Makaleler

Published on Kasım 1st, 2020

0

Sürgün’de yaşamak! (III) – Erdal Boyoğlu


Evet, neydi sürgün? Bazı sıkıntılardan kopup “refah”ın sıcak kollarına koşmak mı? Yoksa zoraki ve katlanması zor, ucu ucuna bir yaşam mı? Özlem mi, mutsuzluk ve yalnızlık mı?  Sürgün yeri geçici bir kimlik mi?  
İşte tüm bu aranılanlara yanıt ise, farklı toplumlarda ve farklı ortamda yaşamanın bir bedeli olmasıdır…

Sürgünde,  yaşadığımız farklılıkları, zorlukları, hasreti ruhlarımıza ve bedenlerimize kadar hissederiz. Bu duygu ve düşüncülerle de yaşamımıza devam ederiz.    

 20 yıl gibi bir süre, zorunlu olarak  sevdiklerimden  uzakta kaldım. İstanbul’u,  Divriği/Çamşık’ı, Cürek’i, Çetinkaya’yı, Güneş‘i  özlem ve hasretle andım hep.. Viyana sokakların da İstanbul’a benzeyen caddeler, sokaklar aradım.    

 Uykularımdan kan ter içinde uyanırdım. Düşlerimde kaldığım ev basılırdı, çatışmalara girerdim. Sokakta yürürken bile hep  panik olurdum, hele ki bir polis gördüğümde. Yaşadığım günlerin, duyduğum gerçek olayların o kadar etkisi altında kalmışım ki, Viyana’da olduğumu bile unutuyordum.   

Çiftehavuzlar’ın dayanışmasını, yoldaşça paylaşılan tuz ekmek sofrasını,  çamurunu, kedisini, köpeğini özlüyordum. 
 20 yıldır gidemediğim Çiftehavuzlar’daki çay bahçesinde, güler yüzlü insanlarla demli bir çay içmenin verdiği haz ve duyguyu, sürgün de ne verebilir ki insana, hüzün ve iç burukluğundan gayrı? Ne dindirebilir ki iç sıkıntımı, ezgiler kadar?    

 
Biliyor musunuz!  En çok ne özleniyor? İnsanların sabah kalkıp koştura koştura işe, öğrencilerin ise sabah okula gidişlerini..    

Tozkoparan ve Çiftehavuzlar’ın sokaklarında yürümenin hasretiyle, hatırladığım her söz sürgüne çığlık, düşlerime umut katardı,  özlem ve sevgi çoğaltırdı. Hele ki Çil yüzlüm aşkımı düşündükçe…    

İstanbul’da boğazı uzaktan ve şöyle bir köşesinden gören bir yerde, Sirkeci’de balık ekmek, çemeni bol birkaç dilim pastırma, baget arası dil ve kaşar peyniri yemek, Vefa’da Boza içmek, Sirkeci gar girişindeki yaşlı amcanın salebini içmek, minibüste yolculuk yapmayı düşleyerek yaşamak… ah ki ne ah! Bir ah çeksem karşıki düşler yıkılır.  
  

Mültecilik-sürgünlük zoraki ve katlanması zor bir yaşamdır. Sürgünle gelen “bol zamanlar”ın olumlu yanı ise, okumak için eskiden bulunamayan zamanı bahane edememek, sürgünde bol zaman bulabilmektir.    

Dil öğrenmek, bolca okuma ve araştırma yapmak, sanat ve kültür etkinliklerini takip etmek, bütün bunlar bir zamanlar farkına  bile varılmayan gereksinimlerdi.  Özlemlerini duymayı da… Bir şey daha öğrenmiştik, yeni ayrıntılara, yeni zamanlara alışmanın güçlüğünü..  
Sürgünlük, hepimize farklı  yaşam biçimleri dayatmıştı.  
“Anlamak, alışmak”… Alışılanlar yalnızca gündelik kayıplar değildi kuşkusuz.  
Bu sözler yalnızca bir özlemin değil, bu özlemin belki de tek ilacı “dönüş” için kararlılığın ifadeleridir.    

Derneklerin Görevi    

 
Dernekler, sürgünler için Anadolu’ya uzanan bir köprü gibiydi. Bir anlamda da ‘Dönüş günü’ için alıştırmalardı yaşananlar. 
Derneklerin; hem ülke meseleleri hem devrimci durum hem de gelen işçilerin  iş- ev bulmasına kadar görevleri vardı.  Hafta sonları dernekler dolup taşardı. Çünkü gidecek başka yerleri yoktu. Dil’de bilmiyorlardı.  Dolayısıyla dernek de dil bilenler hiç boş kalmıyordu.  Oturum işlerini  ve iltica işlemlerini yaptırmak için gelenlerin uğrak yeri derneklerdi. İltica başvurusu yapılamadan önce,  ifadelerin nasıl olmasına dair bilgiler dernek de konuşulurdu.   

 12 Eylül darbecilerinin yaptığı vahşet ve katliamlar, yakalanmalar ve tutuklanmalar derneklerde öğrenilirdi. Seminerler verilirdi.  Avrupa‘nın herhangi bir yerinde ki  göçmenlere yönelik saldırılar derneklerde  duyulurdu.  Gazete ve dergiler derneklere gelirdi.  Derneğin futbol takımı vardı,  santranç-tavla dernekte oynanırdı. Halkoyunları  kursları yapılırdı. Derneğin işlevi çok yönlüydü; saçlarını kestirmek ve yemek ihtiyacını gidermek isteyen derneklere gelirdi. Düğün, kına sünnet törenleri  dernek de  yapılırdı. Video‘dan filmler izlenirdi.  Dernekte tanışmalar arkadaşlıklar kurulur, evlilikler olurdu.  
 Sürgün ve Mülteci yaşamının özünü şu cümle özetliyordu: “Bütün farklılıklarımızla karşılıklı etkilenerek, birlikte olduğumuz toplumla uyum içinde yaşayarak geleceğe hazırlanmak.”   

 
Zamanı adımlayarak; içinde geçici olarak yasadığımız toplumun insanlarıyla kalıcı olabilecek dostluklar, yakınlıklar, siyasal gelişmelere ortak tavır takınmak,  ilişkiler  geliştirmek önemliydi.   

Yıllar geçtikçe vatandaşı olanlarımız, çeşitli devlet kademelerinde  akademisyenlerimiz, doktorumuz, avukatımız, öğretmenimiz,  profesörümüz oldu. İşyeri sahibi olanlarımız, evlenip çoluk çocuk sahibi derken torun sahibi olanlarımız oldu.    

Gözlerinizin önünde canlandırmak amacıyla yazdım. Unutulmasın, unutmasın yaşayanlar ve yaşananlar. Unutmasın gençler, bilsin ve öğrensin diye. 

Amsterdam‘da  Sürgün ve Göçmen Heykelleri Sergilendi 

İlk Türk Göçmen ya da Devrimin İsimsiz Kahramanları heykel sergisi 2018 23 Haziran’da Amsterdam’da sergilendi. Bu projeye sürgünde yaşayan bir devrimci olarak katıldım. Heykeltraş Suat Öğüt’e destek verdim. 23 Haziran’da açılışa gidemedim annemin rahatsızlığından dolayı. Ama 30 Eylül günü kapanışa gittim.  

Projeyi Suat Öğüt’ün yayımladığı bildiriden kısa bir alıntı.   

İlk Göçmen ya da isimsiz kahramanlar

İlk Türk Göçmen ya da Devrimin İsimsiz Kahramanları (bundan böyle: İTG ya da DİK) başlangıç noktası olarak 1960’larda Avusturya, Belçika, Danimarka, Fransa, Almanya, İsveç, İsviçre, Hollanda, İngiltere ve Türkiye arasında bugün misafir işçi olarak adlandırdığımız konu üzerine gerçekleştirilen pazarlıkları alır. 
İlk Türk Göçmen konusundaki bilindik tartışmalarda genellikle kendilerinden haberdar olunmayan bu İsimsiz Kahramanlar inançları uğruna mücadele etmeye devam ettiler ve adım adım değişimin yolunu açtılar. 
 
 
İTG ya da DİK, Türkiye’den politik idealleri sebebiyle göç etmiş, kendilerini yeniden tarif etme yolunda yeni düşünce şekilleri keşfetmiş ve bu mücadeleleri sebebiyle de Devrimin İsimsiz Kahramanları olarak anılmayı hak etmiş tüm ‘Türk Göçmenlere’ ithafen yapılmış bir canlı anıt olacaktır.” 
 Suat Öğüt  

Sürgün Edebiyatında ürünler üzerine , Ragıp Zarakolu şöyle diyor:

“Sürgün Edebiyatı”, Nazi döneminde, kendi ülkesini terk etmek zorunda kalan Alman yazarlarının yarattığı bir gelenek… Türkiye’de de güçlü bir sürgün edebiyatı geleneği var.

“Sürgün Edebiyatı”, Nazi döneminde, kendi ülkesini terketmek zorunda kalan Alman yazarlarının yarattığı bir gelenek. Almanya’da Brect’ten, Mann’lara, Zweig’dan Franz Werfel’e, Benjamin’den Arnim Wegner’e ve diğerlerine uzanan uzun bir isim listesi var. Türkiye’de de 12 Mart ve 12 Eylül faşist darbelerinden sonra bir çok yazar yurtdışına savrulduğu gibi, bir çok genç yazar da siyasal nedenlerle ülkeyi terk ettikten sonra yazma eylemine yurt dışında başladı.
Belge Yayınları, 1980’li yılların ortasından itibaren, cezaevindeki yazarlar yanında sürgünde yazan yazarlara da yayınları arasında yer vermeğe başladı. Son bir yıl içinde, Belge Viyana’da yaşayan Erdal Boyoğlu’nun “Ölümden Öte / Sol İçi Şiddeti Sorgulamak ve Aşmak”adlı kitabını yayınladı.  

Erdal Boyoğlu’nun hazırladığı “Ölümden Öte-Sol İçi Şiddeti Sorgulamak ve Aşmak” (278 sayfa) adlı kitapta ise sol içinde bir tabu olan iç çatışma deşilerek tartışmaya açılıyor. Kendi yaşadıklarından hareketle “Hatasız sol olmaz” diyen, ama “etik solun” peşini hiç bırakmayan Boyoğlu, suçlamak yerine iç çatışmanın köklerine iniyor. “Solun da bir etiğe sahip olması gerek” diyen kitap “Birbirini suçlamak ve mahkum etmek yerine, bu olgunun köklerine inmek gerektiğini” savunuyor. Kitapta Gülten Kaya, Levent Tüzel, Celal Başlangıç, Bülent Uluer, Eşber Yağmurdereli, Erdoğan Aydın, Ayşe Düzkan, Seyfi Öngider ve diğerleri ile yapılan röportajlar ilgiyle okunuyor.

 

Erdal Boyoğlu, Ölümden Öte / Sol İçi Şiddeti Sorgulamak ve Aşmak, 278 sayfa, Belge Y. 2010  

12 Eylül Darbecilerini yargılamak için Ankara’ya gidiş.  

 Radikal Gazetesinde  çıkan yazı: 

“Darbeden sonra İstanbul ’da aranmaya başladım. Öğrenciydim ve evime gidemiyordum. Günlerce inşaatlarda yattım. Babam kanser hastalığına yakalandı. Polis, hastaneyi ve evi sürekli izlediğinden kendisini ziyaret edemedim. Vefat ettiğinde cenazesine de katılamadım. Yurtdışına gitmek zorunda bırakıldım. Babamdan kalan miras hakkıma devlet 1987’de el koydu. Polis tarafından, ekip aracından çıkarılarak kurşuna dizilen ve daha sonra polisin ‘dur’ ihtarına uymadığı için öldürüldüğü söylenen İbrahim Özalp’le bir süre aynı evde saklandım. Daha sonra onlarca devrimci arkadaşımın öldüğü haberini gurbette aldım.”
Bu sözler Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya hakkında açılan ve ilk duruşması 4 Nisan’da gerçekleştirilen davayı izlemek için önceki gün Viyana’dan Ankara ’ya gelen Erdal Boyoğlu’na ait. Boyoğlu ve kendisi gibi darbe sonrasında ülkeyi terk etmek zorunda bırakıldıkları için yıllardır Avusturya’nın başkenti Viyana’da sürgün hayatı yaşayan 12 kişi, 12 Eylül Davası’na müdahil olmak için TC Viyana Başkonsolosluğu’na dilekçe verdi.
12 Eylül döneminin ardından yurttaşlıktan çıkarılan 13 kişinin müdahillik talepleri, Viyana Başkonsolosu İbrahim Yağlı tarafından davanın görüldüğü Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesi’ne iletildi.
Mahkemeye sunulan dilekçelerde, “Üzerinden 33 yıl geçen darbe sürecini bizzat yaşamış ve bu süreçten zarar görmüş kişiler olarak gerçeklerin ortaya çıkarılması için davaya katılmamız son derece önemlidir” ifadelerine yer verildi.

Hepsinin sağlığı bozuldu

12 Eylül döneminde kimi sanatçı, kimi gazeteci, kimiyse öğrenci olan 13 kişinin darbe sürecinde yaşadıkları ve tanıklık ettikleri olayları anlattığı dilekçelerde şu ayrıntılar dikkat çekiyor:
Bahar Bozkurt: “Lise son sınıftayken, 16 yaşında gözaltına alındım. Bir yıla yakın cezaevinde kaldım. Çıktığımda okuma ve tedavi olma hakkım elimden alınmıştı. Bu yüzden yurtdışına çıkmak zorunda kaldım. Bir ay psikiyatri hastanesinde kaldım. Halen tedavi görmekteydim.”
Turgut: “Darbeden sonra Mersin’de gözaltına alındım. 90 günü aşkın gözaltında tutuldum. Çeşitli usullerde işkencelere maruz bırakıldım. 1981-1983 yılları arasında hapiste kaldım. Gözaltında bulunduğum süre içinde uğradığım manevi ve fiziki işkencelerden dolayı sağlığım bozuldu. Viyana AKH Hastanesi bana paranoyak ve şizofreni teşhisi koydu. Çalışamaz durumundan dolayı erken emekli oldum.”
Ozan Emekçi: “32 yıldır ülkemden uzakta sürgün hayatı yaşıyorum. Maraş Katliamı’nda babamı ve 16 yakınımı kaybettim. 12 Eylül darbesinden üç ay sonra gayri resmi yollarla ülkeyi terk ettim. Gurbet ellerde hâlâ memleket hasreti çeken yasaklı bir halk ozanıyım. Bütün çektiklerimizden sorumlu olan cuntacılardan nihayet hesap sormak için davaya müdahil olmak istiyorum.”

Dava için Viyana’dan Ankara’ya geldi

Öte yandan Viyana 78’liler Derneği Başkanı Erdal Boyoğlu 12 Eylül davasını izlemek için 4 Nisan’da Ankara’ya geldi. Her gün davanın görüldüğü Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesi’ne giden Boyoğlu, “ Türkiye ’de 12 Eylül rejimine karşı yıllardan beri yapılan her ne varsa onların içinde yer alma konusunda kendimi sorumlu hissediyorum. Bunun için buradayım” diye konuştu.
12 Eylül darbesinin ardından resmi kayıtlara göre 14 bin kişi vatandaşlıktan çıkarıldı. 30 bin kişi ise siyasi mülteci olarak yurtdışına gitmişti.  

Son bölümünde, Yurt dışında siyasi ayrılıklar, sol içi öldürmeler, ilk sürgünler,, sürgünde yitirdiklerimiz, 12 Eylül sürgünleri kimler geldi keimler geçti

Yazının son bölümü 4 Kasım Çarşamba günü yayımlanacak….


Erdal Boyoğlu – 01.11.2020


Serinin üçüncü bölümünü 1 kasım Pazar günü, üçüncü bölümünü de 1 Kasım Pazar günü yayımlayacağız…

Birinci ve ikinci bölüm için tıklayın:
https://www.avrupademokrat3.com/surgun-gocmen-ellerde-sanat-ve-medya-i-erdal-boyoglu/

https://www.avrupademokrat3.com/surgunde-medya-emekcileri-ve-akademisyenler-ii-erdal-boyoglu/

Tags: , ,


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑