Yazarlar

Published on Aralık 24th, 2020

0

Milliyetçilik ektiler, ırkçılık biçtiler – Erdal Boyoğlu


Türkeş diyor ki „Bugünkü içtimai hayatımızın her safhasında görülen bir çok buhranların düğüm noktası ailedir. Nüfus işimizin halli de yine aile müessesesinin ıslahı ve sağlamlaştırılmasına bağlıdır. Nüfusumuzun çoğalması için evlenmeyi çoğaltmalıyız…

Anadolu, padişahlık saltanatından Cumhuriyete geçince halkların dostluğa, kardeşliğe geçeceği aldatmasıyla  kandırıldı. Cumhuriyet döneminde hiç bir şey değişmediği gibi halkların dostluğu ve kardeşliği yerine ‘T.C. Devleti’nin’ Türklük üstünlüğü pekiştirildi. Her şeyi devlet bilir ve yapar denildi. Devlet ana, devlet baba oldu, devletin kestiği parmak acımaz denildi. Sonrası mı…

Her şeyin en iyisini Türkler bilir hem de yapar. Hatta “Bu memlekete komünizm lazımsa onu da biz yaparız” diyecek kadar ileri gidip sahte bir komünist partisi bile kurdular. Çünkü devlet, işini bilir ve yapar.

T.C bu işleri ne kadar iyi bildiğini Osmanlı’dan öğrendiği oyunlarla Koçgiri’de, Ağrı-Zilan’da, Dersim’de, Maraş’ta, Sivas’ta, Gazi’de gösterdi. Dünyada insan hakları ihlalinde ikinci sırada olması Osmanlıdan aldığı şiddet kültüründen ve otoritesinden beslendiğini göstermektedir. 

T.C,Osmanlı’dan aldığı otorite ve dini motiflerle şekillenen  bir takım geleneklerini sürdüregeldi. Sürdürülen teklik gelenekler içinde baş sırada Ermenilerin, Asurilerin, Kürtlerin ve Alevilerin sorunları  sürüp gelen bir sorundu. Türkçülük akımı asimilasyona sarılarak tüm  halkların varlığını inkar etti. Osmanlı otoritesinden aldığı ilişkileri köklü bir Türklük ile değiştirdi.

Türklüğü keşfedenler, Türk milliyetçiliği ile ırkçılığı geliştirdi ve ilerletti. ve bir Türk’ü dünyaya bedel yaptı. Tanrı’nın Türkü korumasının bağnaz yorumları ile Türkçülüğe sarıldı. Her şey Türklüğe endekslendi, tek dil, tek ırk, tek parti, tek şef otoritesini geliştirdi. Bu övünç sözlerine sığınanlar diğer halkları asimile etmek için de çeşitli entrikalara başvurdu. ‘Nutuk’lardaki ses tonlarında Türk ırkçılığın sert adım sesleri duyuluyordu artık.

Otorite, Devletin kutsallığı, büyüklüğü, yıkılmazlığı, üstünlüğü, babalığı, analığı ile ulusal üstünlük kazandı.

Türk milliyetçiliğinin hazırladığı ve uyguladığı temel ilkeler diğer halkların üzerine bir balyoz gibi indi.

Yeni Cumhuriyetçilerin, “Türkiye Türklerindir”, “Türk’e durmak yaraşmaz”, “Türk önde”, “Türk titre ve kendine gel”, “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” gibi ırkçı söylemlerle Kürtlerin, Alevilerin yazgısı gene değişmeyecek ve daha da kötüye gidecekti.

Her durumda varlığını korumak ve sürdürmekle yükümlü olan Türk milliyetçileri, Türklüğün üstün ırk olduğunu bu sözlerle daha da pekiştirmiştir.

Bugün artık çok açık ifade ettikleri “Her Türk Asker Doğar”, “Şehitler Ölmez Vatan Bölünmez”, “Tekbir”, “Ya Allah…”, “Ya sev Ya Terk et” gibi ırkçı sloganlarıyla ideolojilerini geliştirdiler.

Bir dönem Osmanlı’da “vallahi ben Türk değilim” diyenler, İttihak-Terakki süreciyle ellerine geçirdikleri otorite sayesinde Türklüklerinden gururla bahsettiler. “Ne Mutlu Türküm Diyene”, “Bir Türk dünyaya bedel” diyerek.

Şöven ve ırkçı düşünceler içinde tavırlarını sürdürenler, sivil ve laiklik söylemlerine sığınarak dokunulmaz, eleştirilmez, karşı konulmaz, tek dil, tek ırk gibi üstünlüğün simgelerini tartışılmaz bir tabu olarak kanunlaştırdı. Yasallaşan Türk Dil Kurumu ve Güneş dil teorileri gibi araçlarla ırkçı düşüncelerini Anadolu halkı üzerinde ayrıcalıklı kıldılar. Anadolu toprakları üzerinde başka bir kültürden, başka bir dilden, başka halklardan bahsetmek Türkçülüklerini depreştiriyordu. Anadolu’da yaşayan herkes Türktür ve Türk oğlu Türk olarak kalmaya zorunludur. Osmanlı içinde harlanan, horlanan ve aşağılanan Türkler yaratılan yeni bir liderle Türk kimliğini ispatlamalı, güven tazelemeli ve Türk övgüleriyle daha çok pohpohlanmalıydı. Çünkü yüzyılları bulan aşağılanmanın acısını ancak eline geçirdiği otorite ile çıkarabilirdi. Bunu gerçekleştirmek için Türk milliyetçiliğine sarılmalı, güven tazelemeli ve ırkçı milliyetçi düşüncenin yükselişini, otoriteyi kendi tekeline almalıydı. Yapılan iş tam da buydu.

Türkçülük akımının öncüleri 

Yusuf Akçura, Rusya’dan göç ettiğinde, İttihat-Terakki fırkası tarafından çok yakın ilgi gördü. Istanbul’da ilk Türk derneğini kurdu. Türk Yurdu adlı dergiyi yayımlamaya başladı. Türk Ocakları dünyadaki tümTürkler’i Türkiye ile birleştirmeyi amaçlayan çalışmalar yürüttü. Ziya Gökalp, Halide Edip Adıvar, Enver Paşa vd Türkçüler Yusuf Akçura ile işbirliği yaptılar. Turancı düşünceyi savunanlar arasında Zeki Velidi Togan, Nihal Atsız, Hasan Ferit Cansever, Reha Oğuz Türkkan, Alpaslan Türkeş vd. vardı. T.C 1944‘e kadar turancılık konusunda tek kelime ses etmezken, Alman faşistlerinin yenilgisi karşısında geri dönüş yaparak Turancı düşünceyi savunanlar hakkında dava açtı. 1947’de sonuçlanan mahkemelerde hepsi aklandı. 

Ziya Gökalp, (Diyarbakır 1875-1924) aslen Kürt kökenlidir. Ama kendi kimliğini inkar edenlerden biri olma özelliğine sahiptir. Türk milliyetçiliğinin baş teorisyenliğini yapan ünlü ırkçılardan biriydi. Türk tarihinin gelişmesi ve canlanması için Türkçülük ve islamcılığa sığındı. “Milli lisanımızı vücude getirmek için, Osmanlı lisanını hiç yokmuş gibi bir tarafa atarak halk edebiyatının temel vazifesini gören Türk dilini ayniyle kabul edip Istanbul halkının ve bilhassa Istanbul hanımlarının konuştukları gibi yazılmalıdır..” Lisani Türkçülüğün Umdeleri. Sayfa 81 Türk Klasikleri, Ziya Gökalp.

Burada açıkca Osmanlı diline karşı açtığı savaşı kazanmak için Istanbul’lu hanımların konuşmasına güvenerek Türk dilinin geliştirilmesini önemsiyor. Bu düşünce 1908’lerde Jön Türklerin yarım bıraktığı Birlik ve İlerleme Komitesi‘nin Türkçülüğünü anımsatmaktadır. Arap-İran kültürüne mesafeli olanların, Osmanlı dilini yokmuş sayanların bütünleşmesidir. Milliyetçi-Türkçüler Turancılık ve Pantürkizm akımı ile şöven, gerici bir düşüncede yanyana geldiler.

1915 Ermeni soykırımı bunun örneğidir. Ulusal ve etnik grupların yok sayılması, asimile edilmesi hep bu mantık sahiplerinin şöven görüşlerinden kaynaklanmıştır. 

Ziya Gökalp, 1924’te intihar etti. Z.Gökalp’ın, Devlet üzerinde milliyetçi-ırkçı düşünsel etkisi devam etmektedir. Atatürk’ün yakın arkadaşı Yunus Nadi, Ziya Gökalp’in ölümünün yıldönümünde Cumhuriyet gazetesinde şu ifadeleri kullanır :

”… Bugün ölümünün yıldönümü münasebetiyle onun nurani huzuru ile karşı karşıya bulunduğumuz zaman daha iyi anlıyoruz ki, Ziya’nın ölmesiyle çaresiz yetimler gibi, asıl karanlıklarda kalan bizler olmuşuz. O kadar ki, onun hayat ve hatırasını yaşatacak bir kabiliyet ve kudret gösterememişiz. Belki Ziya Gökalp’in kaybına üzülünür. Fakat bizim biçareliğimize muhakkak surette ağlamak lazımdır…”

Ziya Gökalp “bizim niye burjuvazimiz yok, yerli burjuvazi yaratmalıyız.”.

Adnan Menderes ve Celal Bayar da “her mahalleye bir zengin” diyerek bu ekonomik talebin ilişkisini Amerikanın kucağına oturarak sonuçlandırıyorlardı.

Yaşadığımız Anadolu gerçeğinde baktığımızda insanın eğitimi bunu göstermektedir. Bilgilenme, araştırma, öğretim kurumlarının ve bilgilerin kimler üzerinde nasıl yayıldığını, bu bilgilenmede hangi propaganda araçlarının etkili olduğu çok açıktır. Bunu toplum üzerindeki etkide görmek mümkündür. Oysa Türkiye gerçeğinde 85 yıldır sözde eğitim ve bilgilenme ışığında kitleleri cehalet ile yüz yüze bırakan egemenlerin kendisidir. Son yıllarda tartışmaların merkezinde yer alan ve çok gürültüler kopartılan etnik kimliklere yönelik aydınlanmadan kimse söz edebilir mi? 

Bu konuyla ilintili olarak bir sözü hatırlatayım; T.Ç Adorno’nun “Halihazırda somut olarak daha iyi ve baskıdan arındırılmış bir toplumda yaşamıyoruz, böylesi bir topluma ulaşılabileceği yolundaki imkanları da toplum olarak önümüze çıkan bütün fırsatları “değerlendirerek“ tüketmiş bulunmaktayız.” 

*Suçlamak ya da savunmak değil, bir kere daha kızgınlığa ve nefrete kapılmaksızın “verili olan” hakkında düşünmek zorundayız. Kolay çözümlerin, ucuz kahramanlıkların ve “mutlaklaştırılmış pratiğin” dayattığı “aktivizmin verebildikleriyle yetinenler acıları çoğaltmaktan başka bir şey yapamazlar.

Türk milliyetçileri, Esir Türkleri Kurtarma Ordusu (ETKO), (TIT) Türk intikam Tugayı gibi ajan Kontrgerilla örgütlenmeleri kurdular. Sözümona Sovyetler Birliği‘ndeki esir Türkleri kurtarma adı altında bu işbirlikçi ajanlık kurumlarını kurmuşlardı. 

Sovyetler Birliği dağıldı, ama ırkçı Turancılar, Kafkas boylarında bir birlik sağlayamadı. Türk ırkçıları Sicilli Faşist Elçibey’i desteklemelerine rağmen karşılığı hüsranla, yenilgiyle sonuçlandı. 

Türkmenistan, Özbekistan, Azerbeycan, Kırım ve Tolga tatarlarından „Halkdaşlar”? diye bahsetmesi karşılığı olmayan bir sözdür. Çünkü buralarda halkların yüzyıllardır ekonomik, siyasal, kültürel ve dil bakımından ortak bir özellikleri olmamasına rağmen hangi “Halkdaşlık“tan bahsedebilirler. Hangi “Birlik” bazında, hangi “Düşünsel” bazda gerçeklik bulacaktı. Bu ırkçıların bir amacı vardı, Sosyalizme karşı Alman Faşistleri ile birleşmek.

Buna en iyi örneği Turancılıkla sıkı fıkı olan ve bir de kitabı bulunan Gotthard Jaeschke‘nin bu konu hakkında ki görüşü verebilir; Bolşevik Partisinden yayılan Sosyalizm düşünceleri, Rusyanın Müslüman bölgelerinin köylüleri, işçileri ve aydınları arasında gittikçe çok sayıda yandaş buldu”. 

İşte Alman Emperyalistlerini tedirgin eden bu gelişimdir. Bunun için Türk şövenizmini sürekli canlı tutuyorlardı, ta ki günümüze kadar. Sovyet Birliği yıkıldı ama bu şövenist Türk ırkçıları hala daha emperyalistlerin güdümünden çıkmadılar, hiçbir zaman Türk ırkçıları Kafkasya’da bir varlık gösteremediler. Kendilerine biçtikleri eski Türkleri kurtarma ordusu misyonları içi boş, ırkçı bir söylemden öte gitmemiştir. Anadolu’da bu safsataya sığınarak kendilerinden olmayan yüzlerce, binlerce insanın kanına girmişlerdir. Katliamlarını hep Türklük adına yapmışlardır. Politik ve askeri ilişkilerde ırkçıların en büyük maddi ve siyasi destekçileri Emperyalistler oldu.

Celal Bayar’ın çıkardığı afla Almanya’da bulunan ünlü Türkçü-Turancılar, Enver Paşa, ailesi ve  Zeki Velidi Togan geri döndü 1938 de. Geri dönen bu ırkçı turancılar devlet kademesinde, askeri alanlarda Türkçü-Turancı görüşleri yaymaya devam ettiler. Kırım Tatarlarının temsilcisi Ahmet Cafer, Bozkurt dergisi sahibi Oğuz Türkkan ve birçok Turancı-Türkçü, milliyetçi gençleri Sovyetler Birliğine karşı mücadele ettirmek için 1941-1944 yılları arasında Alman Nazilerinin parasal destekleriyle, Alman faşizminin uslubuyla şöven propaganda yaparak pratik faaliyet içinde bulunanlar ırkçı turancılar oldu hep. 

Milliyetçi gazeteci Taha Akyol da Objektif köşesinde, Mahmut Esat için Sol, Kemalist bir Bozkurt diyor. Kemalist olduğundan mı solcu oluyor? Eğer öyleyse Irkçı MHP’de Kemalist . Onlarda Solcu MHP’liler mi?Nasyonel solcularmı? Neyse asıl anlatmak istediğim Mahmut Esat’ın 1930 yılında Mecliste yaptığı konuşmadır. Bu konuşmadan bazı paragraflar sunmak istiyorum.

” Sadece Türk milletinin bu memlekette milli haklar isteğinde bulunma hakkı vardır. Diğer unsurların böyle bir hak talebinde bulunmalarına imkan tanımaz”(…) Gerçekleri saklamanın gereği yoktur.Türkler bu memleketin yegane sahipleri, yegane efendileridir. Türk orjininden gelmeyenlerin bu memlekette sadece bir tek hakları vardır: Asil Türk milletine kusursuz olarak hizmetkarlık ve kölelik etmektir.

(…)“Bütün dünya, tek bir Türk delikanlısının burnunun kanamasına değmez”

(…)“Türkün en kötüsü, Türk olmayanın en iyisinden iyidir“

(…) „Türk ve Alman rejimleri her ikisi de milliyetçi olmakla beraber, aralarında küçücük bir fark vardır. Alman rejimi, milliyetçilikle Raciste yani ırkçıdır. Türk rejimi ise, ırkçı değildir. Daha ziyade kana değil, kültüre ve dile önem verir“.

Bununla beraber, Atatürk büyük nutkunda ’kanını taşıyandan başkasına inanma’ demiştir. 

(…)”Kemalizm rejimi milliyetçidir. Bunun anlamı şudur: Her şey ve her şey önce Türk milleti içindir. İslamlık, insanlık, bundan sonra gelir” Mahmut Esat Bozkurt. Atatürk ihtilali, I.Ü.yay.1940, Önsöz. Kaynak ırkçı düşünce.338-339.

1922’de TBMM’inin İktisat Bakanı, 1926’da Adalet Bakanı olan Mahmut Esat’a Bozkurt soyadını Atatürk verdi.

Bu alıntılardan sonra artık ne bir şey demeye dilim varıyor ne de bir şey yazmaya elim gidiyor. Mahmut Esat Bozkurt kendi ırkçı düşüncesini öyle güzel tarif etmiş ki… Yoruma bile gerek yok. 

Varlık vergisi olayı nedir.

1941‘de Türkiye-Almanya Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması imzaladı. Bu antlaşma varlık vergisinin çıkarılmasında etkili oldu.

Varlık vergisi, Türkiye’de 1942-44 yılları arasında esnaf ve üreticilerden alınan olağanüstü servet vergisinin adıdır. Vergi borçlarını geciktiren mülk sahiplerinin servetlerini vergilendirmek için yürürlüğe giren kanun hükmüydü(!). Ama bu Türk mülk sahipleri için geçerli değildi. Vergi borçlarını geciktiren Rum’lar, Yahudi’ler, Süryani’ler ve Ermeni’ler için yürürlüğe konuldu ve 1,5 yıl sonrada kaldırıldı. Türk devleti neden böyle bir şeye başvurdu? Çünkü ikinci dünya savaşı sürüyordu ve “devlet” zor durumdaydı (!) gelir sağlamak için vergilendirmeye ihtiyacı vardı. Dolayısıyla ticareti ellerinde bulunduran Azınlık-gayri müslümlerden bu çıkartılmalıydı, dil, din ve ırk ayrımı yapılarak gayrımüslüm kitle hedef alındı ve uygulamaya konuldu. Vergisini ödeyemeyenlerin yok pahasına fabrikaları, malları, dükkanları evleri vd satılarak alınıyordu.Vergi borçlarını geciktiren 1400 gayrımüslüm de Aşkale çalışma kampına sürüldü. Tabi sürgüne gönderilirken baskı ve zulüm de işin tuzu biberi oluyordu. 

Dönemin CHP  ileri gelenlerinden Suat Hayri Ürgüplü olayla ilgili şunları anlatıyor; Gerçi koyduğumuz rakamların tamamını alamadık ama yine de Hazineye büyük gelir sağlanmış oldu. Yaklaşık 465 milyon liralık vergi konulmasına karşılık 315 milyon lira toplanabildi. Bunun 221 milyonu Istanbul’dan sağlandı. Maaşlar ödenebildi. Bazı zorunlu hizmetler gerçekleştirilebildi.” (Dikkat edilirse vergilendirme tutarının çoğu Istanbul’dan. Düşünülürse bunun da nedeni açığa çıkar.) Ticaret ve Sanayi alanında vergi ödeyebilmek için satışa çıkartılan Fabrika, mağaza, depo gibi işyerlerini Türkler satın aldılar ve vergilendirme bir çeşit millileştirme görevi de yapmış oldu. CHP iktidarı, bu vergilendirme yöntemiyle çok açık malların el değiştirilmesini sağladı. Açıkcası Varlık vergisi uygulaması gayrımüslümlerden alınıp Türklere verilmesidir. Yukarıdaki alıntıda anlatılan çok net değil mi? 

Varlık vergisi olayı ırk ayrımıdır. Devleti güçlendirmek için dili ve dini ayrı insanlara dayatmadır. Isim veya soyadların karışması veya Türklerin kendi aralarındaki sorunlardan dolayı yapılan ihbarlar sonucu bir kısım Türk’ten de vergi alınmıştır. Yelda’nın, ırkçılık kitabından aldığım alıntı bu gelişmeler sonucu olmuştur kanısındayım (Daha geniş bilgi için bakınız “Ah Şu Karabıyıklı Biz Türkler”. Demirtaş Ceyhun)

Özellikle anlaşma sonrası Türk ırkçılığı yükselişe geçti. Yani Turancılığın siyasi olarak yükselişe geçtiği yıllar bu sürece tekabül ediyor. Bir başka önemli gelişme de Türk kökenli sanayi ve Ticaret burjuvazisinin de palazlandığı ve geliştiği dönemdir. Oligarşik devletin yapılanmasında önemli bir rol oynamasından dolayı Varlık Vergisi Türkiye tarihinde önemli bir olaydır. Bu vergi sayesinde işbirlikci burjuvazinin, toprak ağalarıyla, tefeci bezirganlarla ittifakı ortaya çıktı.

“Karaca Tiyatrosu’nda Demokrasi ve Çoğulculuk konulu bir toplantıda Aydın Uğur anlatıyor; Varlık Vergisi döneminde kendisine gelen 4 bin lira vergiyle neye uğradığını şaşıran esnaflardan Salomon, komşusu Artin Efendiye sormuş: Sana ne kadar geldi? “5 bin, Sonra diğer komşusuna, yani Efendiye sormuş,: Ya seninki kaç para? “3 bin. Sıra Mustafa Efendi‘ninkine gelmiş. Onunkinin sadece 300 lira olduğunu duyunca Salomon Efendi şöyle demekten kendini alamamış: Vay be, ne mutlu Türk’üm diyene!” Kaynak. Çoğunluk Aydınlarında Irkçılık. Yelda

Şükrü Saracoğlu 1942 yılında TBMM’sinde yaptığı bir konuşmada; Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar, bir vicdan ve kültür meselesidir. Ve muhtekirlerle, harp zenginleriyle, fevkalade kazançlarla, ihtikkarla mücadele edeceklerini açıklıyor ve ardından varlık vergisi yasası çıkarıltılıyor. Hükümet, bu yasa hazırlığı döneminde defterdarlıklara gönderilen yazılarda bölgedeki “Azınlıktan zengin kişilerin mal varlıklarının listesinin çıkartılarak yollanmasını” istiyor. Yani ırkçı Şükrü Saraçoğlu, azınlıklara karşı kinini ve nefretini hükümet olmanın keyfiyle dile getirmektedir. „Bu genelgede vergi yükümlülerine kışkırtıcı bir biçimde “harp ve ihtikar zengini azınlıklar” denilmektedir. Üstelik vergi yükümlülerinin mal varlıklarının saptanmasında Defterdarlıklardan gelen bilgilerle de yetinilmemiş, özellikle azınlıklar hakkında CHP  il ve ilçe örgütlerinden, Milli Emniyet Teşkilatı’ndan hatta hükümete yakın Türk tüccarlarından raporlar istenmiştir. Öyle ki, azınlıktan kişilerle ilgili imzasız ihbar mektupları bile geçerli belge sayılmıştır.”

Dönemin Deftardarı ”Faik Ökte’nin açıklamalarına göre, salt soyadı, azınlıkların soyadını andırdığı için bazı müslümanlara, Türklere de çok yüksek vergiler konulmuştur. “Bu vergilendirmeye azınlık halklarından olan herkes mahkum ediliyor. Bahçıvanlık yapan da marangozluk yapan da bu vergilendirmeye tabi tutularak 15-30 lira olan kazanç sahibi Ligor Kardan da 500 lira vergi ödüyor. Bahçıvanlık yapan babası da 5 bin lira vergi ödüyor. Ödeyemeyenlerin neleri var neleri yok bütün mallarına devletçe el konulmuştur. Kendileri de kara vagonlara doldurularak, Erzurum Aşkale’deki çalışma kamplarına gönderilmişlerdir. Kayıtlara göre, tam 2 057 yahudi, Rum, Ermeni tüccar ve iş adamı, istenilen yüksek vergileri ödeyemedikleri için Aşkale’ye sürülmüşlerdir. Ve devlet bu zorbaca uygulamalar sonrası, haczettiği azınlıkların mallarını yok pahasına Türklere satmıştır. Bir kısmı da mallarını geri alabilme umuduyla neleri var neleri yoksa, hepsini yakın çevrelerindeki tanıdıkları Türklere yok pahasına devretmişler. Ve böylelikle Türk ırkçıları zorla gasp edilen azınlık halklarının malları sayesinde zengin olmuşlardır. Bu şehirlerdeki tablo. Bir de taşrada yaşananlar var. Oralarda da aşiret, aşiret ağaları zorla azınlıkların mallarına el koyuyorlardı. İşte T.C’ nin uyguladığı Varlık vergisi’nin iç yüzü. Ve işte okuyucuya Hitler Faşizmi dönemindeki Yahudilere karşı izlediği yönteme örnek bir davranış. Hitler, Yahudilerin ticari gelişimine karşı estirdiği terör ve katliam ile insanlık dışı yöntemleri uygularken, çalışma kamplarında da çalıştırılması Alman Burjuvazisinin çıkarlarına yönelikti ve işte Türkiye’de Aşkale’ye çalışma kamplarına gönderilen azınlıklar ve mallarına el konularak zengin edilen Türkler, Türk Burjuvazisi. ‘Salkım hanımın taneleri filmi varlık vergisi sürecine yönelik bir film izlenmelidir.’ (yukarıdaki rakamlar Ekonomik panaroma Dergisi sayı 2. 24 Nisan 1988) Aeg.Kaynak D. Ceyhun. Sayfa.194.

1955 Istanbul’da “Vatandaş Türkçe konuş” kampanyaları. Bilindiği gibi 1955 Istanbul’da 6-7 Eylül olayı Rumlar’a karşı tam bir soykırım, talan olarak yaşanmıştır. Saldırıya uğrayan esnaflar, dükkanların yağmalanması, yakılıp yıkılması… Bu bir azınlıkları temizleme kampanyası olmuş olamaz mı? Çünkü bu sıralarda dönemin DP hükümeti “Kıbrıs Türk’tür, Türk kalacaktır” kampanyası başlatmıştı. Buna bağlı olarak kentlerimizin Türkleşmesi düşünülmüş olmalı ki, her tarafa “Vatandaş Türkçe Konuş” afişleri yapıştırılıyordu. Dükkanlar, tramvaylar, otobüslerin camlarına yapıştırılan bu afişler ve üniversitelere dalga dalga yayılan şövenizm başka neyin göstergesi olabilirdi? 

Tam bir terör dalgası, farklı anadillere sahip azınlıklara, (Ermeni, Rum, Süryani ve Yahudiler’e) karşı geliştirilen terör…

6-7 Eylül olaylarında Mithat Pelin’e önemli bir rol verilmişti.

Mithat Pelin kimdir? 13 Mart 1917 Bulgaristan’ın Mevrekop köyünde doğdu. Lozan Antlaşması’ndan sonra ailesiyle Türkiye’ye göç etti. Istanbul’a yerleşen Pelin 1938‘de Son Posta gazetesinde gazeteciliğe başladı. 1951’de İstanbul Ekspres Gazetesi imtiyaz Sahibi ve başyazarı oldu. 1952’de Istanbul Cemiyet 2. başkanı- 1946-60 yılları arasında Demokrat partiye üye oldu- ırkçı ve milliyetçi bir çizgide politik faliyet sürdürdü. Pelin‘in sahibi olduğu Istanbul Ekspres Gazetesi 6 Eylül 1955 günü manşetten “Atatürk’ün Selanikteki evi bombalandı” haberini yayınladı. Bu haber sonucu körüklenen milliyetçi duyguların infilakıyla ve bir anda olaylar patlak verdi. Rumlara, Yahudilere ve Ermenilere ait ev ve işyerleri yağmalandı, evler yakılıp yıkıldı, 3 kişi öldü, 73 kilise, 1 fabrika, 8 ayazma, 5 bin 538 konut ve işyeri tahrip edildi. İstanbul Ekspres bu haber sonucu bir anda tiraj patlaması yaptı. Günlük satışı 296 bine ulaştı. Bu başlık sonucu Pelin, İstanbul’un altını üstüne getiren adam olarak tanındı.(1955 olayları üzerine çevrilen Güz Sancısı filmi izlenmelidir) 

Atatürk’ün evine dinamit koyan iki üniversite öğrencisi (provakatör) bugün valilik görevinde bulunuyor. Emin Çölaşan bile köşesinde konu hakkında bu valilerin isimlerini de vererek yazdı. Daha geniş bilgi için Bakınız, Bir Gizli Servisin Tarihi, Tuncay Özkan.

Irkçı hareketin islamlaşmasının teorik kaynakları, Nacip Fazıl Kısakürek, Seyid Ahmet Arvasi, islama yöneliş sürecinde en popüler olan isimdir. Nakşibendi tarikatının ileri gelenlerinden Şeyh Abdülhakim Arvasi’in akrabasıdır. Nakşibentlerin büyük bir kesimi seçimlerde MHP’yi destekliyordu (Nakşiler 2001’den sonra AKP ‘yi desteklediler). Nurettin Topçu, Mehmet Pamak, Remzi Oğuz Arık, D.Mehmet Doğan, Erol Güngör, ırkçı MHP’den kopan BBP’de islami motifleri öne çıkararak koptu. BBP’yi oluşturan kadrolar, MHP’nin vurucu militan kadrosuydu- Muhafazakar Parti (MP) Genel Başkanı Mehmet Pamak, milliyetçi -muhafazakar kimliğine sahip heveslilerin partisi oldu. Danışma meclisi üyeliği de yaptığı dönemlerde ülkücü katillerden Ali Bülent Orkan’ın idam kararını onayladığından dolayı pek fazla ilgi bulamadı. 1984’de parti  başkanlığını Ahmet Özsoy’a devretti. Ahmet Özsoy da partiyi rica minnetle Ismail Hakkı Yılanlıoğlu’na bıraktı. Yılanlıoğlu, CKMP yönetiminde Türkeş’in egemen olmasını destekleyenlerdendi. Türkeş başkan olduktan sonra, partide genel başkan yardımcısı olarak görev yaptı. Irkçılar, böyle bir kimliğe sahip olmasına rağmen Yılanlıoğlu’nun partisine destek vermediler. Çünkü başbuğlarından destek emri gelmemişti. 

(1974’te kurulan Ülkü Ocakları Derneği’nin ilk genel başkanı Muharrem Şemşek’ti. Şemşek,  emekçilere ve devrimcilere karşı geliştirilen faşist  terör saldırılarının  başındaydı. ÜGD Başkanı  Muhsin Yazıcıoğlu ve yardımcısı Abdullah Çatlı ırkçı faşist  terör saldırılarını devam ettirdi.)

1975’de yayınlanan Temel görüşler kitabında Alpaslan Türkeş’in Türk nüfusunu çoğaltmak için başvurduğu çareden paragraflar. 

Bir milletin hayatiyeti ve kudreti nüfus ile ölçülür. Son hadiseler göstermiştir ki yalnız medeni ve müteakki olmak bir millete müstakil bir hayat için kafi kudret veremez. Milletlerin en büyük kuvvetleri nüfuslarıdır.

„Bugünkü içtimai hayatımızın her safhasında görülen bir çok buhranların düğüm noktası ailedir. Nüfus işimizin halli de yine aile müessesesinin ıslahı ve sağlamlaştırılmasına bağlıdır. Nüfusumuzun çoğalması için evlenmeyi çoğaltmalıyız. Daha doğrusu Türk cemiyetinden bekarlığı kaldırmalıyız. Türkiye’de bekarların yeri yoktur…Erkekleri 25 yaşından ve kızları da 20 yaşından sonra kanun kuvvetiyle evlenmeye mecbur etmeliyiz”… peki Devlet Bahçeli’ye ne demeli? Niye hala bekar?

„Kadının en mühim vazifesi çocuktur. Kadın ve erkek evlenirken kendi şahsi namlarını ve şanını, şerefini, varlığını kendilerinden sonra ebediyete kadar uzatacak yavrular meydana getirmeyi meşru dahi olsa hiçbir mazeretle ihmal etmemelidirler. Her aile, en az üç çocuk yapmak lazım geldiğini bilmelidir. Ve bunu mükellefiyet şekline sokarak kanunla tesbit etmeliyiz…Beş ve daha çok çocuklu namuslu bir Türk kadını milli bir ilahedir, böylelerine taparım. Çocuksuz bir kadın tahsili, zekası ne olursa olsun, hangi memuriyette bulunursa bulunsun tufeyli bir mahluktur, değersizdir, bir hiçtir. Beşten az çocuğu olanlar da vazifelerini tam yapmamış sayılırlar. Çocukları üçten az olanlar milli vazifelerini hiç yapmamış sayılırlar. Evlenmeyenlerin veya çocuksuz evlilerin ne sayılmasının icap ettiğinin takdirini okuyuculara bırakıyorum”…

(…)„Kadın haklarını savunan ve kadın-erkek eşitliğinin oluşturulabileceğini sanan Komünistler,

Bu kuş beyinliler, müsavat denen şeyin objektif bir şey olduğunu, asla subjektif olamayacağını düşünemiyorlar. Müsavat, doğuş itbarıyla, iklim ve muhit icabı olarak farklı bulunan fertlerin kendi tabiatlarına, ruhlarına, milli ve sosyal kuruluşlara ve taşıdıklara vazifelere uygun bir yaşayış ve temellüke sahip olmalarıdır. Kadın, ruhen ve bedenen erkekten çok başka ve erkeğe pek zıd vazifeler taşır. Bunun için erkeğin üzerine aldığı vazifeleri yapamaz. Yapabilirse bile bu onu o hayattan ve çocuk yapmak vazifesinden uzaklaştırır. Halbuki kadının cemiyete en mühim işi çocuktur. Tabiat bunu böyle icap ettiriyor… Bunlar gösteriyor ki kadını evden erkeğin iş hayatına fırlatmak müsavat değil, müsavatsızlığın koyusudur…Bu bir kanundur. Onbinlerce seneden beri bu kanun değişmemiştir. Değişemez ve değiştirilemez.

„Çoğalalım ve o kadar çoğalalım ki medeniyetlere hakim olalım. Böylece Türk bayrağı, Türk adaleti, Türk medeniyeti altında şu ihtiyar dünyayı Türkün yüksek insanlığı ile edebi bir saadete kavuşturalım.” Diyen ırkçı kafatascı Türkeş’den güneş görmemiş sözler. 

Kaynak,M.Ayçicek. Felsefe ve bilimde ırkçı düşünce. Sayfa 391-392. 

Bu alıntılara hiç bir yorum getirmeyeceğim. Bunu özellikle Türk kadınlarının yorumuna bırakıyorum. Özellikle Avrupa’da çalışan kadınların emeğine düşman olan, namusuna dil uzatan, çocuklarının eğitimi ve geleceği için alınteriyle yaşam mücadelesi veren kadınlara yapılmış en büyük hakarettir diye düşünüyorum. Türkeş kendi ırkçı düşünceleri için kadınları bu kadar aşağılama hakkına sahip değildir. Evde çocuğu aç olan annenin dramını bilemez. Okula gidemeyen cahil bırakılan çocuğun geleceğini de kuramaz. Bir tas çorbanın sıcaklığına hasret kalan ailenin ızdırabını da bilemez. Açlık onun evine uğramadığı için bu kadar kadınları çocuk üreten makineye benzetmesi Hitler’i anımsatıyor. 

Nüfusun çoğalmasıyla eğer Türklük medeniyet sahibi oluyorsa, Çinliler dünyanın en çok nüfusuna sahip ama hiç de milletlerinin şanı ve şerefi göğe erişmiyor. Hindistan vs ülkeler nüfusu çok ama bir yandan açlık diğer yandan yoksulluk içinde. Nüfusu çok olup da zenginlik içinde olanlarla, yoksulluk içinde olanlar arasındaki yaşam da o kadar eşitsiz ve acımasız ki kişi başına düşen gıda tüketiminde bir değerlendirme olduğunda; Türkiye’de kişi başına yıllık et tüketimi 27 kg, süt ve süt ürünleri tüketimi de 160 kg olarak gerçekleşiyor. Oysa Avrupa Birliği ülkelerinde bu miktar ette 87kg, sütte ise 350 kg düzeyinde bulunuyor. Türkiye 1996 yılında Dünya Gıda Zirvesi’nde verdiği sözleri de yerine getirmedi. Türkiye herkes için sürdürebilir gıda güvencesi sağlamaya yönelik kadın ve erkeğin tam ve eşit katılımını sağlayacak en iyi şartları yaratarak politik, sosyal ve ekonomik çevrenin oluşturulması amacına ulaşamadı. Hal böyleyken ırkçıların üstünlük demogojileri de neyin ürünüdür?

Hürriyet Gazetesi.Haziran 2002, 10 milyon Türk 1 dolara yaşıyor. Aralarında Ziraat Mühendisleri Odası, Gıda Mühendisleri Odası, Ziraatçılar Derneği, Setbir ve TEMA’nın da bulunduğu örgütlerin hazırladığı rapor, Türkiye nufusunun yüzde 15’nin beslenebilmek için günde 1 dolar bile harcayamadığını ortaya koydu. 2011’de ise 13 milyon insan yoksulluk sınırında yaşıyor.

Türkiye nüfusu 73 milyon, Anadolu halklarının açlık çığlıkları ortalığı inletirken. Sokaklarda dilenen çocuklar, evine ekmek götüremediği için intihar eden baba, kirasını ödeyemediği için vücudunu satan kadınlar, ekmek çalan çocuklar, en ucuz işgücü olarak çalıştırılan çocuklar için mi bunca ırkçı demogojilere sığınıyorlar bu ırkçı kafatasçılar. Onun için mi ailelere çocuk yapmayı öneriyor. Onun için mi kadınların çalışmasına karşı çıkıyor. 

Avrupa’da yaşayan milliyetçiler kadınlarının çalışmasını nasıl açıklıyorlar. (Hemde ‘Gavur’ dedikleri bir ülkede)

Avrupa’da çocuklarını Hristiyanların eğitim kurumlarında okul çağına kadar bırakanlar hangi müslümanlıktan, hangi dincilikten bahsetme hakkına sahiptir? 

Peki nerede kaldı Türk milletinin şanı şerefi. (!) Geleceğin sahipleri bu çocukları iki kültür arasında bocalatanlar, hangi milletin büyük kuvvetini oluşturacaktır. Hangi medeniyeti geliştireceklerdir(!). Bu konuda Türk ıkçılığının ideologlarından Ziya Gökalp’ın kızına ve karısına yazdığı yazılar ibretle okunmalıdır.( Ziya Gökalp, Türkçülüğün esasları)

Türk milliyetçiliği -(ırkçılığı)  üzerine araştırma yapmaya hiç niyetli olmayanlara ne demek gerekir, en iyi ihtimalle ”Ne Mutlu Türküm Diyene, Tanrı Türkü Korusun, Bir Türk Dünyaya Bedeldir”…T.C. devleti yılardır  yaptıkları ve yapacaklarının teminatıdır, deyip bu konuyu bir başka  yazıma bırakıyorum.


Erdal Boyoğlu – 24.12.2020

Tags:


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑