Makaleler

Published on Aralık 1st, 2020

0

Tek adam ülkesi – Mustafa Kumanova


Türkiye de bügün bir diktatörlükle yönetiliyor. Şu an hukuki ve fiili olarak ülke tek bir adamın direktifleriyle yönetiliyor. Türkiye geçmişte tek adam yönetiminin ne olduğunu çok güzel tecrübe etti. Zaten o günler biraz da bugünlere zemin hazırladı…

Bir ülke insanın üstüne üstüne gelip onu boğacak hale, nefes alamayacak hale getirebilir mi? 

Eğer o ülke bir diktatörlük ise evet getirebilir. Zaman sanki buhranın eşiğinde geçer. Baskı beyninizin içine yerleşir, hareketleriniz kısıtlanır, yaşayan bir ölü olursunuz. Hiçbir şeye hakkınız yoktur ve size verilen haklar neyse onunla yetinirsiniz. Sesinizi çıkaracak olsanız bedeli ağır olur ve sessizliğe gömülürsünüz. Ülke sessizliğe gömülür. Fısıltılar bile sessizdir. Sessiz seslerin sesi bile olamazsınız. Düşüncelerle boğulursunuz. Düşüncelerle boğuşursunuz. Her an kopabilir, her an yılabilir ve her an vazgeçebilirsiniz. Her an ihbar edilme korkusu tüm duygu ve davranışlarınızı ele geçirir. Yasaklar tüm benliğinizi kuşatır. Huzuru ve mutluluğu arayamayacak hale gelirsiniz. İşte diktatörlük böyle bir şeydir. 

Atlatılamayan her ekonomik bunalım sonrası dünyada faşizm yükseliyor ve otokratik yönetim anlayışları palazlanmaya ve pazarlanmaya başlıyor. Faşizme ve diktatörlüğe yönelme ise ekonomik bunalımlardan bir çıkış yolu olarak savaşlara zemin hazırlıyor. Tarih bize bugün dünyada ve Türkiye’de yaşanan aşırı sağa ve otoriter yönetimlere kayışın bir ilk olmadığını örnekleriyle gösteriyor. 

Türkiye de bügün bir  diktatörlükle  yönetiliyor. Şu an hukuki ve fiili olarak ülke tek bir adamın direktifleriyle yönetiliyor. Türkiye geçmişte tek adam yönetiminin ne olduğunu çok güzel tecrübe etti. Zaten o günler biraz da bugünlere zemin hazırladı. Ve o gün yapılanlarla bugün yapılanlar ve yapılmak istenenler arasında benzerlikler o kadar çok ki insan hayrete düşüp fark var mı yok mu diye değerlendiremiyor bile…

Cumhuriyetin kuruluşuyla başlayan süreç (o gününün koşullarını dikkate almak suretiyle) kendini yenileyemedi. Ve tarihsel gelişim çizgisinde yenileme çalışmaları her zaman müdahale ve darbelerle engellendi. Gericiliğin, faşizmin ve Tayyip Erdoğan’ın olduğu ve olmak istediği gibi anlayışların önünü açtı. Cumhuriyetin ilk dönemindeki tek parti yönetimiyle bugünkü tek parti yönetimi arasındaki belirgin fark, kuruluş dönemi iktidarının yüzünün Batı’ya dönük ve de modernist ve bilime değer veren bir anlayışa sahip olması; günümüzün iktidarının yüzünün ise Doğu’ya dönük ve de gerici, ümmetçi ve emperyalizm ile yeri geldiğinde kol kola giren bir anlayışa sahip olmasıdır. İkisinin ortak noktası ise, tek adamın her ortamda dillendirdiği gibi her şeyin “millet” adına yapılmasıdır. Aynı 1923′ de kurulan yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde olduğu gibi. O zaman da her şey halk adına, halkın yararına yapılıyordu. Egemenlik kayıtsız şartsız halkın iradesine dayandırılıyor ama nedense ülkeyi tek bir parti ve tek bir adam idare ediyordu ve bu zihniyet uzunca bir süre yönetimde kaldı. Başbakanı o atıyor, milletvekillerini o seçiyor, bütün yargı mensuplarını, kuvvet komutanlarını, büyük elçileri o belirliyor, hatta muhalefet partilerini milletvekillerini dahi kendi seçerek kurduruyor ve güçlendikleri anda kendi kapatıyor ve bunun adına halkın iradesine dayalı cumhuriyet deniyordu. Yobazlık ve din dayanak gösterilerek halkın ensesinde boza pişiriliyordu. 3 Mart 1925′ te Şeyh Sait ayaklanması sebep gösterilerek çıkarılan Takrir-i Sükun Kanununun günümüzde çıkartılmış olan OHAL kanunundan hiçbir farkı yoktur.  Ya da bugün kapatılan gazetelerin ve içeriye atılan gazetecilerin durumu 1931′ de çıkarılan Matbuat Kanunundan sonrakilerden hiçbir farkı yoktur. Matbuat Kanununun 50. Maddesi bize her şeyi anlatmaktadır. Söz konusu madde hükümete yani tek adama ülkedeki gazete ve dergileri kapatma yetkisi veriyordu. Bugün ise onlarca gazete, dergi, tv kapatılmış durumda. Yüzün üzerinde gazeteci ve siyasi ise hapishanede.

O zaman bugünün dünden ne farkı vardır. 97 senede geldiğimiz nokta aynıdır. Bugün dünden daha iyi bir konumda olmamız gerekirdi. O gün 1.Dünya savaşından yeni çıkılmış ve yeni bir ulus devlet kurulmuştu. Dünya Ekonomik Buhranının ortasında sanayileşmeden yoksun bir ülkede otoriterlik vücut buluyordu. 2020 senesinde ileride olacağımıza hatta daha da geriye gidiyoruz.

Toplum ise iki kampa bölünmüş vaziyette. Görüntüde birbirini karşıt gören aslında özünde birbirinin aynısı olan iki kampa…İkisinin de en iyi yaptığı şey birbirlerinden nefret etmek. Oysa birbirlerini besliyorlar. Nefretle ve mantıksızca…

Birisi için varsa yoksa Atatürk, Mustafa Kemal; caddelerde, statlarda, köprülerde, heykellerde, şiirde, resimde, her yerde varlığını ona borçlu. Diğeri içinse varsa yoksa Tayyip Erdoğan, namaz, oruç, türban, Arapça, ezan, camiler; her yerde varlığını ona borçlu.

Neden hep birilerine varlığımızı borçlu oluyoruz?

Oysa varlıklarını borçlu olanların, kendisi ve karşıtının, birbirlerinden hiçbir farkı yok. Çocukluktan beri beyinleri yıkandığından gerçeği göremiyorlar. Oysa gerçek gün gibi ortada ve ışıldıyor.

Kendisi ve karşıtı ezilendir, sömürülendir. Emeği köleleştirilen, zamanı çalınandır.

Ah bir de görebilseler!


Mustafa Kumanova – 01.12.2020

Tags:


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑