Makaleler

Published on Ocak 21st, 2021

0

Tayyip hariciyesinin varyasyonları – Doğan Özgüden


Çavuşoğlu Brüksel’de AB’ye mavi boncuk dağıtma operasyonunda… Putin zaten Tayyip ikizi… ABD’deki Joe Biden da çok geçmeden hizaya getirilir.

14 yıldır Ocak ayının 19’unda hep aynı acı… Dostumuz, meslektaşımız, kavga arkadaşımız Hrant Dink’in Türk ırkçılığının görevlendirdiği bir tetikçi tarafından katledildiği gün… Bilgisayar ekranından İstanbul’daki anma törenini izliyorum, içim isyan dolu, gözlerim nemli… Sadece Hrant’ın değil, iki soykırım yaşamış Ermeni ulusunun acı ve isyanını en etkin şekilde dile getiren bir duduk dinletisinin ardından sevgili Rakel Dink’in vakur bir ifadeyle devleti yargılayan etkin konuşmasını dinliyorum.

Sürgünde olduğumuz için kendisiyle yedi yıl önce kardeşi Mihail’le birlikte Güneş Atölyeleri’ne yaptığı ziyarette tanışabildiğimiz, acı ve mücadele dolu yaşamını iki yıl önce yine bu sayfada ayrıntılı olarak yazdığım Varto’lu Rakel dün haklı olarak soruyor: “Bir kılıç artığı torunu olarak, yüzyıldır yaşadığımız acıları inkar etmeleri, yalanlamaları yetmedi bir de ‘sözde soykırım’ diyerek, yalanlarına tüy diktiler. Birilerini acıtıyor muyuz, incitiyor muyuz diye hiç düşündünüz mü? Ermeni’ye sonu gelmeyen düşmanlığınız, hakaretleriniz, aşağılamalarınız, kininiz, öfkeniz gerçekten artık yoruyor. Siz hiç yorulmadınız mı?”

Hayır, hiç yorulmadılar… Onlar değil mi, daha iki ay önce, hem de Meclis’te HDP dışındaki tüm partilerin desteğiyle orduyu, İHA’ları, SİHA’ları ve kiralık İslamcı teröristleri seferber ederek Yukarı Karabağ’ın “İki devlet, tek millet” Azerbeycan tarafından işgaline destek verenler… O da yetmezmiş gibi, Baku’daki zafer kutlamaları yapılırken Ermenistan’a karşı yeni soykırım tehditleri savuranlar?

Ardından, Başak Demirtaş’ı dinliyorum… Sadece Kürt halkının değil, Türkiye’nin tüm insanlarının hak ve özgürlüğü uğrunda mücadele verdiği için yıllardır zindan zulmü çektirilen HDP lideri Selahattin Demirtaş’ın sadece eşi değil, aynı zamanda ödün vermez bir kavga arkadaşı olduğunu defalarca kanıtlamış olan Amed’li Başak, tüm kadınlar adına konuşuyor:

“Yılmak yok. Biz de tıpkı sevgili Hrant’ın yaptığı gibi, intikam duygularına teslim olmadan akılla, sabırla, sevgiyle ama ille de dirençle sarılacağız umuda. Bu kadar kaotik ve karmaşık görünen durumdan kurtulmak aslında çok da basit. Yapmamız gereken tek şey bir araya gelmektir. Demokrasi için yan yana durmaktır. Biz kadınlar bunun için öncülük yapabilecek güce, inanca ve cesarete sahibiz.” 

Mücadele ve barışın sözcüsü iki kadının, Varto’lu Rakel ile Amed’li Başak’ın konuşmalarını, kararlı meydan okuyuşlarını, üstelik 3 bin kilometre uzakta, kendi seslerinden duyabilmek, sürgünümüzün 50 inci yılında ve ömrümüzün sonbaharında İnci için de, benim için de büyük yaşam sevinci…

Bu kıvancı yaşarken yine 3 bin kilometre uzaktan gelen bir başka haber ikimizi de sarsıyor. İstanbul’daki gençlik yıllarımızda dostluğunu paylaştığımız, sürgünde de direniş mücadelemize büyük katkıda bulunmuş olan sosyolog Nur Vergin, 80 yaşında, İstanbul’da yalnız yaşadığı evinde hayata veda etmişti. Nur’un ölmüş olduğu ancak iki gün sonra kapısı kırılıp içeri girilince fark edilebilmişti.

Hariciyeci bir ailenin kızı olan Nur’la Türkiye’de de, sürgünde de siyasal görüşlerimiz hep farklıydı. Ana dili dışında başta Fransızca ve İngilizce olmak üzere çeşitli Avrupa dillerini çok iyi kullanan, büyük kültürel zenginliği olan Nur’la, aramızdaki görüş farklılığına rağmen, her konu da saatlerce derinlemesine tartışabiliyorduk. 

60’lı yıllarda biz Akşam gazetesini ve Ant dergisini yönetirken de ilişki sürdürmekten çekinmemişti. Bir defasında dönemin önde gelen diplomatlarından biri olan, Türkiye’nin Madrid ve Paris büyükelçiliklerinde bulunan üvey babası Nureddin Vergin ve annesi Müşerref Hanım’la birlikte bizi ziyarete gelmişlerdi. Türkiye İşçi Partisi’nin 15 milletvekiliyle parlamentoya girdiği, siyasal gündemie damgasını vurduğu günlerdi. Nureddin Vergin bir hariciyeci olarak bizim ABD emperyalizmine karşı tutumumuz üzerine tartışırken Nur’un annesi “Komünistler iktidara geldiğinde bizi kesmeyecekler, değil mi?” diye takılmaktan kendini alamamıştı.

Ant’ı yayınlamaya başladığımız günlerde Nur, dönemin ünlü sinema aktörlerinden Fikret Hakan’la beraberdi, büromuzun bulunduğu ünlü Tan Hanı’na her gelişleri, Tan matbaasının ve handa bulunan tüm işyerlerinin çalışanları açısından büyük olay olurdu.

Nur’la 12 Mart 1971 darbesinden sonra Demokratik Direniş örgütlenmesini yürütmek üzere illegal olarak bulunduğumuz Paris’te tekrar karşılaştık. 

Kaçak olmamıza rağmen Paris’te bize moral destek veren dostlarımızdan biri Baba Marten’di… İspanya İçsavaşı’nda Cumhuriyetçilerin safında çarpışmış olan eski tüfeklerdendi. 60’lı yıllarda Güneş ve Barbro Karabuda’nın konuğu olarak Türkiye’ye geldiğinde tanışmıştık. Asıl adı Martinez olan olan Baba Marten’in çocukluğu İstanbul’da geçtiği için Türkiye’ye özel bir ilgisi vardı. Kaçak olduğumuz ve sabit bir adresimiz bulunmadığı için hem diğer ülkelerle, hem de Türkiye ile yazışmalarımız için Baba Marten’in Rue de Seine’deki evini adres göstermiştik. Hemen her gün uğrayıp mektuplarımızı alıyorduk.

Bir akşam postamızı almış Baba Marten’den dönerken, İnci sigara satınalmak için aynı sokaktaki bir büfeye daldığında sevinç çığlığı atmıştı. Sorbonne Üniversitesi’nde eğitim görürken aynızamanda Fransız Radyo ve Televizyon Kurumu (ORTF)’de çalışan Nur, 12 Mart darbesinin ertesinde Le Monde gazetesinde benim idam talebiyle yargılanmak üzere arandığımı okumuş olduğu için ikimizin de hayatta olduğunu görünce son derece sevinmişti.

Bir kahve köşesinde kısa bir sohbetten sonra bizim cuntaya karşı yurt dışında kampanya yürütmek için Türkiye’den ayrıldığımızı öğrenince, siyasal düşüncelerimizi paylaşmasa bile cunta rejimine karşı mücadelemizde, özellikle Fransızcaya çeviri konusunda yardımcı olmayı kendisi önerdi. 

Tam da o günlerde Türkiye’de işçi sınıfına ve sendikalara yapılan baskılar konusunda Fransa’nın iki büyük sendikası CGT ve CFDT’ye iletilmek üzere ayrıntılı bir rapor yazmıştım. Çevirisini birçok yabancı dili ana dili gibi bilen Nur kısa zamanda gerçekleştirdi. Hiç unutmuyorum, raporu götürdüğümde CGT Uluslararası İlişkiler Sekreteri Julis çok sevinmiş, “Yoldaş, biliyor musun, darbenin neredeyse birinci yılı doluyor, defalarca hatırlatma yazdığımız halde, bize ne DİSK’ten, ne de Türk-İş‘ten sendikalara yapılan baskılar konusunda hiçbir bilgi gelmedi” demişti.

Nur’un Paris’te yürüttüğümüz kampanya boyunca çeviri desteği diğer konularda da devam etti. Birlikteliğimizin en iz bırakan anlarından biri, Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan’ın idam edildikleri gündü. 

6 Mayıs 1972‘de tüm gece uyuyamamış, idamların infaz edildiği haberini sabah Sofya radyosunun Türkçe yayınından öğrenmiştik. Radyonun kadın spikeri haberi hıçkırarak okumuş, ardından Bulgaristan anti-faşist mücadelesinde idam edilen direnişçiler üzerine de bilgiler verilmişti.

İdamlar konusunda yazdığım bir bildiriyi Fransız medyasına iletmek üzere derhal Fransızcaya çevirmesi için İnci derhal Nur’a götürdü. Bir saat sonra elinde Fransızca metinle geri döndüğünde anlattıkları gerçekten duygulandırıcıydı. Siyasal olarak düşüncelerine ve mücadele yöntemlerine karşı da olsa, Nur çeviriyi yaparken kendisini tutamayıp hüngür hüngür ağlamıştı.

Daha sonra da başka metinlerin Fransızcaya çevirisine yardımcı oldu.

Nur’un direniş mücadelemize katkılarını “Vatansız” Gazeteci adlı kitabımın 2011’de yayınlanan ikinci cildinde anlatmış, ancak Türkiye’de başının derde girmemesi için gerçek ismini değil Işık adını kullanmıştım.

Bu yazıda Demokratik Direniş mücadelesine Paris’te değerli katkılarda bulunan Nur’un gerçek adını açıklamayı bir görev biliyorum.

Paris’te öğrenimini tamamlayıp Türkiye’ye dönmesinden sonra Nur’la ilişkilerimiz yıllarca kesildi.  Köylerde, gecekondularda araştırmalar yapmasını, akademik yaşamda yükselişini medyadan izledik. 

2008 yılındaki bir demecinde “AKP 2010 yıl daha iktidarda kalır” dediği, laiklik adına yapılan baskılardan bahsettiği için ağır eleştirilere uğramış, AKP’yi desteklemekle suçlanmıştı.

Ağırlaşan sağlık sorunlarına ek olarak uğradığı eleştirilerin kendisini içine kapanmaya, artık hiçbir şekilde demeç vermemeye zorladığı günlerde, bizimle yeniden telefon bağlantısı kurarak uzun uzun dert yandı. Özellikle de yaşadığı semtte giderek yoğunlaşan İslamcı baskılardan şikayet ediyordu.

Türkiye’de özellikle 2016 çakma darbesinin ardından başlatılan OHAL teröründe yüzlerce akademisyeni üniversiteden uzaklaştıran, haklarında davalar açtırıp hapse attıran, sürgüne gitmeye mecbur bırakan Erdoğan’ın önceki gün AKP ricaliyle birlikte Nur’un cenazesinde hazır bulunarak “bilim insanına saygı” gösterisi yapması, bunu fırsat bilerek Türkiye’de İslamcı rejimin temellerini atan eski lideri Erbakan’ın mezarını da ziyaret ederek dualar okuması sadece Nur’a değil, tüm akademisyenlere yapılmış büyük bir saygısızlıktır.

Öz babası Mahmut Conker de, kendisini yetiştiren üvey babası Nurettin Vergin de büyükelçi olan Nur’un içinde yetiştiği hariciye âleminin 1952-1971 arasındaki 19 yıllık dönemini Türkiye’de sürekli gazetecilik yaptığım için eşit ilişkiler düzeyinde, 1971-2021 arasındaki 50 yıllık kesimini ise İnci ile bana yapılan baskılar ve vatandaşlıktan atılmamıza neden olan jurnallemeler nedeniyle gaddar-mağdur ilişkileri düzeyinde çok iyi tanıyorum.

Sözünü ettiğim ilk 19 yıllık dönemde gerek bakanlık koltuğunu işgal edenler, gerekse onların emrindeki büyükelçiler ABD emperyalizminin ve iktidarların direktiflerine harfiyen uymak zorunda olsalar da, bunu diplomasinin yerleşmiş kurallarına özen göstererek yapmak zorundaydılar.

12 Mart darbesiyle açıklan 50 yıllık son dönemde gerek dışişleri bakanlığı, gerekse onun emrindeki elçilikler ve konsolosluklar geleneksel diplomatik ilişkiler dışında yabancı ülkelere bir meta gibi satılmış olan göçmen kitlesini Türk lobisinin neferleri olarak kullanma, sürgüne çıkmak zorunda kalan muhalifleri de sürekli izleyip gerektiğinde vatandaşlıktan atılmalarına kadar varan baskılar uygulama mekanizmasının dişlileri haline dönüştüler. 

AKP iktidarı döneminde ise, daha da ileri gidilerek, büyükelçilikler, tıpkı tek parti döneminde valilerin aynı zamanda CHP il başkanı yapılmış olması gibi, AKP’nin yurt dışı bürolarına dönüştürülmüş bulunuyor.

İşte halen bu mekanizmanın başında bulunan Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, bugün  Brüksel’de Avrupa Birliği yöneticileriyle maraton görüşmelere başlamış olacak. Yalaka medya şimdiden “AB ile yeni bir sayfa açılıyor” müjdesini veriyor.

Patronu Erdoğan’ın Türkiye’de kurduğu islamo-faşist diktatörlüğe ilişkin en küçük uyarı karşısında gazaba gelerek Avrupa Birliği yöneticilerine “Faşist… Nazi kalıntısı…” etiketlerini yapıştırmasının, sadece Türk dünyasının değil, İslam aleminin de lideri havalarında Avrupa Birliği’ne defalarca meydan okumasının üzerinden daha dört ay geçmeden bu ne AB sevdası?

Nedenini Can Dündar son yazısında çok iyi ortaya koyuyor: “Ne zaman sıkışsa bir uluslararası kriz çıkarıp kitlesini toparlıyor, ekonomik krizi unutturuyordu. ‘Beka sorunu’ deyip muhalefeti hizaya getiriyordu, bütün aykırı sesleri susturuyordu. Şimdi işler değişiyor. Beyaz Saray’ın yeni sakinine sevimli görünmek, Kremlin’le iyi geçinmek zorunda…  Ekonomik destek alabilmek için Brüksel’i saldırgan siyaseti bıraktığına ikna etmesi, yani Akdeniz’de, Ege’de maceraya girmemesi lazım…“

Evet Erdoğan da, onun “Kont Giano”su da korkuyor… Erdoğan hariciyesinin bugün Brüksel’de yeni bir figürü sahnelenecek varyasyonları işte bunun içindir. 

Avrupa Birliği’yle sürekli çatışmadaki İngiltere başbakanı Johnson zaten çantada keklik.

Muhaliflerini zindana atmakta Erdoğan’dan hiç de geri kalmayan Rusya Çarı Putin zaten Tayyip’in varyasyonlarına kazaska ile eşlik etmekte.

AB içinde Almanya canibinden endişelenmeye hiç yok… En güç zamanlarında bile Tayyip’e arka çıkan Almanya başbakanı Merkel’in yedeği belirlendi bile… Havuz medyası daha şimdiden CDU’nun yeni başkanını Türk Armin diye göklere çıkartıyor.

Fransa cumhurbaşkanı Macron da Türkiye eleştirilerinde frene basıp Erdoğan’a “Sevgili Tayyip” hitaplı mesaj göndermedi mi?

Geriye kala kala Joe Biden kalıyor… 

Biz 1946’den beri 75 yıldır bu senaryoyu kaç kez yaşadık… Beyaz Saray’da oturan kim olursa olsun, son söz Wall Street’tedir, son söz Pentagon’dadır…

Büyük iddialarla Beyaz Saray’a giren John Kennedy’leri, Jimmy Carter’ları, Bill Clinton’ları ve de Barack Obama’ları gördük.  Varyasyonlara eklenecek teshir edici birkaç yeni figürle Joe Biden da hizaya getirilir.


Doğan Özgüden – ArtıGerçek – 21.01.2021

Tags:


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑