Makaleler

Published on Temmuz 31st, 2021

0

Takiyecilerin yeni bir yüzsüzlüğü! | Doğan Özgüden


Darbe karşıtı filmler haftasında Costa-Gavras’ın ünlü filmi Missing gösterilerek göz boyanırken Türkiye darbelerini işleyen gerçekçi filmler nasıl yok sayıldı?

Temelleri daha 50’lerde Eisenhower Doktrini ile atılıp 60’lı yıllarda Demirel iktidarı tarafından ilk kadroları oluşturulan, 1971 darbesinden sonra Ecevit tarafından iktidar ortağı yapılıp 80’li ve 90’lı yıllarda darbeci Evren Cuntası ve onu izleyen koalisyon hükümetlerinin döşediği kırmızı halıyı arşınlayarak 2002’de mutlak iktidar olan islamcı faşizmin bitip tükenmez takiyeleri cümlenin malumu…

İşte 2016 çakma darbe girişiminin beşinci yıldönümünü anma bahanesiyle sahnelenen yeni bir takiye şaheseri… İslamo-faşist rejimi beyaz perdede ve bilgisayar ekranlarında kutsamak için 12-18 Temmuz 2021 tarihleri arasında İstanbul’da Turizm Bakanlığı, TRT ve Sinema Genel Müdürlüğü’nün desteğiyle 15 Temmuz Derneği tarafından “On5sıfır7” adlı bir film haftası düzenlenmiş… 

Hafta boyunca Malezya, Pakistan, Azerbaycan, Bosna, Filistin, Libya, Mısır, Cezayir, Nijerya, ABD, Arjantin ve Mısır’dan seçilmiş 17 film gösterilirken, Türkiye’de yaşanmış 1971 ve 1980 faşist askeri darbeleri üzerine gerçekleştirilmiş onlarca belgeselden ve filmden hiçbirine programda yer verilmemiş.

Buna karşılık, dostlar alışverişte görsün misali, Costa-Gavras’ın 1973 Şili darbesini işleyen ünlü filmi Missing İstanbul Sinema Müzesi’nde ve Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde iki kez gösterime sokulmuş.

İyi de, Costa-Gavras’ın bu filmi 1982 Cannes Film Festivali’nde Yılmaz Güney-Şerif Gören ikilisinin gerçekleştirdiği Yol filmiyle birlikte Altın Palmiye Ödülü’nü alan film değil mi?

Ve de Yılmaz Güney, sadece uluslararası ün sahibi bir film yönetmeni değil, aynı zamanda Türkiye’deki 1971 ve 1980 darbelerinin hedefi olmuş, yıllarca zindanlarda yatırılmış, 12 Eylül’den sonra sürgüne çıkmak zorunda kaldığında, Türk vatandaşlığından çıkartılmış, o da yetmezmiş gibi, 9 Eylül 1984’te Paris’te yaşama göz yumuncaya kadar Türk Devleti tarafından Fransa ve Yunanistan’a art arda ültimatom verilerek tekrar zindana atılmak üzere Türkiye’ye iadesi istenmiş bir demokrasi mücadelecisi değil mi?

Benim yaşıtım olan Yılmaz Güney hapishane zulmünü sadece 1971 ve 1980 darbelerinin ardından değil, gençlik yıllarımızda, 60’lı yılların başında da yaşamıştır. 

1959 yılında Atıf Yılmaz’ın yönettiği Alageyik adlı filmde başrol oynayarak adını sinema dünyasına duyuran Güney, sanat ve edebiyat dergilerine yazdığı gerçekçi öykülerle de isim yapmıştı. Ancak bir öyküsünde “komünizm propagandası” yaptığı gerekçesiyle tutuklanıp bir buçuk yıl hapse mahkum olmuş, ardından da Konya’ya sürgün edilmişti. Bu nedenledir ki, Türkiye İşçi Partisi’nin sol aydınların da katılımıyla hızlı bir örgütlenme sürecine girdiği günlerde bu çalışmalara katılamamıştı. 

Yılmaz Güney sürgününü tamamladıktan sonra Yeşil Çam’a bir kasırga gibi dönmüştü. Yönetmenliğini ya da baş oyunculuğunu yaptığı filmlerinin ana teması kabadayılıktı, bu nedenle kısa zamanda “Çirkin Kral” olarak ünlenmişti. Ama Yılmaz’ı Türk sinemasında bir efsane haline getiren hiç kuşkusuz kendisine 1969 yılında 2. Altın Koza Film Festivali’nde ve Grenoble’da büyük ödül kazandıran Umut filmi oldu.

Umut, 1971 Darbesi’nden sonra sürgünde cuntaya karşı kampanya yürütürken bizim de umudumuz oldu. Direniş toplantılarında siyasal analizlerin ve insan hakları ihlallerinin belgelenmesi dışında Türkiye kültüründen de görsel örnekler vermek gerekiyordu. Büyük bir şans eseri Umut’un bir kopyası Avrupa’ya ulaştırılmıştı… Brüksel, Amsterdam, Paris gecelerinde Umut Avrupalı katılımcılardan da büyük övgü aldı.

Ne ki, Umut Avrupa’da gösterilirken filmin yapımcısı Yılmaz Güney Türkiye’de THKP-C üyelerini sakladığı gerekçesiyle 2 yıl hapse ve sürgüne mahkûm edilecek, diğer siyasal tutuklular gibi onun için de yurt dışında özel dayanışma kampanyaları örgütleyecektik.

Yılmaz’ın Türkiye kaynaklı sürgün kafilelerine katılımı ise 1981’e rastlar.

12 Ocak 1981’de Bulgaristan’dan Brüksel’e gelmiş olan Behice Boran’la bazı belgeler üzerinde çalışırken Belçika’nın Fransızca Radyosu RTB’den telefon ederek o sırada hapiste bulunan Yılmaz Güney’in Sürü filminin, Belçika Sinema Eleştirmenleri Birliği’nin büyük ödülüne layık görüldüğü bildirilmişti. Türkiyeli muhalif gazeteci olarak hemen saat 13’teki haber programına çıkarak Türkiye’de başta Yılmaz Güney olmak üzere ilerici, demokrat aydınlara yapılan baskılara Belçika kamuoyunun dikkatini çekmiştim.

Belçika Sinema Eleştirmenleri Birliği, ödül törenine Yılmaz Güney şahsen katılamayacağına göre, onun yerine bir başkasını önermemi istemişti. Filmin baş kadın oyuncusu Melike Demirağ eşi Şanar Yurdatapan ve kızı Zeynep’le birlikte Almanya’da sürgündeydi. Ödül Yılmaz Güney adına Melike’ye verilmişti.

Yılmaz’ın Ekim 1981’de İsparta Yarı Açık Cezaevinden izinli olarak çıktığı sırada yurtdışına kaçmayı başarması biz siyasal sürgünler için moral verici ve mücadelemizi güçlendirici büyük bir olay oldu.

Ama daha da önemlisi Yılmaz Güney’in Yol filminin 20 Mayıs 1982’de, Cannes Film Festivali’nde Costa Gavras’ın Missing’iyle birlikte altın palmiye ödülünü paylaşmasıydı. 

Yol’un bir sekansında Kürdistan kelimesinin yer almaş, yıllardır binbir güçlükle dünya kamuoyuna seslerini duyurma mücadelesi veren Kürt dostlarımız için de büyük bir zafer, Türk lobisine ise büyük bir darbeydi… Ne ki, Yılmaz Güney’in bu uluslararası başarısından dolayı Türk Devleti’nden aldığı ödül ise bir süre sonra bizler gibi onun da Türk vatandaşlığından atılması oldu.

Sağlık durumu günden güne kötüye giden Yılmaz’ı, büyük zorluklarla gerçekleştirdiği Duvar’ın vizyona girmesinden bir süre sonra 9 Eylül 1984’te Paris’te yitirdik, halen komüncüler mezarlığı olan Père Lachaise’de yatıyor.

Ömrünün acılar içinde geçen son günlerinde de Yılmaz demokrasi ve sosyalizm için, halkların özgürlüğü için mücadeleyi asla bırakmamıştı. Paris’te ardı arkası kesilmez direniş gecelerinin en güçlü hatibiydi… En son 1984’ün Newroz‘unda yaptığı son konuşmayı anımsıyorum. Kürt özgürlük savaşının ergeç zafere ulaşacağını tüm dünyaya haykırıyordu:

“Ezilen sınıfların kardeşliği en güçlü silahlarımızdan biridir. Dost ve düşman herkes bilsin ki kazanacağız…Mutlaka kazanacağız…Bir köle olarak yaşamaktansa bir özgürlük savaşçısı olarak ölmek daha iyidir… Yaşasın Kürt-Türk, Acem ve Arap halklarının kardeşliği ve dayanışması…”

Yılmaz’ın çilesi yaşama veda ettikten sonra da bitmedi.  

Altın Palmiye’den 35 yıl sonra Yılmaz Güney’in Yol filmi,  2017 yılındaki Cannes Film Festivali’nde yeniden gösterildi, ama bu kez açıkça sansüre tabi tutularak. Evet, Kürdistan kelimesi kesilip atılarak…

Yol’un sansürlenmesi üzerine Cannes Film Festivali yönetimine derhal şu mesajı göndermiştim:

“Baskıcı Türk Devleti’nin kurbanı olan yurttaşımız Yılmaz Güney’in YOL filmini tekrar gösterdiğiniz için müteşekkiriz. Ancak Cannes’da ödüllendirilmiş bulunan bu olağanüstü filmin bu defaki gösteriminde 35 yıl önce gösterilen orijinaline göre birçok değişikliklere uğratıldığını ve bir bölümünde Kürdistan kelimesinin yok ediliğini öğrenmiş bulunuyoruz. Bu sadece sürgünde yaşama veda eden büyük sinema ustamıza değil, aynı zamanda onyıllardır ulusal kimliğinin, kültürünün, sivil ve siyasal haklarının tanınması için mücadele yürüten Kürt halkına karşı büyük saygısızlıktır. Festival yönetimini derhal bu konuda bir açıklama yapmaya davet ediyorum.”

Ne yazık ki bu mesajıma bir yanıt gelmediği gibi “evrenselleştirilmiş” sansür karşısında, Kürt haber siteleri dışında Türkiye medyasından Cannes Film Festivali yönetimine herhangi bir tepki gösterildiğini duymadım. 

Çakma darbe girişiminin 5. yıldönümünde “darbe bezirganlığı” yapanların hadleri olmayarak Missing filmini gösterime sokarak adına saygısızlık ettikleri Costa-Gavras da, sadece bu filmiyle değil, daha önce gerçekleştirdiği OlümsüZ ve Sıkıyönetim filmleriyle faşist güçlerin komplo ve cinayetlerini, anti-faşist güçlerin bunlara karşı mücadelelerini ustalıkla ortaya koymuş olan büyük bir film ustasıdır.

Yunan kökenli bir Fransız vatandaşı olan Costa-Gavras’ın 1969’da gerçekleştirdiği ÖlümsüZ, Yunanistan’daki derin devletin 1963 yılında solcu liderlerden Grigoris Lambrakis’i katletmesi olayını büyük bir ustalıkla ortaya koyuyordu.

O cinayetten dört yıl sonra da Yunanistan’da faşist albaylar darbe yaparak yönetime el koyacaktı. Bunun üzerine Ant Yayınları dizisinde Konstantin Çukalas’ın darbenin nasıl hazırlandığını, hangi amaçlarla gerçekleştirildiğini ve sonuçlarını açıklayan Yunanistan Dosyası adlı kitabını yayınlamıştık, ama Türkiye’de ırkçı ve islamcı çetelerin devrimci gençleri ve işçileri arka arkaya katlettiği dönemde bu filmi görmek mümkün olmamıştı.

OlümsüZ’ü ancak 12 Mart darbesinin ardından sürgünde izleyebilmiştik. 

Costa-Gavras’ın bir diğer başyapıtı, 1973’ta gerçekleştirdiği, Uruguay’da Tupamaros gerillalarının ABD emperyalizmine ve yerli işbirlikçilerine karşı mücadelesini yansıtan Sıkıyönetim filmi oldu. 

Bu film, hem içeriği ve mesajı açısından, hem de sürgünümüzün başlarında Paris’te kaçak kalırken tanıştığımız, mücadelemizde büyük dostluk ve dayanışmasını gördüğümüz Uruguay’lı dostlarımızın ülkelerindeki mücadeleyi yansıtması açısından bizi son derece duygulandırmıştı.

15-16 Haziran direnişinden sonra ordunun ve Türk-İslam’cı çevrelerin saldırıları yoğunlaşırken, Ant Dergisi’nin Aralık 1970 tarihli sayısında Vietnam Devrimi’nin lideri Ho Şi Minh’in “Son Mesaj”ı ile birlikte Uruguay’daki Tupamaros’ların Küba gazetesi Granma’da yayınlanan ayrıntılı bir söyleşisini vermiştik.

Paris’te 1972 yılında Demokratik Direniş Hareketi’ni örgütlerken devrimci çevrelerle ilişki kurmamızda büyük yardımı olanlardan birisi de, Tupamaros’ların efsanevi liderlerinden Raul Sendic’in kardeşi sendikacı Alberto Sendic’ti. 

İngilizce Türkiye Dosyası’nı yayınladıktan sonra bir gün Alberto ile görüşürken, Raul Sendic’in bir çatışmada kurşunlanarak yakalandığı haberi gelmişti. Üzücü bir gündü… 

Yakalanan yoldaşları gibi Raul Sendic de tam 13 yıl sürekli işkence görecek, zindandan zindana nakledilecek, nihayet 1985 Mart’ında çıkan bir genel afla özgürlüğüne kavuşabilecekti.

Gördüğü işkencelerden ve kötü muameleden dolayı sağlık durumu iyice bozulmuş olan Raul Sendic ömrünün son yıllarını Paris’te kardeşi Alberto’nun yanında geçirdikten sonra 28 Nisan 1989’da vefat edecek, cenazesi Uruguay’a götürülerek büyük bir kitlenin katıldığı törenle Montevideo’da toprağa verilecekti. Dostumuz Alberto Sendic ise 2009’da yaşama gözlerini yumacaktı.

Sendic’lerin mücadelesini Raul’un oğlu Raul Fernando Sendic legal planda sürdürerek 2015 yılındaki seçimlerde solun desteğiyle Uruguay Cumhurbaşkanı Yardımcısı seçilecekti.

Sendic kardeşlerin vefatından sonra sürgün yaşamımız beni ve İnci’yi Brüksel’de tamamen sıhhi sorunlarımız yüzünden bir başka Uruguay’lıyla karşılaştırdı: Sindirim sistemi uzmanı Dr. Julio César Otero.

Sadece en güvendiğimiz hekimlerimizden biri değil, aynı zamanda 60’lı ve 70’li yılların anti-faşist mücadelesinin iki farklı kıtadaki anılarını paylaştığımız Otero da tıpkı Raul Sendic gibi 30 Mayıs 1972’de Uruguay faşist yönetimi tarafından Tupamaros operasyonunda tutuklanmış, tam sekiz yıl zindanda yattıktan sonra serbest bırakılınca Belçika’ya siyasal sürgün gelerek kısa zamanda Belçika’nın en seçkin hekimlerinden biri olmuş bulunuyordu.

Sadece Otero mu? 1980 darbesinden sonra Sofya’da tedavi görürken Brüksel’e davet ettiğimiz, ömrünün son yıllarını bu kentte geçirmiş bulunan TİP Genel Başkanı Behice Boran’ın sağlık kontrolünü de, o sırada Belçika’daki Şili’li siyasal sürgünler arasında bulunan Başkan Allende’nin özel doktoru, kalb mütehassısı Gaston Simon üstlenmişti.

Costa-Gavras’ın ÖlümsüZ ve Sıkıyönetim gibi büyük yankı yapan, bu nedenle de 1982 Cannes Film Festivali’nde Yılmaz Güney’in Yol’u ile birlikte Altın Palmiye ödülüne layık görülen bir başka büyük yapıtı hiç kuşkusuz 1973 Şili darbesini anlatan Missing filmiydi.

Bu filmi bugün tam bir ikiyüzlülükle çakma 2016 darbe girişiminin yıldönümünde gösterilen Costa-Gavras da 2013 yılında AKP diktasının İstanbul’da kültür karşıtı bir saldırısının bizzat tanığı olarak Tayyip Erdoğan’a protesto mesajı yollamıştı.

Tarihi Emek Sineması’nın yerine Grand Pera inşa edilmek üzere yıkılmasını protesto etmek için 8 Nisan 2013’te Türkiye’den ve yabancı basından gazeteciler, sivil toplum kuruluşu temsilcileri, sinema sanatçıları “Emek Bizim, İstanbul Bizim” sloganlarıyla yürüyüş yaptıklarında başlarında Costa-Gavras da vardı. Sinemanın bulunduğu sokak bir çevik kuvvet ekibi tarafından kapatıldığı için İstiklal Caddesi’nde bir sandalye üzerinden protesto konuşması yapanların ilki de Costa-Gavras’tı…

Takiyeci Tayyip’in devr-i iktidarında 19 yıldır ne yüzsüzlükler ve de ikiyüzlülükler yaşanmadı ki!

Güdümlü ve göz boyayıcı “darbe karşıtı filmler” festivalinde Türkiye’li film yapımcılarının gerçekçi tüm darbe karşıtı filmleri hasıraltı edilirken, 8 yıl önce İstanbul’da çevik kuvvet zulmüne maruz bırakılan Costa-Gavras’ın bir başyapıtının böylesine yüzsüzce istismar edilmesine neden şaşmalı?


Doğan Özgüden – Artı Gerçek – 31.07.2021

Tags:


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑