Söyleşiler

Published on Kasım 13th, 2021

0

Teslim olmayan iki ‘Vatansız’ gazeteci ve güneşin çocukları


ESRA YILDIZ ‘VATANSIZ’ BELGESELİNİ ANLATTI:
Esra Yıldız, Doğan Özgüden ve İnci Tuğsavul Özgüden’in Türkiye’yi terk etmek zorunda kalışlarının 50. yılında onları ve göçtükleri Belçika’da hayata geçirdikleri Güneş Atölyelerini “Vatansız” belgeselinde beyazperdeye taşıdı.

2 Mart 1971 askeri darbesi sonrası Türkiye’yi terk etmek zorunda kalan ve 12 Eylül sonrasında Türk vatandaşlığından çıkarılan iki gazeteci: Doğan Özgüden ve İnci Tuğsavul Özgüden.

Esra Yıldız, iki gazetecinin Türkiye’den ayrılışlarının 50. yılında onları ve göçtükleri Belçika’da hayata geçirdikleri Güneş Atölyelerini “Vatansız” belgeselinde beyazperdeye taşıdı.

İlk kez Antalya Film festivali’nde izleyiciyle buluşan belgesel, Özgüden’lerin, ayrımcılığın ve ötekileştirmenin olmadığı bir dünya tasavvurlarını 1974’ten beri sürgünde yaşadıkları Brüksel’de, çok kültürlü eğitim merkezi Güneş Atölyeleri’nde (Ateliers du Soleil) sürdürmelerini anlatıyor.

Esra Yıldız iki “vatansız” gazeteci ve Güneş Atölyelerini merkeze alan filmini anlattı:

“Türkiye’nin en eski ve köklü festivali olan Antalya Altın Portakal Film Festivalinde Vatansız filminin gösterilmesi, 1971’den, yani İnci Tuğsavul ve Doğan Özgüden’in Türkiye’yi terk etmek zorunda kalışlarından tam 50 sene sonra bir filmle Türkiye’ye dönmeleri ve filmin izleyiciyle buluşması benim için çok değerliydi. Bu da sanatın/sinemanın, politikanın ötesindeki gücünü gösteriyor.”

Efsane Ant dergisi

İnci Tuğsavul ve Doğan Özgüden ile yollarınız nasıl kesişti? Onları ve mücadeleleri hakkında bir belgesel yapma fikri nasıl doğdu? 

Küratör Trisha Ziff’in farklı ülkeleri gezen ve İstanbul’da (santralistanbul) açılacak “Korda’nın Objektifinden Che” (2008) sergisinin Türkiye bölümünün sorumlusuydum. Bu sergi 1960’ta Alberto Korda Díaz’ın çektiği ikonik Ernesto Che Guevara fotoğrafının popüler kültürdeki yansımalarını ve sergilendiği her ülkede, bu fotoğrafın/imgenin o ülkedeki toplumsal kültüre etkisini içeren ve gösteren sosyolojik bir sergiydi aynı zamanda. Sergi için araştırma yaparken, Korda’nın Che fotoğrafını erken tarihli kullanan bir yayın olarak, efsanevi Ant dergisinin 2 Nisan 1968 tarihli sayısına rastlamıştım. Bu dergi ve bu fotoğrafı kullanan farklı yayınlar için İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınlarının o zamanki direktörü, İnci Tuğsavul ve Doğan Özgüden’in yakın dostu ve aynı zamanda Ant dergisi yazarlarından Fahri Aral ile konuştum.



Yine o dönemde bir sene sonra açılacak “Yüksel Arslan Retrospektifi” (2009) için Paris’e gideceğimi öğrenen Fahri Aral, bana Paris’ten Brüksel’e geçmemi, onlarla tanışmamı önerdi. Çok yoğun bir şekilde retrospektif serginin hazırlıkları için çalışıyordum Paris’te, Brüksel’e gidebilmek için kendime bir gün yarattım ki, iyi ki de yaratmışım. Yüksel Arslan ile paylaştım Brüksel’e gideceğimi. Aslında Yüksek Arslan ve çevresi de politik duruşu, aynı dönemlerde yaptıklarıyla farklı açıdan benzerdir. Hayatımda ve akademik ilgi alanlarımda, toplumsal ve kültürel açıdan önemli 1960, 1970 döneminin ve bu kuşağın hep özel bir yeri oldu.

Özgüdenler ile buluştuğum yer halen yaşadıkları Brüksel’de kurdukları Ateliers du Soleil’di (Güneş Atölyeleri). Onlarla orada bir görüşme yaptım, kısa bir video kaydı da aldım Korda’nın fotoğrafının dergide nasıl kullanıldığını ve bunun hikâyesini içeren. Sergiye paralel olarak yapılan bir konuşmada gösterildi.

“Herkesi mutlu yapan o atmosfer”

Güneş Atölyelerindeki ortamdan, oradaki öğretmenlerin hayat hikâyelerinden ve birbirleriyle olan ilişkilerinden, öğrencilerden, dışarıdan gelen bir kişi olarak benimle kurdukları ilişkiden, yarattıkları mutlu ve bir parçası kıldıkları herkesi mutlu yapan o atmosferden etkilendim. Elbette, Brüksel’e dünyanın farklı yerlerinden gelmiş göçmenlerin, mültecilerin topluma entegrasyonuna yönelik eğitim veren böylesine ilham verici bir yeri, Türkiye’yi 12 Mart 1971 darbesinin ardından terk etmek zorunda kalan iki duayen gazetecinin kurmuş olması beni daha da çok etkiledi. Onlarla tanıştığım o günü hiç unutmadım; o günün tortusu ve izlerini halen zihnimde taşıyorum.

İlerleyen dönemde iletişimimiz devam etti. İletişim Yayınları’ndan çıkan “Afişe Çıkmak: 1963-1980: Solun Görsel Serüveni” (2013) kitabı için bu dönemin görselliğine damgasını vuran kadın bir tasarımcı olarak İnci Tuğsavul Özgüden ile bir söyleşi yaptım. Benim için asıl belirleyici olan Berlin’de doktora eğitimim için bulunduğum dönemde okuduğum Doğan Özgüden’in “Vatansız Gazeteci” kitabıydı (tam da Orta Doğu’da şiddetlenen savaşla II. Dünya Savaşından sonra en büyük kitlesel göçle karşılaşacağımız bir dönemde). Bu kitabın ardından onlarla ilgili bir belgesel yapmak fikri daha da netleşti.

Özellikle dili de çok güçlü olan kitabın ikinci cildinde anlatılanlar, Avrupa’da bir ülkeden diğerine kaçışlar, mücadeleler, kurulan direniş ağları çok önemli bir sözlü tanıklık, tarih çalışması olmasının yanında, çok görsel ve sinematografikti. Sürgünlük, sürgünün anadil ile olan ilişkisini -pek çok sürgün edebiyatçı da görüleceği gibi- farklı biçimde olumlu açıdan etkiliyor. Umarım “Vatansız” filmi, izleyenlerde kitabı okuma hevesi uyandırır. 2013’teki çekimlerin ardından, ikinci defa Berlin’e yine eğitimim için gittiğimde ana çekimleri yaptım 2014’te Brüksel’de ve sonraki yıl tekrar gittim.

Filmde eşini Ruanda soykırımında kaybetmiş ve soykırımdan sonra Brüksel’e yerleşen Florida, Cezayir İç Savaşında ailesinin büyük bir bölümünü kaybetmiş Mourad ve göçmen, yoksul bir İtalyan ailesinden gelen ve bugün Atölyelerin yöneticisi olan Iuccia’yı, sadece üç eğitimciyi ve öğrencileri görüyorsunuz.

Ütopik bir yer: Güneş Atölyeleri

Nasıl ikna ettiniz iki gazeteciyi ve sonraki süreç nasıl gelişti?

Belgesel film yapma fikrine, yıllara yayılan bu süreçte karşılıklı birbirimizi tanıdığımız, dışarıdan hiç bilmedikleri bir kişi olmadığım için uzak bakmadılar ve kabul ettiler.

Ancak filmin Doğan Özgüden üzerine olması beklentisi vardı. Doğan Bey çok iyi bir hatip, yazar; geçmişe dair her şeyi çok net hatırlaması beni hep etkilemiştir. Bunda herkesin kabul ettiği gibi farklı kişilere de ilham veren çok iyi bir gazeteci olmasının ve örgütlü mücadeleden gelmesinin de rolü büyük.

Diğer taraftan İnci Özgüden’i filmde konuşması, görünmesi için ikna ettim. Aslında akademik çalışmalarım ve film yapma pratiklerim hep kesişiyor. Çoğu zaman birbirini besliyor.

1960’ların sol hareketi içinde kadınların az yazılan, belgelenen hikâyesini gündeme getirmek de benim için önemliydi. Ve yine 1960’ların, 1970’lerin mücadelesinden sonra Avrupa’daki sürgünlerin durumlarını ve bugün ne yaptıklarını hatırlatmanın, yazgıları kesişen insanların buluştuğu ütopik bir yer olan Güneş Atölyeleri’nin kurucuları olarak buranın hikâyesini, ortamını da filme katmanın gerekliliğine onları inandırmam da önemliydi. Beraber konuşarak ilerlediğimiz yanları da oldu filmin.

İnsanların özel yaşantılarına girdiğiniz bir film/belgesel yapmak, hem çeken ve hem de hayatı çekilen kişi, her iki taraf için de zorlu bir süreç. Tüm bu sürecin ardından filmi karşılaştığım yeni durumlara göre değiştirip, şekillendirerek tamamladım. Aklımdaki Frederick Wiseman’vari bir enstitünün tüm iç ilişkilerini gösterme fikrini belli ölçüde yapabildim filmin ikinci yarısında. 1960’ların, 1970’lerin radikal sol sinema dili, cine-tract’lar, ya da dönemin diğer politik filmleri hep zihnimdeydi, bunlara da referanslar oldu filmde.
Bu uzun süreç sonunda Doğan Özgüden’e, İnci Tuğsavul Özgüden’e ve tüm Güneş Atölyeleri çalışanlarına beni yaşamlarının bir parçası kıldıkları için teşekkür ediyorum.

“Kolektif mücadeleye ihtiyacımız olan bir dönem”

“Geçen 45 yılla gurur duyuyorum çünkü teslim olmadık” diyor bir yerde Doğan Özgüden. Çekimler sırasında size geçen duygu neydi Özgüdenlerden?

Özgüdenler 1971’de gazetecilik, yayıncılık faaliyetleri nedeniyle Türkiye’yi terk edip ve Avrupa’da politik sürgün olarak yaşamak zorunda kaldıktan sonra, 12 Mart sonrasında Demokratik Direniş Hareketi’ni, 12 Eylül sonrasında da Demokrasi İçin Birlik’i ve yine 1974’ten bugüne Türkiye üzerine yayın yapan Info-Türk’ü ve çok kültürlü ve farklı milletlerden göçmenler için eğitim merkezi Güneş Atölyelerini kurarak, demokrasi, fikir ve ifade özgürlüğü gibi temel insan haklarıyla ilgili alanlarda dünyanın çok farklı ülkelerindeki insanlar adına da bu mücadelelerini halen sürdürüyorlar.

Yalnızca çekimlerde değil, tüm bu yıllara yayılan zamanda, onlarla ilişkimde bunu gözlemleme olanağı buldum. Özellikle Güneş Atölyeleri aracılığıyla oluşan, geldikleri kültürden kopmadan eğitimle özgürleşme, tüm göçmenler ve sürgünlerin yeni geldikleri ülkeler için de model olmalı.

Paulo Freire’nin “Ezilenlerin Pedagojisi”nde eğitimi ezilenler bir özgürleştirme aracısı olarak görmesi gibi, Atölyelerde göçmenlere verilen eğitimde de bu özgürleşmeyi gözlemledim.

Film, onların sosyalist hareketin önemli yayını Akşam gazetesi, sonrasında Ant dergisi ve yayınları ve tüm o dönemde verdikleri mücadeleleri ve sonrasını bugüne taşıyor. Tüm bunların ardından onlar gibi ülkelerini terk etmek zorunda kalmış insanlar bugün ne yapıyorlar sorusunun cevabını da arıyorum bu filmle. Bu filmin çekimlerini yaptığım dönemden itibaren Türkiye’deki ve dünyadaki politik atmosfer çok değişti. Özgüdenler haklarında açılan davaların, Türkiye’den ayrılışlarını takip eden dönemde giderek arttığını görüyoruz.

İnci Tuğsavul, Doğan Özgüden ve Güneş Atölyelerinin çok farklı acıları ve felaketleri deneyimleyen eğitimcilerini ve katılımcılarını düşündüğümde hep şunu hatırladım. Tüm bu acılar, zorluklar, üzüntüler, yaşanan felaketler bizi birbirimizle daha fazla paylaşıma, diyalog kurmaya yöneltmeli. Çünkü kolektif mücadeleye, onu tahayyül etmeye dahi çok ihtiyacımız olan bir dönemdeyiz.

Belgeselde sözlerine yer verdiğim, Ant dergisinin kurucularından yazar Yaşar Kemal gibi hayatının sonuna kadar Türkiye’de kalıp, mücadele etmiş entelektüelleri de unutmamak gerekiyor.

Kemal belgeselde; “Ben bir yazarım, halkın yazarıyım. Bu zulme karşı, mücadelenin sonuna kadar Türkiye’de kalacağım” diyor 1970’lerin politik atmosferinde. İçeride ya da dışarıda tüm bu mücadeleleri sürdürenler, yılmayanlar, bedellerini ödemek zorunda kalanlar dünyayı daha özgür ve demokratik bir yer yapmanın savaşını verdiler ve veriyorlar. Onların insan hakları, özgürlükler adına verdikleri mücadelelerin herkes için ilham verici olmasını umuyorum. Çünkü benim bu filmi yapmaktaki en büyük motivasyonum buydu.

Güneşin çocukları

Belgesel iki gazetecinin hikâyesinin yanı sıra, Brüksel’de kurdukları, çok kültürlü eğitim merkezi Güneş Atölyeleri’ne de odaklanıyor. Güneş Atölyeleri, Özgüdenler için daha da önemlisi katılımcıları için ne ifade ediyor?

Filmin sonlarına doğru, Güneş Atölyelerinin 2015’teki yılsonu kutlama etkinliğinden İnci Tuğsavul’un sözlerine yer veriyorum; “Yaşamımız boyunca çok sayıda ödül aldık.

Fakat, benim için aldığım en büyük ödül Güneş Atölyeleri’dir, kırk yıldan fazla Güneş Atölyeleri’nin varlığıdır, sahip olduğumuz ve paylaştığımız bu dostluk ve sevgidir” diyor. Aslında bu cümle Güneş Atölyelerinin, Özgüdenlerin hayatındaki önemini çok güzel özetliyor. İşte ben karşılıksız bu dostluk ve sevgi atmosferinin, benim deneyimlediğim gibi izleyiciye de geçmesini diliyorum.

Güneş Atölyeleri ilhamını Tomasso Campanella’nın hapisteyken yazdığı ütopyası “Güneş Ülkesi”nden alan bir yer, amblemi de Ant Dergisi ve Ant Yayınlarının amblemi güneşten geliyor. Atölyelere ilk yıllarda gelen göçmenlerin çoğunluğunun güneşli güney ülkelerinden gelmeleri de yine Atölyelere bu ismin verilmesinin nedeni; atölyeler bugün, geleceğe umut verecek “güneşin çocukları”nın mekânı.

Katılımcılardan bazıları yıllar sonra buraya eğitimci olarak da dönebiliyorlar ve doğrudan topluma ve atölyelerdeki eğitime katkıları görülebiliyor. Enstitü aslında, bugün göçle, sürgünlükle dünyanın yeniden şekillenen yapısında, neler yapılması gerektiğine dair iyi bir örnek olarak gelecekte gerçekleştirilebileceklere projeksiyon tutuyor.

Risk alan kadın yönetmenler

Film, Antalya’da izleyiciler tarafından nasıl karşılandı?

Pandemi koşulları dolayısıyla filmlerin tek gösterimi yapılmasına rağmen, izleyiciyle beraber olmak çok güzeldi. Sinema kolektif bir üretim, ama aynı zamanda kolektif olarak deneyimlenmesi gereken bir sanat dalı. 1960’ların kolektif mücadelesi içinden gelen iki kişinin ve onların yarattıkları bir kurumun hikâyesinin izleyiciyle buluşmasının, ifade ve basın özgürlüğü, göç, göçmenlere, mültecilere yönelik bakış açısı, sürgünlük gibi konuların daha fazla gündemde olduğu bir dönemde farklı bir farkındalık yaratacağını düşünüyorum.

Festivalde izleyicinin çok güzel, içten bir katılımı ve gösterim sonrasında soruları oldu. Hatta farklı film gösterimlerinde yanıma gelip filmle ilgili görüşlerini paylaşan izleyiciler de oldu. Antalya’nın çok sıkı bir festival filmleri takipçisi, izleyicisi olduğunu gözlemledim.

Audrey Diwan’ın “L’événement” (Kürtaj) filminde, -izleyicilerden iki kişinin bayıldığı ve ışıkların açıldığı ilk arada filmimi izlemiş bir izleyicinin yanıma gelip filmle ilgili fikirlerini paylaştığında hissettiğim mutluluğu ve şaşkınlığı anlatamam. Bu filmin yıllar süren uzun, zorlu bir yolculuğu oldu ki Türkiye’de üretilen belgesel filmlerin benzer bir hikâyesi var.

Umarım risk alan ve gerçekleri söyleme cesareti gösteren kadın yönetmenlerin ağırlıkta olduğu Türkiye’deki belgesel sinemacılar ve üretimleri her alanda daha fazla destek görür. Çünkü uzun bir yolculuktan sonra üretimlerimizin toplumsal karşılığının olması, izleyiciyle buluşması bu filmleri yapma amacımız da düşünüldüğünde bizleri sevindiriyor.


Ayşegül Özbek – Bianet – 13.11.2021

Tags: , , , ,


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑