Makaleler

Published on Ocak 21st, 2021

0

Küresel şirketler ve beyaz yakalılar – Mustafa Kumanova


Kapitalizm küreselleşme politikaları sonucu bunun semeresini toplar. Çünkü artık ayaklanmalar ve isyanlar saman alevi gibi parlar ve söner. Kalıcı başkaldırılar yaşanmaz.

Yeni Dünya Düzeni ile birlikte “küreselleşme”nin getirdiği bilgi çağı, kriz ve serbet piyasa ekonomisi kavramlarının en belirleyici olanı belki de özelleştirmedir. Tüm bu kavramlar günümüzdeki siyasi iktisadi gelişmelerle birlikte düşünüldüğünde bütün yaşananların bir rastlantı olmadığı açıkça görülecektir. (Kriz ve Özelleştirme Politikaları /Özgürlük Broşür Dizisi)

Küreselleşme 1980’lerin başında başlayıp 1990’lardan itibaren hız kazanarak ortaya çıkmamıştır. Küreselleşmenin başlama tarihi 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarına kadar gider. Belki de dünya bu dönemlerde 1945 sonrası 1975 arasındaki tarihlerden çok daha fazla, gizli kapaklı değil, en azından aleni bir şekilde, buharla çalışan gemilerin ve telgrafın bulunması sonrasında küreselleşmiştir. 1945 sonrası dünya ekonomisi tarihinde görülmemiş şekilde en iyi konumuna gelmesine rağmen(hızlı büyüme, eşitsizlik derecesinin düşüklüğü, mali istikrarın en yüksek derecesi ve -gelişmiş kapitalist ekonomiler koşulunda kapitalizmin 250 yıllık tarihinin gördüğü en düşük işsizlik seviyesi), daha az liberal olan bu dönemden(dönem boyunca birçok ülke malların, hizmetlerin, sermayenin ve halkın hareketlerine oldukça fazla kısıtlamalar getirdi ve onları sadece aşamalı olarak liberalleştirdi) daha çok 19. yüzyıl başlarında küreselleşmiştir.

Aslında sanıldığı gibi küreselleşmeye hız kazandıran iletişim ve ulaşım teknolojilerindeki hız değildir. Onun hız kazanmış ve gezegenin tüm noktalarını sarmış gibi görünmesine neden iki husus vardır. Bunlardan bir tanesi herkesin malumu olan iktisat politikasıdır. Yani, neo-liberal politikalar. Bu politikalar günümüzde etkileri de dahil olmak üzere herkes tarafından bilinmekte ve herkes tarafından maruz kalınmaktadır. Diğer husus ise küreselleşmenin önceki evrelerine nazaran kurumsal şirketlerin küreselleşmeyi etkileme alanlarının oldukça genişlemiş olmasıdır. Diğer bir ifadeyle küreselleşmenin yeni sömürge ağını şirketler oluşturmaktadır. Ve uluslararası antlaşmalar Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumlar vasıtasıyla gelişmiş kapitalist ülkelerin çıkarları doğrultusunda kurumsal şirketlere küresel çapta sömürünün kapılarını açmakta ve gelişmekte olan ülkelerle yapılan serbest ticaret antlaşmaları(Avrupa Birliği antlaşmaları, Gümrük Birliği gibi) gelişmekte olan ülkelerin politik “hareket alanlarını” daraltmaktadır. Bir bakıma 20. yüzyıldan itibaren kolonicilikten kurtulup egemenliğe kavuşma yeni sömürgecilik tarzıyla geri dönüş yaşamaktadır.

Artık küresel(uluslar ötesi) şirketler baş aktör olarak sömürünün merkezinde yer alırlar. Burada bir aldatmaya, daha doğrusu bir yanılsamaya dikkat çekmek gerekiyor. Küreselleşme ve neo-liberalizm söz konusu olduğunda milliyetçilerin(özellikle de emperyalizme karşı ama kapitalizme-nasıl oluyorsa- karşı olmayan gerici milliyetçi “ulusalcıların”[ayrıca böyle bir siyasi kavram da yok]) artık ulus-devletlerin çağının geçtiği palavralarını bolca kullanmaları kulağa çok sık çalınır. Oysa bu tamamen yanlıştır, çünkü, genel olarak kapitalizm değil, ama modern burjuva toplumu milliyetçilerin yarattığı milletlere ve milliyetçiliğe dayanır. Milletler ve milliyetçilik olmadan burjuva toplumu ayakta kalamaz. Çünkü bütün üst yapı kurumları bu çerçeve içinde dizayn edilmişlerdir. Sonuç olarak burjuva medeniyetlerinin küresel şirketleri de her ne kadar aksiymiş gibi görünse de milliyetçilerdir ve coğrafi sınırları haritalandırılmış bir millete ihtiyaç duyarlar. Onlar için sadece kar ve para kazanma yani işçi sınıfı söz konusu olduğunda sömüreceği kişilerin dini ya da milliyeti önemli değildir, dünyanın neresinde olduğu önemli değildir, önemli olan en ucuza en çok çalıştırabileceği işçilik ve en çok sömürebileceği yerdir. Oysa işçinin kendisinin bir milliyetinin ve milletinin olması onlar için çok elzemdir çünkü ulus bilinci işçi sınıfı bilincinin üzerine çıkarılarak kolektif bilinç ve toplumsal akıl sınıf mücadelesi üzerinden değil yapay kimlikler üzerinden gelişir. Toplum da ayrık katmanlardan oluştuğundan çeşitli “halklar”a mensup olanların veya kendini çoğunlukla “hemcins” olarak görmeyenlerin kutuplaştırılmaları kolay olur. Ve kutuplaşma bu gibi toplumlarda milliyetçiliğin ateşli tapınmasıyla birlikte alt edilmesi en zor mesele olur. “Yerli” ve “milli” hezeyan ve korkular gerçek demokrasi mücadelesinin üzerini örter. Toplumsal öfke sömüren şirketlere ve patronlara değil “yerli” ve “milli” olmayanlara yönelir. Çünkü ortaklığın kendisi olmayan ancak “hayali” bir ortaklık fikrinin paylaşılmasının üzerinde yükselen ulusun taraflı tarih yazılımında yerli ve milli olmayanların adı daima bellidir. Ya vatan haini olurlar ya da terörist. Oysa hepsi işçidir. İşte üzeri örtülen, toplumda birlikte yaşayan farklı milletlere mensup kişilerin ortak bir bilinç geliştirip kolektif bir akıl etrafında bir araya gelip tek bir düşmana karşı omuz omuza kavga vermelerini örgütleyebilecek olan işçi sınıfı kimliğidir. İşte milletler ve milliyetçilik ya da dincilik işçinin salt bir nesne olmaktan çıkıp bir sınıfa aidiyet geliştirme ihtimalinin önüne geçerek onu “yazgısal kaderi”ne boyun eğmeye “gönüllü” olarak mahkûm eder.

Diğer yandan küresel şirketler ve onlara bir şekilde bağlanmış yerel kurumsal şirketler sömürüyü sadece politik ve ekonomik alanlarda yaparak yıkımlara ve mahvoluşlara sebep olmazlar. En kötüsü belki de bireyin kişiliğinde inanılmaz yabancılaşmalar yaratarak parçalanmalara da sebep olurlar. Artık çalışanlar-kendi içlerinde mavi ve beyaz yakalı olarak bölünmeleri haricinde- ekonomik olarak yabancılaşmanın yanı sıra psikolojik yönden de bırakın çevresini ve kendisini, en basit insani değerlere bile yabancılaşır. Ve toplumdaki her inançtan ve her ideolojiden kişilerce daha önce ayıplanan insani erdemlere ve ahlaka aykırı davranışlar bir şekilde olağan hale getirilip günlük yaşamın bir parçasıymışcasına meşru kılınır. Artık eskiden aykırı davranışlar olağan olmuş, tam tersine eski olağan davranışlar aykırı olmuştur. Örneğin yolsuzluk, usulsüzlük ve hırsızlık eskiden yüz kızartıcı iken bugün çalmayan ayıplanır hale gelmiştir. “Aptal mısın sen de çalacaksın?”, “Çalıyor ama çalışıyor” sözleri aptallar ve akıllılar diye ayrılan toplumda kulaklara çalınan telkinler ve nasihatler olarak yankılanır. Herkes çalmanın peşindedir: şirketler, patronlar, siyasiler, genel müdürler, müdürler, memurlar, işçiler, işsizler ama herkes…Umut ise ezilen için sınıf atlama, zengin için daha da zengin olmadır.

Bütün bunların pratikte nedeni ise tekelleşmiş ve dünyayı bir kader gibi sarmış küresel şirketlerdir. Davranışlarımızı ahlaksızlığa zorlayan ve mahkûm eden küresel şirketler…Medyasıyla, reklamıyla, sineması, edebiyatıyla, facebook’u instagram’ıyla tüketim ve lüksün cazibesini sunan ve insanlara ulaşılabilir hedefler olarak sunulan sınırsız tüketim toplumu. Çünkü artık birey toplumsal sorunlarla ilgilenmekten uzaklaştırılmış, kendi sorunlarına yönlendirilmiştir(lükse ve tüketime erişme ya da erişememe). Birey toplumun ne olduğunun ya da içinde yaşadığı sorunların toplumsal olduğunun ve bunun çözümünün toplumsal kurtuluştan geçtiğinin ayırdına varamaz. Onun için varsa yoksa kendi sorunudur. Kendi kurtuluşunu nihai hedef ve “devrimci” yapar. Ve bu yanılsama içinde yaşama olağan kılınır. Kapitalizm küreselleşme politikaları sonucu bunun semeresini toplar. Çünkü artık ayaklanmalar ve isyanlar saman alevi gibi parlar ve söner. Kalıcı başkaldırılar yaşanmaz.

Paul Lafargue’nin “Tembellik Hakkı” adlı kitabı ilk bakışta aykırı gözüken Lessing’in “Sevme, içme ve tembellik dışında, tembellik edelim her şeyde” sözleriyle başlar. Aslında kitapta bahsedilen yan gelip yatma değildir; bahsedilen insanın tembelliğe olan ihtiyacı ve tembellik hakkıdır. Günümüzde tembelliğe, belki daha anlaşılır ve makul bir deyişle, boş zamana azınlık sahiptir. Çoğunluk ise köle gibi çalışmaktadır. Hal böyle olunca ırgat gibi çalışan çoğunluk da azınlığın boş zaman hakkına sahip olmaya çabalamaktadır. Boş zamanı elde etmenin ise kapitalist sistemde yolları bellidir. Sömürme ve sömürme. Ya da sömürüle sömürüle sömürmeyi öğrenme. İşte işçinin sınıf atlama reçetesi budur. Her şeyin değişim değerine vurulduğu, ne olursa olsun tüketim zihniyetinin bir virüs gibi bulaştırıldığı günümüzde çalışanlar da kendilerine rahat ve konfor içinde işler ararlar. Vasıfsız olan mavi yakalılar hayata zaten 5-0 yenik başladıklarından bu durum onlar için geçerli değildir. Örneğin bir inşaat mühendisini ele alalım. İnşaat mühendisi sahada demir bağlama işinin başında bütün gün güneş altında çalışmaktansa teknik ofiste teknik ressam olarak çalışmayı yeğler, hatta göbek atar. Bunun ise koşulları vardır. Rekabetin, yarışın, hırsın küreselleştirildiği dünyamızda küresel şirketler burada devreye girer. Rekabet koşullarını yeniden tanımlayarak. Artık liyakatin ve sahip olunan hünerlerin bir önemi yoktur. Önemli olan ne kadar acımasız olabileceğin ve acımasız olma-sınıf atlama- yolunda neler yapabileceğin ve ne kadar taviz verebileceğindir. Statü ve paranın belirleyici ve kimlik tanıtımının en cezbedici ögeleri olduğu şirket yaşantısında değerlerin yozlaşması dedikodu ve ispiyonla başlar ve yalakalıkla devam eder. Beyaz yakalı çalışanlar yükselme uğruna her şeyi yapmaya hazırdırlar, çünkü bu davranışlar kendi üstleri tarafından onlara telkin ve teşvik edilir. Aslında, bir bakıma, kurumsallaşan şirket değil toplumsal çıkarları ortak olan yoldaşı satma ve ispiyon etmedir. Bireysel çıkarların küresel rekabetle bireye dayatılması sonucu çalışanlar artık insanlıktan çıkarlar. Ve buna karşı vicdan rahatlatıcı savunma mekanizmaları geliştirirler ki, bilinç altına attıkları bilincin bilinçaltıyla iki yüzlü ortaklığı sonucu bastırılan gerçekler gün yüzüne çıkmasınlar. Bozulma bireyin her davranışında belirgin hale gelir. Ve suskunluğa itelenmiş hayatların ayazında devrim kimsesizdir. Çünkü kimsenin çıtı çıkmaz…Zaman devinimini kaybeder…Zaman tarihini arar… 

Oysa bir zamanlar…

Şiirin tüyleri diken diken ettiği, aşkın yürekleri titrettiği, sosyalist abilerin, ablaların güçlünün, ezenin karşısına zayıfın, fakirin yanında dikildiği bir zamanlar…işçilerin yine fakir yine yoksul oldukları bir zamanlar…sadece bir milliyeti bir dini değil bin milliyeti bin dini bir mahalleye bir sokağa sığdırdıkları bir zamanlar. Bir parça ekmeği, bir parça sevgiyi, bir damla gözyaşını beraber paylaştıkları bir zamanlar…

Ekmek için, çocukları için her şeyi yapabilecekleri gerekirse canlarını ölüme feda edebilecekleri ama şereflerini, onurlarını, erdemlerini satmadıkları bir zamanlar…Oysa bir zamanlar o zamanlar vardı…

O zamanlar gene olacaktır.

İnsan olduğu sürece umut olacaktır.

Umut olduğu sürece de sosyalizm var olacaktır.

Öyle işçiler gene olacak…O sokaklar o mahalleler gene olacak…

O sosyalist abiler, ablalar gene olacak…

Her zaman olacak…


Mustafa Kumanova – 21.01.2021

Tags: , , ,


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑