Röportajlar

Published on Ekim 2nd, 2020

0

“Sınıflar Mücadelesi Yaşayan Diyalektiktir” – Volkan Yaraşır


Sınıf içinde çalışma ve sınıftan öğrenme en ağır yenilgi koşullarında bile kendi külünden kendini yaratma gücü verir. Çünkü sınıflar mücadelesi yaşayan diyalektiktir.

Araştırmacı-yazar Volkan Yaraşır ile sürece ve emek mücadelesine ilişkin yaptığımız röportajı paylaşıyoruz:

Merhaba, röportaj isteğimize olumlu cevap verdiğiniz için teşekkürler.

Öncelikle sınıf hareketinin dünyadaki ve ülkemizdeki güncel durumunu nasıl görüyorsunuz kısaca değerlendirir misiniz?

Kapitalizmin 2007/2008 yapısal/sistemik krizi farklı evrelerden geçerek, durgunluk ve depresyon salınımları gösterip, derinleşerek sürüyor. Bir modellemeyle önümüzdeki çeyrek yüzyılı sınıflar mücadelesi açısından yüksek bir konjonktür ya da olağanüstü momentum olarak ele alabiliriz. Böylesi dönemlerde küresel düzeyde sınıfsal antagonizma şiddetlenir. Son 12 yıllık süreçte de bunun bir dizi pratiğini gördük.

Uluslararası işçi hareketi neo-liberal karşı-devrimci tahribatı ve yıkıcı etkilerini aşan pratikler yaratıyor. Son 40 yıllık süreçte tarihin en büyük proleterleşme dalgasını yaşadık. Ne var ki bu sürecin işçi sınıfının kompozisyonunun değişmesi, organik birliğinin dağılması, şekilsizleşmesi ve kronik örgütsüzlük gibi negatif etkileri oldu. İçine girdiğimiz konjonktür bu ablukanın dağıldığını gösteriyor.

2010- 2011 yılında Güney Avrupa’yı saran sınıf ve kitle hareketleri, özellikle Yunanistan’da aynı yıllarda gerçekleşen 70’e yakın sektörel grev, 30’a yakın genel grev, Hindistan’da 2016 yılından sonra gelişen tarihin en büyük grev dalgaları… Sadece 2020 başında yapılan genel greve 250 milyon işçi katıldı. Fransa’da önce Sarı Yeleklilerin eylem dalgası, 2019’da 1 milyon üzerinde işçinin katıldığı genel grev ve kitle gösterileri, Şili’yi saran genel grev dalgası son yıllarda öne çıkan görkemli işçi hareketleridir. Tarihin geri döndüğünü ve sınıf kavgasını gösteren bu pratikler, sınıfın küresel düzeyde arayışlarını ve şekillenme çabalarını ortaya koyuyor.

Küresel krizin depresyona dönüşme ihtimalinin arttığı ve sağlık krizinin derinleşme riskinin olduğu önümüzdeki dönem, dalgasal gelişmesi muhtemel yeni sınıf ve kitle hareketlerine gebe bir dönemdir.

Türkiye özeline gelirsek Türkiye’de de kriz sonrası önemli pratikler gerçekleşti. Gürşaş, Fen-İş gibi fabrika işgal eylemleri yanında, dar ölçekli de olsa Kazova fabrika işgali ve özyönetim pratiği, sınıfın yeni segmentinin toplumsal maddi güç olarak ortaya çıktığı Gezi Ayaklanması, bir kent ve havza grevi mahiyetindeki fiili metal grevleri sınıfın kriz koşullarında ayağa kalkışını gösteren son derece zengin ve sarsıcı eylemlerdi.

İşçi sınıfı aktüel olarak toplumsal muhalefetin en dinamik gücü olarak devrede. Gerçekleşen yaygın lokal eylemler, uzun soluklu direnişler bunun somut göstergelerdir. İşçi sınıfı krize, hak gasplarına, finans kapitalin çok boyutlu sınıfı kadavra haline getirme politikalarına karşı arayış içinde, sınıf tehlikenin farkında ve hızla örgütlenmeye ve güç biriktirmeye çalışıyor. Şimdilik lokal eylemler bozkırda yanan küçük ateşler gibi gözükse de bozkırın tutuşması bu küçük ateşlerle gerçekleşecek.

Pandeminin sınıf hareketinin gelişimi üzerindeki etkisi ne oldu?

Pandemi süreci en başta, sınıfın gerçekten yalnız bir sınıf olduğunu gösterdi. Sendikal yapıların bütün çürümüşlüğünü ortaya koydu. Siyasal öznelerin, çok azı dışında, sınıftan ne derece kopuk ve orta sınıf hareketine dönüştüğünü yaşayarak gördük. Ama aynı süreç sınıfın her bölüğüyle hayatın gerçek yaratıcısı olduğunu gösterdi. Sınıfın en marjinal, en alt kesimi olarak görülen bölüklerinin bile hayatın idame ettirilmesi açısından ne derece stratejik önemde olduğu ortaya çıktı. Aynı zamanda süreç kapitalizmin ne derece pespaye ve çürümüş bir sistem olduğunu bütün çıplaklığıyla ortaya koydu.

İşçi sınıfının bu söylediklerimizi refleksel olarak hissettiğini düşünüyorum. Bu nokta sınıf bilinci ve kimliğinin inşası açısından son derece önemlidir. Bugün bütün işyerlerinde pandemiye, ağır çalışma koşullarına, krizin sonuçlarına karşı sınıfsal öfke birikiyor. İşçi sınıfı öfkeli ama aynı zamanda tedirgin. En başta gelecek kaygısı taşıyor.

Bu noktada işçi sınıfının öfkesini şekillendirmek ve kristalize etmek gerekiyor. Bunu gerçekleştirecek siyasal özneler yoksa, yalnız kalan işçi sınıfı kendi otonomisine dayanarak önemli hamleler gerçekleştirebilir. Sınıf mücadelesi tarihinde bunun bir çok örneği yaşandı. Böylesi bir özel döneme girdiğimizi düşünüyorum. Önümüzdeki dönemde işyerlerinde spontane sınıfsal öfke patlamaları görürsek şaşırmayalım. Hatta “metal fırtınasına” benzer havza mobilizasyonları da olasılıklar içindedir. Mesela bu yön yani spontane ama şiddetli patlamalar Güney Kore işçi hareketinin karakteristik özelliğidir. Veya Rosa’nın ifadesiyle kapitalizmin sınıfı kuşatan zincirleri, sınıfın kendiliğinden (ayağa kalkışıyla) sarsılmaya başlayabilir.

Sendikaların, konfederasyonların vb sınıf hareketindeki rollerinin devam ettiğini, bu anlamıyla harekete olumlu bir katkıda bulunabileceklerini düşünüyor musunuz?

Sorunuz son derece kapsamlı… Kısa ve konsantre olarak açmam gerekirse; sendikal yapıların tarihsel rollerini tamamladığını ve giderek çürüyen ve fiili bir devlet organına dönüşen yapılar haline geldiğini söyleyebilirim.

2007-2008 kapitalizmin sistemik krizini bir momentum olarak ele alabiliriz. Bu olgunun iki boyutu var. Birincisi teorik, ikincisi ise sınıflar mücadelesinin momentleriyle ilgili. Teorik boyut şöyle açıklanabilir: İşçi sınıfı doğuşu itibariyle ve ontolojik olarak emek-gücü olmaya direnir. Ve sınıflar mücadelesinde aktif bir ögedir. Ya da sınıfsal antagonizmanın aktif bir ögesidir. Sınıfın emek gücü olmaya direnci olağanüstü yıkıcı bir öfkeyi açığa çıkarır. Makina kırıcıları, genel grev pratikleri, farklı sabotaj teknikleri, barikat savaşları bunun somut göstergeleridir.

Evet sendikalar da sınıf mücadelesi içinde ortaya çıkmış örgütlenmelerdir. Militan devrimci, komünist, anarşist kökenli işçi önderlerinin yarattığı bir örgütlenmedir. Fakat başından itibaren sistem ve devlet tarafından kontrol edilmek istenir. Ya da başka bir deyişle çatal ağzı gelişir. Özellikle II. Enternasyonal ve Sovyet Marksizminin sendikalara olağanüstü işlev yüklemesi, devrimci hareket üzerinde azımsanamayacak etki ve leke bırakmıştır.

Bu süreç tarihsel olarak işçi sınıfının emek-gücü olmaya “rıza gösterdiği” koşulların önünü açar. Ve sınıfın refleksleri de bu koşullara göre belirlenir. Yıkıcılık özelliği aşınır, sistem içileşir. II. Enternasyonal pratiği bunun somut göstergesidir. Süreç açık veya örtük işçi sınıfının ayrıcalıklı bir sınıf olma özelliğiyle koşut gelişir. Marx “Ücret, Fiyat, Kar”da sendikal çalışmayı her ne kadar sınıfın gerilla tarzı mücadelesine benzetse de sınırlarını net olarak belirtir. Rosa Luxemburg, SPD-sendikalar ilişkisini somut olarak yaşayan birisi olarak son derece mesafeli tavır alır. İrlanda’da ITGWU aracılığıyla James Connoly ezber bozucu (sendikal hareketle ulusal hareketi kaynaştıran ya da içeriğini farklılaştıran) deneyimler ortaya koyar. Örnekleri çoğaltabiliriz.

Sınıflar mücadelesi momentleriyle ilgili boyutu ise şöyle açabiliriz: Kapitalizmin yapısal krizine bağlı olarak ilginç bir devlet yapılanmasıyla karşı karşıyayız. Ben devletin bu yeni dönüşümüne total ya da kök devletleşme diyorum. Total devletin en karakteristik özelliği sivil toplum diye tanımlanan içinde sendikaların da yer aldığı kurum ve yapıları tam anlamıyla yutması ve kendine tabi yapılara dönüştürmesidir. Bu süreç yeni korporatizm olarak da tanımlanabilir. Althusser sendikaları vb yapıları devletin ideolojik aygıtları diye tanımlar.

Bu tanımlama bugün açısından yetersiz kalıyor. Sendikalar artık gerçek bir devlet organı olmasa da devlet organı gibi konumlanan ve hareket eden yapılara dönüşmüştür. Sınıfın içindeki bir nevi Truva atlarıdır. Benzer tanımlamayı Rosa Luxemburg çok erkenden yapar.

Yeni momentte dikkat çeken başka bir gelişme ise sınıfın bilfiil finans kapital tarafından örgütlenmesidir. Arjantin’de popülist lider Peron, işçi sınıfının bizzat burjuvazi tarafından örgütlenmesinin gerekliliğine vurgu yapar. “Gömleksizlerin” örgütlenmesi ve Eva Peron ilişkisi ilginçtir. Bugün gerçekten burjuvazi, sınıfı bizatihi örgütlüyor. Örneğin Koç grubu aktif bir biçimde devreye girmiş durumda. Birçok sendika ve konfederasyonun seçimlerini ve yönetimini belirliyor. Sınıfı iradesini kıracak ruhunu kadavra edecek politikaları sendikalarla birlikte hayata geçiriyor. Sendikal yapılar bu sürece tam tabi olmuş durumda ve yapılanları meşrulaştırma işlevi görüyor. İşin kötüsü bu durum herkes tarafından, siyasal özneler dahil, biliniyor. İşin içinde olan herkes her şeyin farkında. Ne var ki alanın bir dizi avantajından dolayı sessiz kalınıyor.

Trajediyi buralarda aramak gerekiyor. Bir ek de şöyle yapılabilir. Türkiye’de sendikalar benim tabirimle atipik bir işçi aristokrasinin örgütlendiği bir alana dönüşmüş durumda. Sosyal şovenizmden beslenen bu yapılar, devlet ideolojisini yeniden üretmesi yanında, sınıfın atomizasyonunu sağlayan, sınıfı bölen ve iç hiyerarşi yaratan yapılara dönüşmüş haldeler. Kısaca sendikalar gerçek bir devlet organı olmasa da fiilen bir devlet organı gibi hareket eden, sınıfın devrimci enerjisini boğan yapılara dönüşmüş durumdalar.

Özellikle Türkiye’de sınıf sendikacılığının içinin hem siyasi iktidar hem de burjuva reformist anlayışlar tarafından nasıl boşaltıldığını biliyoruz. Bunun önüne geçmek için sizce ne yapılmalı?

Evet vurgunuz bir dönemi açıklamak noktasında doğru. Fakat bence yeni dönemde sendikal yapılar, buna emek yanlısı olduğunu iddia edenleri de dahil ediyorum, yukarıda ifade etmeye çalıştığım sürecin o veya bu parçasını oluşturuyorlar. En başta yeni bir tarihsel dönemin içindeyiz. Bu derece çürümüş yapılarla bırakın sınıfın devrimci enerjisini açığa çıkarmayı, sınıfın asgari ölçüde kimlik ve bilincini dahi inşa edemezsiniz. Bu yapılar artık sınıfın önündeki engellere dönüşmüştür. Sınıfa ve sınıflar mücadelesinin zenginliğine inanmalı yeni ve yaratıcı emek örgütleri inşa etmeliyiz.

Aslında herkesin bu yapıların ne derece işlevsizleştiğini bilmesine ve yaşamasına rağmen hala bu yapılarda ısrar etmesi gerçekten düşündürücü. Bana biraz konformizm, biraz statükoculuk, biraz sistemin belirlediği alanda olmanın verdiği rahatlık, biraz da bu alanın sağladığı avantajların cazibesi olarak geliyor.

Bu alandan kurulan ve sınıfa addedilen meşruluk arayışının gerekçe gösterilmesini de hiç anlamıyorum. Sınıfın tek meşru yapısı, tek örgütlenme olanağı gibi sözlerin de hiçbir hükmü yok. Herkes, kanmak istediği sözü duymak istiyor galiba… Bu sınıf çalışmasını daraltmaktan başka mana taşımıyor. Sınıf mücadeleleri tarihinde sadece İspanya İç Savaşı’nda CNT/FAI deneyimine bakmak bile başka şeyler yapılabilir olduğunun göstergesidir.

Son süreçte yaygınlaşan ve giderek kendilerini daha çok hissettiren sınıfın kendi öz örgütlülükleri olan komite ve konsey deneyimlerine ilişkin düşünceniz nedir? Bunlar devrimci sınıf hareketinin geliştirilmesinde birer kaldıraç olabilirler mi?

İşyeri Komiteleri ya da Taban Örgütlenmeleri sınıfın öz örgütlenmeleridir. 2007-2008 sonrasında yaygınlaşması, her direniş ve eylemde kurulmaları tesadüf değil, sınıfın kolektif hafızasının ürünü ve işçi iradesinin somut biçim alışıdır. İşyerleri sermayenin emeği tahakküm altına aldığı ve yabancılaşmanın başladığı alanlar olmasına karşın aynı zamanda sınıfsal antagonizmanın en şiddetli yaşandığı alandır. George Thomson bu alanı toplumsal isyan merkezi olarak tanımlar. Bu bağlamda komiteler ya da taban örgütlemeleri sınıfın kolektif aklı, yüreği ve yumruğudur.

Bu üç olguyu birleştiren komiteler sınıfın karşı iradesini inşa eder. Sınıfın tarihsel özne olma rolü bu ve benzeri örgütlenmelerin birikimiyle gerçekleşir. İşyeri komiteleri aynı zamanda işçi demokrasinin somut biçim aldığı bir örgütlenmedir. Sınıfın kolektif iradesini yansıtır. İşyerlerinde sermayenin tahakkümüne karşı, karşı irade ya da karşı “iktidar” işlevi görür.

Komiteler veya taban örgütlenmeleri somut ihtiyaçlara göre biçimlenen, sınıflar mücadelesinin seyrine göre doğan, inşa olan, gelişen ve şekillenen yapılardır. Esnek, sınıfın bütününü kavrayacak özelliklere sahip ama sahici ve kolektif inisiyatifi yansıtan örgütlenmelerdir. Bence bugünün acil ihtiyacı, bu öz örgütlenmeleri yaygınlaştırmak ve kalıcılaştırmak olmalıdır. Bu öz örgütlenmelere dayanan fiili, militan emek odaklarını yaratmak sınıfın kolektif karşı duruşunu sağlayacaktır. Bu emek odakları işyeri komitelerinin havza ya da bölge bazında birliğini ve iradesini sağlayan üst örgütlenmeleri olabilir. Bu ağ bölgeler arası ya da kent düzeyine kadar geliştirilebilir.

2015 metal grevi süreci bir kent ve havza grevi olarak söylediklerimizin gerçekleşmesinin ne derece mümkün olduğunu göstermiştir. Dikkat edilecek temel noktalar profesyonelliğin ilkesel olarak reddi, sektör farkının gözetilmemesi, sınıfın işsizler dahil bütün katmanlarının katılımı, doğudan demokrasiyi esas almaktır. İşçi komitelerine dayanan, bütün işyerlerinde ya da alanlarda bir ağ şeklinde örgütlenen emek odaklarının, içine girdiğimiz dönemin temel örgütlenme biçimi olduğunu düşünüyorum.

Ayrıca bir şeyin altını çizmekte yarar var. Kriz ve pandemi koşulları işsiz işçi örgütlenmelerinin stratejik önemini artırmaktadır. Acil olarak işsiz işçilerin örgütlenmesine kafa yormamız gerekiyor. Ve farklı, esnek, kavrayıcı örgütlenme tipleriyle sınıfın bu organik parçasına hızla nüfuz etmeliyiz. Bolşeviklerin işsiz örgütlenmeleri ve Arjantin MTD-İşsiz İşçiler Hareketi bu işi başarabileceğimizi ortaya koyan deneyimlerdir.

Son bir alt çizme olsun, bugün çalışan her işçinin yarın işsiz kalacağını bilmeliyiz. Bu anlamda sınıfın işsizler dahil bütün kesimlerine yönelik politikalar geliştirmeliyiz. Bu perspektif sınıfın bağımsız, birleşik gücünü yaratma perspektifinin ürünüdür.

Sınıf hareketi ile sosyalist hareket arasında süregelen kopukluğu gidermek için sizce neler yapılmalı?

Sınıf hareketiyle sosyalist hareket arasında kopukluğun yapısal nedenleri var. Ağırlıkta küçük burjuva ve sol popülist çizginin hakim olduğu “sosyalist” hareket geçmişte ve bugün tabiatına uygun olarak sınıfla stratejik ilişki kuramadı ve stratejik olarak sınıfın içinde konumlanmadı. Bu sorun bir yanıyla teorik ve bir yanıyla pratik veya başka bir izahla programatik bir sorun.

Ben “sosyalist” hareketin konumlanışını toplumsal çelişkiler üzerinden belirlediğini düşünüyorum. Bu, özünde devlet ve halk arasındaki çelişkide konumlanma anlamına gelir. Bu çelişkinin de sınırı tırnak içinde demokrasidir. Yani yaşanan kapitalist bir transformasyon ya da burjuva demokratik bir düzenleme, bu çelişki üzerinde konumlanan akımların varlık koşullarını doğal olarak ortadan kaldırır.

Aslında 12 Eylül’de gerçekleşen budur. Evet 12 Eylül faşist bir darbedir ama aynı zamanda kapitalist yeniden yapılanmanın önünü açan bir süreçtir. Yani 12 Eylül’de “koca, koca” yapılanmaların hızla yenilmesi ve likidasyona uğraması bu anlatmaya çalıştığım bağlamda biraz da kaçınılmazdır. Siyasal konumlanma ve tercihler sonucunda yaşanan sadece bir örgütsel yenilgi değil, aynı zamanda ideolojik-teorik bir yenilgidir. Sol popülizmin ve küçük burjuva sosyalizminin sınırı bu kadardır. 12 Eylül üzerine bazı hareketlerin “liderleri”yle aktüel olarak yapılan röportajlar, söylediklerimizi doğruluyor. En başta gerçek muhasebenin hala yapılmadığını gösteriyor. Ardından ihtilalci ruhun ne derece aşındığını ve hiçbir düzeyde iktidar perspektifiyle hareket edilmediğini ortaya koyuyor.

Hareketlere hakim olan sol sinizm hala hükmünü sürdürüyor. Gramsci’nin 1920’de İtalya’da faşizmin iktidara gelmesiyle birlikte konsey hareketinin yenilgisi ve karşı-devrimin zaferi üzerine daha sıcak günlerde ilk yaptığı şey, Niçin Yenildik? sorusu sormak olmuştur. Gramsci, bu konuda son derece sert analizler yaptığı kapsamlı bir makaleyi kaleme aldı. Bu soru samimi ve sınıf duruşunu gösteren içeriktedir.

Devrimci komünist bir siyasal özne veya hareket kendi varlığını sınıfsal antagonizma üzerinden kurar. Bunun anlamı ve sınırı komünizmdir. Ve bu manada ontolojik olarak sınıf içinde konumlanır ya da yeniden inşa olur. Sınıf içinde çalışmak stratejik mahiyet taşır. Ve anti-kapitalist kopuşun ana eksenini oluşturur. Yani sınıflar mücadelesinin diyalektiği içinde varolma ve yeniden kuruluştur esas olan. Bu yol meşakkatli, uzun soluklu, hiçbir payesi olmayan, derviş ve şövalye ruhu gerektiren çabadır. Ve her şeyden önce ciddi bir teorik donanım, pratik cüret, mütevazılık, ısrar ve kararlılık gerektirir. Sınıf içinde çalışma ve sınıftan öğrenme en ağır yenilgi koşullarında bile kendi külünden kendini yaratma gücü verir. Çünkü sınıflar mücadelesi yaşayan diyalektiktir.

Anlatımlarınız için teşekkür ediyoruz.


Volkan Yaraşır – 01.10.2020 – Mücadele Birliği

Tags:


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑