Makaleler

Published on Ağustos 19th, 2020

0

Sendikaların nesnel eleştirisi – Mustafa Kumanova

Sendikalar işçi sınıfı mücadelesinin bir parçası olarak sanayi devriminden sonra ortaya çıktılar. İşçi sınıfı yasal anlamda sendikalarına kavuşmak için uzun yıllar mücadele etti. İlk kurulduğu yerlerde illegal çalışmak zorunda kaldılar. Sendikal birlikler şeklinde kurulan ilk örgütlenme çalışmalarının üzerinden 100 yılı aşkın bir süre geçtikten sonra 1820 yılında yine İngiltere’de ilk yasal sendika kuruldu. Dünyada ve Türkiye’de işçi sınıfı mücadelesi ve sendikalar çeşitli aşamalardan geçerek bugüne kadar geldiler. Günümüzde ise, denilebilir ki, sendikalar tüm dünyada ciddi manada bir gerileme sürecine girmiştir. Sendika üyeliğinden istifalar Avrupa’da üst düzeydedir. Bu da sendikal hareketin, sadece mücadeleyi ekonomik ve sosyal bir düzeye indirgeyerek üye sendikacılığı yapmasından kaynaklanıyor. Avrupa’da durum bu iken, peki ya Türkiye? 

Türkiye’nin şu anda içinden geçtiği en karanlık günlerde “muhalif” bir güç olarak sesine en çok ihtiyaç duyulanlardan biri olması gereken sendikalar nerede? Hiç seslerini duyan var mı? Ya da bugün, bu ortamda sesleri çıkmıyorsa ne zaman ses çıkartmayı düşünüyorlar? İşçi sınıfı topyekûn yok olunca mı?

Emeğin en güçlü silahı nedir? Kapitalistlerin en çok korktuğu, kabuslarına giren silahı? Grevler’dir. Oysa günümüzde Türkiye’de grevler gittikçe düşük seviyelere inmiştir. İşçi sınıfının en etkin silahı etkisizleştirilmektedir. Ve bu etkisizleştirme de sendikaların liderliği aracılığıyla gerçekleştirilmektedir. Sendikalar bir avuç sendika bürokratı için zenginleşmenin ya da milletvekili adayı olmanın bir basamağı olmuştur. Ve işçilerin büyük bir çoğunluğu sendikalara güvenmemektedir. Bu yüzden de Türkiye’de grev ve sendika üyeliği yoğunluğu cumhuriyet tarihinin en düşük seviyelerinde seyretmektedir.

Tüm bunların sebebi ise; sendika bürokrasisi denilen yapılanmanın en başından beri işçilerin kendi başına düşünemeyeceği ve bu yüzden de onlara yol göstermek gerektiği düşüncesi üzerinden çalışmasıdır. Onlara göre işçiler yalnız hareket edemezler. İşçiler takip etmesi gerekenler, kendileri ise takip edilmesi gereken öncülerdir. 

Oysa işçiler de düşünür. 

Oysa işçiler de bilir. 

Oysa işçiler de yazar.

“Zetip’te köklü bir değişim ve dönüşümü hedef koyan bizler, öncelikle sağlam bir sınıf bilincine uluşmak, Anayasal haklarımızı ve çalışma hayatını düzenleyen yasalarla ilgili yoğun bir araştırma, teorik siyasi seminerler ve eğitim çalışmaları sürecine girdik. Nurali Kartal’ın öncülüğünde Sefaköy’de bulunan Devrimci Kimya iş Sendikası’na giderek başta TİB broşürleri olmak üzere, çalışma hayatını düzenleyen yasalar, sendikal hak ve özgürlükler ile ilgili yayınlar gibi basitten karmaşığa okumalar, tartışmalar yapıyorduk. Bir grup işçi ile başlayan bu çalışmalar, zamanla katılımın giderek artması ile özgücümüze olan güvenimiz daha da pekişmeye başlamıştı. Birbirini yüzeysel olarak sadece üretim süreci içerisinde tanıyan insanlar, artık farklı alanlarda bir araya gelebiliyor, ortak bir payda etrafında arkadaşlığın ötesinde dostça kaynaşmalar, paylaşmalar öne çıkmaya başlıyordu.” (Aktaran: Erdoğan Resimci, Sefaköy-Zetip Fabrikasi Direnişi)

Sendikalar her daim işçilere düşünenin kendileri olduğunu, işçilerin ise düşünenlerin aldığı kararları takip etmekle yükümlü olduğunu dayatmıştır. Sendika yönetiminde işçilerin karar alma mekanizmasına kesinlikle müdahaleleri olamaz. Aslında tüm bu işleyiş teması işçinin karar alma-verme hakkının ve işçinin düşünme özgürlüğünün gaspından başka bir şey değildir.

Üretenlerin doğrudan yönetime katılması gereken ilk yer olmalıdır sendika. Özgürlüğün ve demokrasinin olmadığı bir sendika, sadece meclisteki siyasi partilerin kumandası altında burjuva sınıfının çıkarlarına hizmet eder. O yüzden de bir muhalif olarak pek sesini çıkaramaz. 

Oysa sendikaların yeri meclis değil, fabrikalar ve sokaklardır. 

“Sefaköy’de devrimci hareket gelişirken, aynı zamanda işçi sınıfı ve sendikal hareketin de gelişmesine katkı sunmaya çalışıyordu. Zetip, Mintax, Kontraplak Fabrikası,Edip iplik, Konfor Yatak, Sancak Tül, Döküm Fabrikası, Güven Plastik gibi işletmelerde çalışan mahallelerden gelen işçilerle, her türlü devrimci faaliyet ve bilhassa grev örgütlemelerinde, devrimciler beraber yer alıyorlardı. Bu durum o dönemin pratiğinde devrimci hareketin de sendikal hareketin de gelişmesinde katkı sağlamıştı.” (Sefaköy Yılları, Mustafa Kumanova) 

Yaşadığımız çağ on yıllardır süren işçi sınıfı mücadelesinin kazançlarının ve tüm demokratik halk hareketlerinin servet sahiplerinin çıkarları uğruna erozyona uğratıldığı bir çağdır. Yaşadığımız dünya ekolojik yıkımın eşliğinde toplumu işçi sınıfı kimliği haricinde politik kimliklere bölme suretiyle devasa bir sermaye birikiminin gerçekleştiği bir dünyadır. Seçkinlerin çıkarları karşısında geri püskürtülen tüm sosyal hareketler ise zaman zaman başarılıymış gibi görünseler de sabun köpüğü gibi dağılmaktadır.

Halklara yutturulan ekonomik büyüme ve kemer sıkma gibi politikalar sadece işçi sınıfını disipline etmek ve seslerinin çıkmasının önüne geçmek için vardır. Tüm dünyada ücret artışını düşürmek rekabeti artırmanın bir yolu olarak hükümetler tarafından teşvik edilir. Sendikalar da bunu uygularlar. Aslında ekonomik kriz diye dayatılan şey, her on senede bir toplumsal servetin aşağıdan yukarıya, işçiden patrona veya fakirden zengine transferinden başka bir şey değildir. Ekonomik kriz denilen şey her on senede bir emekçi insanların ve insanlığın soyup soğana çevrilmesinden başka bir şey değildir. 

İşte böylesine karanlık bir ortamda, işçi sınıfının kalbi sayılan sendikalar nerededir?


Mustafa Kumanova – 19.08.2020

Tags:


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑