Makaleler

Published on Temmuz 24th, 2021

0

Neden | Mustafa Kumanova


Dünya ikliminin değiştiği ve doğanın yok olma ile yüz yüze geldiği de bir gerçek. Ve hepsinden önemlisi kapitalizmin yıkıcı ve yakıcı olduğu ve kendiyle birlikte tüm insanlığı bir uçuruma doğru götürdüğü de bir gerçek.

Siyasi seçimler yalnız kaybetmek ya da kazanmak değildir. İçinde bulunduğunuz ülkenin sınırlarının dışına bir bakın. Brezilya’ya bir bakın. Polonya’ya, Macaristan’a bir bakın. Ya da Rusya’ya, Hindistan’a bir bakın. Hatta Almanya’ya, ABD’ye bir bakın. Ve onlarca diğerlerine. Muhafazakâr, gerici milliyetçi ve kökten dinci aşırı sağın yükselişi artık bir gerçek. Ve her şey seçimlerle çözülmüyor. Faşizmin ayak seslerinin sadece Türkiye’yle sınırlı olmadığı da bir gerçek. Faşizm tehdidinin artık her ülkenin kapısında belirdiği de bir gerçek. Dünya ikliminin değiştiği ve doğanın yok olma ile yüz yüze geldiği de bir gerçek. Ve hepsinden önemlisi kapitalizmin yıkıcı ve yakıcı olduğu ve kendiyle birlikte tüm insanlığı bir uçuruma doğru götürdüğü de bir gerçek.

Ve tüm bu gerçekliğin içinde bir gerçek de ezilenlerin politika yapıcılar tarafından soyup soğana çevrilmeleridir. 

Peki, bir siyasetçiyi hırsızlığa götüren nedir? Zengin olma hevesi ya da güçlü olma arzusu veya lükse ulaşıp keyfini sürme tutkusu. Tüm bunları elde etmek için de toplumsal serveti yağmalar, diğer bir deyişle “millet”i soyar. Durum bu kadar net iken, milliyeti ve dini gerçekte “bedava kölelik” olan bir ezileni bu siyasetçileri defalarca iktidara taşımaya devam ettiren şey nedir?

Yoksullara “cennetin Tanrısı’nı vaaz ederken” bu “dünyanın cennetini yaşayan” siyasetçi ile bu dünyayı cennete çevirmesi için ona maaş ve oy vermesine rağmen din ve milliyetçilik ile kandırıldığının farkında bile olmayan ezilen hukuki olarak -kâğıt üstünde- yasalar önünde “eşit” olsalar da -“egemenlik kayıtsız şartsız milletin” olsa da- tam da bu yağma ve talan yüzünden ekonomik olarak eşit değillerdir. Ve ezilen bu tahakkümün tamamen ortasındayken tahakküm edildiğinin farkında bile değildir.

İşte ana mesele budur. Ve sorulması gereken ve cevap aranması gereken soru tam da budur:  tüm bu gerçeklere rağmen neden ezilenler kendilerini en çok ezenleri iktidara taşıyor? Neden asgari ücretli işçiler “gücün seçkinler grubu”na bu kadar kolay biat ediyorlar? Neden toplumsal öfke toplumsal serveti yağmalayan merkez bankalarına, bankalara, şirketlere ve siyasilere değil de göçmenlere, eşcinsellere, azınlık milliyetlere ve diğer ezilenlere yöneliyor? Çıkarlar mı ya da “kültürel eksiklik” yüzünden mi? Yoksa nedenler daha derinde mi?

Ya da…

Bilincimizin önündeki en büyük engel gurur, kibir ve egolarımıza sunulan kimlikler mi? Diğer bir deyişle, dini, milliyetçi ,etnik, kültürel aklınıza gelebilecek tüm kimlikler mi? Ezen, erkek egemen, gerici milliyetçi, kökten dinci çoğunluğa ait kimlikler… Sahi kimlikler, karnımızın doymasından, barınmaktan, giyinmekten çok mu daha önemli? Aksi halde tüm açlığımıza rağmen kimliklerle doymayı tercih etmezdik? Tüm açlığımızın ve yoksulluğumuzun sebebi bir avuç seçkinler sınıfı olmasına rağmen biz ezilenler bizi en çok ezen bu insanları bizi daha da çok ezmeleri için iktidarlara getirmezdik? Onların çıkarları uğruna sınırların içinde ve dışında onlar tarafından yaratılan milletler adına ölmek için onların ordusuna nefer yazılmayı canı gönülden kabul etmezdik? 

Neden?

Gerçekleri gizlemenin bir yolu olarak yanlış algıların sömüren kişilerce sömürülenler üzerinde tesis edilmesi sonucu gerçekler sadece görüntüden ibaret hale geliyor. Böyle olunca da gerçeğin öz olduğunu anlatabilmek giderek zorlaşıyor. İnsanlar gördüklerinin bir görüntü olduğunun farkına varmak ve görünenin de her zaman inanılan olduğundan, daha doğrusu “ben gördüğüme inanırım” düsturu genel geçer kural olduğundan o görünenin aslında kendilerine gösterilen bir yanılsama ve sahte bir görüntü olduğunu özün gerçekliğini kavrayamıyorlar. Dolayısıyla özü gözler önüne seren düşünceler de görmezden geliniyor.

Örneğin, günümüz modern burjuva medeniyetinde ve onun modern kapitalist toplumunun dayandığı bütün üst yapı işleyişinde görüntüde mükemmel gösterilen bir demokrasi ve insan hakları anlayışı var. Ve bu görüntü de büyük bir aydınlanma ve burjuva tarihi birikimine dayandırılıyor. Bu görüntünün içi bütün ideolojik, felsefi, sosyolojik, sosyo-psikolojik ve de aklınıza gelebilecek bütün kavramlarla doldurulmuş durumda. Oysa ki gerçek çok farklı tekabül ediyor. İnsan hakları da demokrasi de özde mutlu sömüren bir azınlık lehine işliyor ve işletiliyor. 

Her şeyin ötesinde her insan çıplak ve özgür doğuyor. Hayatı boyunca hayattan ne anlam çıkardığına göre seçimlerini özgürce(?) yapıyor ve bireyin tutkuları-sonraki kimlik arayışları- hangi yolda ilerleyeceğini seçmesinde belirleyici oluyor. Bunlar gerçekten özgür olan bir birey için geçerli. Ama birey yalnız başına değildir ve bir toplum içinde yaşıyor. Ve o toplumda sınıflardan oluştuğu için ve toplumun alt yapısı sömürüye dayandığı için kimlik seçiminde ve tutkularının bağımsızca kimlik seçimlerinde hareket etmesinde ne kadar özgür davranabiliyor? Ve özün gerçek olmadığı, görüntünün gerçekmiş gibi sunulduğu bir medeniyette sunulan kimlikler birilerinin dayatmasından ibaret olmadan alt yapısı sömürmeye dayanan bir toplumda nasıl saf ve temiz olabilirler? Sömürüye dayanan bir düzen içerisinde çoğunluğun azınlığın kölesi haline getirildiği ve gittikçe de tarihsel birikimi içinde zenginliğin ve bolluğun belirli ellerde toplandığı günümüzde o çoğunluğa insan hakları ve demokrasi altında sunulan görüntüler ne kadar gerçekçiler?

Günümüzde pek çok ırksal, kültürel, etnik, cinsel, ekolojik ve diğer eşitsizlik var. Ve tüm bu eşitsizlikler karşısında kendini ifade eden onlarca kimlik var. Ve tüm bu kimlikler birer baskı aracı olarak kullanılmakta. Diğer bir deyişle bireyin özel alanına ait bir hak olmaktan çıkartılıp siyasi birim ile çakıştırılarak egemen sınıfların egemenliği adına baskı ve zulüm aracına dönüştürülmekte. Ve gelinen noktada ise egemen sınıfa karşı her türlü isyan ve başkaldırı olasılığı karşısında var olan kimlikler kullanılmakta ve yenileri yaratılmakta. Örnek ılımlı İslam kimliği ya da milliyetçi İslamcı kimliği gibi. Ve bu kimlik politikaları sonucu aşırı gerici milliyetçilik ve dincilik yükselişe geçmekte. Ve nihayetinde otoriter liderler yaratılmakta. Eğer tüm bu kimlikler politik olmayıp bireyin özel yaşantısı içinde kalsaydı politik olarak kullanışsız olacaklardı. Kimin hangi dinden ya da kimin hangi milliyetten ya da hangi cinsiyetten olduğu o kişiye kişisel bir çıkar (kendini ifade etme şeklinde ezen çoğunluğa dahil olma) ve yönetenlere de politik bir çıkar sağlamayacaktı. 

Sosyalistler daima sınıfın merkezi olması gerektiğine vurgu yaparlar. Bunu eleştiren pek çok karşı görüşten ya da değişik ideolojiden kişi sınıfın da bir kimlik ve kimlik politikası olduğuna vurgu yaparak, sosyalistleri kimlik eşitsizliklerini ve haklarını görmezden gelmekle suçlarlar. Örnek: 

“Eğer yarın büyük bankaları yıksak . . . bu ırkçılığı sona erdirecek mi? Cinsiyetçiliği bitirecek mi? LGBT topluluklarına karşı ayrımcılığı sona erdirecek mi? Göçmenlere karşı insanların daha hoşgörülü hissetmesini bir gecede değiştirebilecek mi?” (Hillary Clinton)

Ve bu tip polemiklerle demokrasi ve hukukun üstünlüğüne vurgu yaparlar. Aslında yapılmak istenen gerçek demokrasinin (ekonomik eşitlik) üstünü biçimsel demokrasi (bireyin hakları, ifade özgürlüğü, özel mülkiyet hakkı, toplanma özgürlüğü gibi) ile örtmektir. Gerçek demokrasi biçimsel demokrasiye karşıt değildir. Gerçek demokrasi ve biçimsel demokrasi birbiriyle içseldir. Biri olmadan diğerine ulaşılamaz. Diğeri olmadan öteki elde edilemez. Özgürlük olmadan sosyalizme ulaşılamaz. Sosyalizm olmadan da özgür olunamaz. İşte bu yüzden sosyalistler tüm kimlikleri sona erdirecek bir politika oluşturmak zorundadırlar. Ne birey sınıfın önünde engeldir. Ne sınıf bireyin üzerindedir. Ancak ister bireysel ister sınıfsal olsun ezilenlerin özgürlüğünü sağlayacak tek güç ezilenlerin sınıfsal mücadelesi, yani örgütlenmesidir. İşte tam da bu yüzden en tehlikeli “kimlik” işçi sınıfı kimliğidir. Diğer tüm kimlikler egemen burjuva sınıfının “hizmetinde işlev görür”. Demokrasi ve hukukun üstünlüğü “evrenin dokusuna örülmüş” mistik ve ilahi dokunulmazlar olarak sadece kâğıt üzerinde muhteşem gözükür. Oysa hepsi tek bir sınıfın varlığını sürdürmede görünmez sınıf savaşının araçlarıdır.

Bugün bir Batı ülkesinde istediğinizi ifade etme, örgütlenme, iş kurma, mülkiyet, hukuk önünde eşitlik haklarına sahipsinizdir. Ama bir de toplumsal düzeni değiştirme hakkına sahip olduğunuzu ileri sürün bakalım ne olacak. Bunun için özgürce hareket etme hakkınız olduğunu ileri sürün, ekonomik eşitlik istediğinizi ve bunun için mücadele etme hakkınız olduğunu ileri sürün bakalım ne olacak…Sonunda karşılığı göz yaşartıcı gaz, cop ve gözaltı olacaktır. Her ne kadar hukuk önünde her bir vatandaş için “eşit haklar” söz konusu edilse de, bazı kimliklere daha eşit haklar düşer. Daha eşit haklara sahip olanlar ise, her daim baskı aracı olarak kullanılan o andaki baskın kimlikler -yani çoğunluğun kimliği olanlar ve her daim özün anlaşılmamasında işlev gören ve bu işlevi politika ile çakıştırılıp meşru bir zemine oturtularak başkaldırmaya yeltenenler üzerinde acımasızca uygulanan ve çoğunluğu oluşturan, duyguları okşayan dini ve milli kimliklerin cemaatleşmesi ve toplumda nasır tutması vasıtasıyla- toplum ve birey bilincinin gelişiminin önünde engel teşkil ederler. Çoğunluk, azınlığın başkaldırma tehlikesini ihtiva eden “kendi kendini geliştirme”sine ve başkaldıran bir bilinç oluşmasına kullandığı ideolojik, psikolojik ve sosyolojik araçlarla izin vermiyor. Bunu da, bilinci karartan görüntülerin özün görüntüsü üzerine montajlanması yoluyla yapıyor.

Oysa, varoluşumuz kimliklerden önce gelmelidir. Çünkü varoluşta hepimiz saf, özgür ve eşit doğuyoruz. Sonradan kimlikler edinip tutkularımız, ideolojimizin, egolarımızın ve diğer komplekslerimizin oluşmasıyla kendimize yön veriyoruz ya da sömürülenler tarafından bize biçilen kimliklere girerek kimliklerin varoluştan önce gelmesine izin veriyoruz. Belki de olan budur. Ya da “bilincimizi oluşturan varlığımız” yani içinde bulunduğumuz maddi koşullar ve ekonomik çıkarlardır. Ya da 2021 senesinde beş yaşında bir çocuğun akıllı telefon ve tablet kullanmaya başladığı, facebook’un, watsup’ın, google’nin, wikipedia’nın olduğu bir çağda bilincimize yön veren bambaşka şeylerdir.

Kısacası günümüzde belki de yapılması gereken bilincimizi etkileyen nedenlere daha fazla eğilmektir. Sosyalist düşünce belki de sahip olduğu geçmişin kültürünü bu anlamda geliştirip bambaşka bir bilinçlenmeye doğru evirilmelidir. Velhasıl özün görünmesinin önündeki en büyük engel ezilenlerin düşünmesini engellemektir. 

Başkaldırı ve ayaklanma düşüncenin ürünleridir. Ve onun olmamasının önündeki engel de düşüncedir. 

Öz ve görüntü… 

Hangisi bilincimiz?


Mustafa Kumanova – 24.07.2021

Tags:


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑