabasını yoğunlaştırmalıyız. Düşünerek sürdürmeliyiz bu sohbeti ve gerçekliği görmeye çalışarak eylemli tavrımızı belirlemeliyiz.

Henüz yeni başlıyoruz duygusuyla elbette, “ne yaptık?” sorusunu önceleyip, ne yapabiliriz? ’i hedeflemeliyiz.

(UMUT Gazetesi – 17 Mayıs 2020.)

Tags:


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑