Makaleler

Published on Aralık 30th, 2020

0

Toplumsal yaşam ve şiddet – Ayten Şimşir


Bizleri derinden yaralayan kadına yönelik şiddetin ve cinayetlerin, ‘yaşam hakkının kutsallığını’ savunan ve kadını hak bilen Alevi toplumuna da derinden sirayet etmiş olmasıdır

Covit 19 virüsünün pandemik etkileri Dünya genelinde hemen her ülkede günlük yaşamın her alanında sarsıcı etkilerini hissettirirken gerek kendi tanıklıklarımız gerekse pandemiden dolayı yitirdiklerimizin ardından artık hiçbirşeyin eskisi gibi olmayacağını hepimiz biliyoruz. Bir yandan salgının ikinci dalgasının yıkıcı etkilerini yaşarken diğer yandan da alalacele uygulanmaya başlanan aşılara yönelik iyimser ve kötümser fikirler çelişmeye devam ederken diğer yanda karantina / yasakların günlük yaşantımızda yol açtığı olumsuz etkilerle yüzleşiyoruz. Karantina halinin ne kadar süreceği ise belirsiz, bu belirsizlik ev içi şiddeti de etkiliyor ne yazık ki. İkinci dalga olarak adlandırılan süreçte izolasyonun yeniden başlaması, birçok işyerinin kapatılması, insanların işsiz bırakılması, yaşam güvencesinin olmayışı, okulların tatil edilmesi özgü alanların tükenmesi gibi bir çok neden stresi tetiklerken geleceğe dönük belirsizlik mevcut stresi katbe kat arttırıyor.
Pandemi süreci ev içi yaşamdaki geleneksel iş bölümünü de neredeyse yok ederken, erk aklın kontrolü yitirmenin etkisiyle saldırganlaştığı, dönemsel şiddetin hiç olmadığı kadar fazla açığa çıkmasına da etken oldu. Şiddetin devlet politikaları ile eşgüdümlü geliştiği ülkelerde durum ciddiyetini koruyor. Özellikle Türkiye’de bu durum önlenemez bir hal aldı, öyle ki geçtiğimiz yıl Türkiye’de son 10 yılda en çok kadının öldürüldüğü yıl olduğu bildirildi. Bununla birlikte Kadın –Barış ve Güvenlik Endeksi araştırmasına göre kadınlar için yaşam kalitesinin en yüksek olduğu ilkeler arasında 167 ülke arasında 114. sıradayken, Dünya Ekonomik Forumu’nun hazırladığı 2020 Küresel Cinsiyet Eşitsizliği raporunda ise Türkiye 153 ülke arasına130. sırada yer alıyor. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu verilerine göre 2018 yılında 440 kadın, 2019 yılında ise 447 kadın öldürülmüş ve failleri en yakınları (eş, nişanlı, sevgili, baba, kardeş, vd.. ) Bu verilere şüpheli ölüm olarak kayda geçenler, resmi raporlara cinayet olarak işlenmeyenler dahil değil .
Öyle ki bir çok alanda övgüyle söz edilen, modernist / özgürlükçü / eşitlik ve demokrasi abidesi olarak görülen Avrupa ülkelerinin bir çoğunda da durum Türkiye ve diğer Ortadoğu ülkelerinden çok farklı değil. Örneğin Fedaral Almanya Emniyetinin açıkladığı 2015 yılı verilerine göre neredeyse hergün bir kadın hayatlarındaki erkekler tarafından öldürülüyor. ( Emniyet bu verilerde bir değişiklik olduğu yönünde bir açıklama yapmadığı için Kadın Örgütleri hala bu verileri esas almakta) Meselenin can alıcı yanı Almanya’da tüm kadın cinayetleri medyaya yansımıyor, ilişki cinayeti olarak polis raporlarına yansıyan bu tür şiddete tepki ne yazık ki belirli günlerle sınırlı kalıyor ve kadın cinayetleri bireyselleştiriliyor. Medyada konu edilirken de şayet cinayet zanlısı Alman ise ‘ aile trajedisi’ değilse de ‘ kıskançlık dramı’ olarak geçiyor. Birçok olayda ‘ cinayet’ kelimesi dahi kullanılmıyor, bu yaklaşım cinayetlerin güç dengesi ile ilişkili olduğu gerçeğinin trajik olaylarmış gibi algılanmasına yol açıyor ne yazık ki. Her nekadar sayılardan ibaret gibi gösterilmeye çalışılsa, hatta birçoğu kayıtlara geçmese de Dünya genelinde özelde Türkiye’de kadına yönelik şiddet günden güne artarken bu durumun tek sorumlusu pandemi yasakları değil elbette !
Sözü geçen artışın birçok etkisi olduğunu da az çok dile getirebiliriz ancak sorunu günümüz sınıf mücadelesi ekseninde mevcut koşullar üzerinden tespit etmeye çalışmanın yeterli olmadığını düşünüyorum. Türkiye’de dün bir tanesi öğretim görevlisi olmak üzere üç kadın kendilerine birinci derece yakın olan erkekler tarafından öldürüldü. Bu üç ölümün her birini ayrı ayrı ele almak, cinayetlerin her anını titizlikle irdelemek gerekiyor. Ancak bu biçimde erkek cinsinin dolayısıyla da toplumun dna kodlarına sızan şiddetin pratiğe yansımasını gözlemleyebiliriz.Çiftler arasında yaşanılan sorunlardan kaynaklanan öylesine öfke patlaması ile biranda yapılan münferit olaylar değil hiçbirisi.
Öğretim görevlisi Aylin Özer’in öldürülme biçimi üzerinden şiddeti irdelemeye çalışacağım. Haberi okuduğumuzda hepimizin kanı dondu, bir süre önce ayrıldığı öne sürülen erkek kendi evinde önce boğazını kesti ardından da üzerine yanıcı madde döküp ateşe vererek yanmasını izledi ! Nasıl bir ruh hali bir insana bunu yaptırır demeden geçemiyorsunuz değil mi ? ‘Kesin normal değildir, akıl hastası falan olmalı bir insan böyle bişey yapmak için’ dediğinizi duyar gibiyim. Gözünüzün önünde canlandırdığınızda korku filmi sahnesi gibi değil mi ? Bir insanın boğazını kesmek yetinmeyip yakmak ve durup izlemek, biraz düşününce sizlere de tanıdık bir sahne gibi gelmiyor mu ?
Aslında sözünü ettiğimiz sahneye hiçte yabancı değiliz ancak kadın cinayetleri politiktir derken diğer yandan kadın cinsine uygulanan şiddeti devlet aklının yürüttüğü politikalarla bağdaştıramıyor, kadını toplumdan ayrıymış gibi ele almaya çalışıyoruz. Devlet aklının topluma uyguladığı şiddet arttıkça, toplumsal cinsiyetçi kalıplar örgütlenerek güçlendikçe kadın cinsine yönelik şiddet de artmaya devam edecektir. Yakın tarihimize iz bırakan Koçgiri, Zilan, Dersim, Zine Gediği, Maraş, Çorum,Madımak, Gazi, Suruç, Varto, Sur, Nisebin, Cizre ve Ankara Gar katliamlarını birazcık irdelesek toplumsal yapı içerisinde şiddetin nasıl bu aşamaya getirildiğini ayan beyan göreceğiz. İnsanlık kaybettiği ortak değerlerin tümünü doğru bir arayış ekseninde ancak kaybettiği yerde bulacaktır. Bu mana ile dönüp kadının ilk devrimleri gerçekleştirdiği ve kaybettiği dönme bakmak gerekir. Kadın bir yandan doğa ile uyum içerisinde ahlaki politik değerleri örerken, diğer yandan da tarıma dayalı köy yaşamının temellerini attı. Milattan önce 12.000 dolaylarında başlayan Neolitik Devrim kadının devrimidir. İnsanlık yaklaşık 5000 yıl önce tarihinin en büyük kopuşunu yaşamıştır. Elit erkekler, yaşlı savaşçı erkekler, krallar ve erkek rahipler kadının inşa ettiği toplumsal değerlere, bilgi ve buluşlara el koymaya başladığında var olan tüm kaynakları toplumun yararına değil de kendi nefislerine hizmet ve iktidar aracı yapmak için kullandı.
Kendi egemenliklerinde hiyerarşiler, sınıfsal sistemler ve devleti yarattılar. Devletleri güçlendirmek için inançları kullanarak dinleri yarattılar, dinlerin etkisiyle kadın ataerkin oluşturduğu yapılar içerisinde erkeğin mülkiyeti ve sözde namusu haline getirilirken erkek cinsi de köleleştirilerek devletin asli unsuru haline getirildi. Kadın cinsine ve yaratımlarına karşı gerçekleşen bu süreç Neolitik Devrime karşı bir devrim olarak da tanımlanır. Öyle ki kadın kendi kimliğine, tarihine yabancılaşmaya, haklarından mahrum bırakılarak ve ataerkin belirlediği kimliklere sıkışmaya başlamıştır. Erkeğin annesi, kızı, eşi, kardeşi… bir nesne, doğum yapabilen neslin devamını sağlayan sexs objesi. Tek Tanrılı dinlerin iktidarla buluşması, Arap hanedanlıklarının genişlemesi ve 8. yy’dan itibaren Emevi Siyasal İslamının Tanrıça Kültüründen gelen toplumlar üzerindeki etkisini arttırması ile birlikte kadın cinsine uygulanan ataerkil kodlar pekiştirilmiştir.
İşte tüm bu tarihsel gelişmeler ışığında dönüp baktığımızda kadını hak bilen bir düşün / inanç sistemi = Alevilik karşımıza çıkar. Öyle ki ‘ bir can ancak hakkın emri rızası ile, hak yolu doğum kapısından dünyaya gelir ve anadan sual olunur’, ‘rahim hakkın nurunun / düşüncenin çarana sır ile buluşarak piştiği ilk ocaxtır’, ‘ kadın / ana yolun sahibi, mürşidi kamildir’ diyen, yaşamın her anını ‘rızalık ve razılık’ ekseninde inşa eden bir düşün / inanç sistemini esas alan toplumsal bir yapıdır. Toplumsal yaşamı örerken ‘can ‘ olgusunu başat kabul eder ancak günümüzde can olma haline ilişkin ciddi bir yanılgı hakimdir . Şöyle ki; can olma hali salt kadın ve erkek arasındaki eşitliği ifade eden, cinsiyeti kaldıran bir tanımlama değildir. Varlığın birliğini esas alan Alevi düşün dünyası cümle varlığı bir bütünün parçası olarak görür ve canlı cansız, hareketli hareketsiz bil cümle varlığı can olarak görür. İtikade göre insan vücut bulana dek 72 alemden geçmiş, 72 alemi birlemiştir bu yanıyla her alemin özelliğinden almıştır. İnsan canlısını diğer varlıklardan ayırt eden vicdan ve adalettir. Aksi halde insanda olan tüm organlar diğer varlıklarda da bulunmaktadır. Hakkın yasasında sınır ve sınıf, kategori ve cins ayrımı yoktur ! Can olgusunu salt insana has bir tanımlamaymış gibi ele alan, bu çerçevede erkek ve kadın arasındaki eşitliği / özgürlüğü tanımlamaya çalışan Alevi toplumu / kadını kendisini özgür zannederken hız kesmeden yabancılaşmaya ve binlerce yıllık değerlerden kopmaya dolayısıyla da ahlaki çürümenin eşiğine kadar gelmiş / getirilmiştir. .
Açık ve net bir biçimde dile getirilmesi gereken şudur; Dünyanın neresinde olursa olsun kadın cinayetleri / kadına yönelik şiddet, toplumdan ayrı ele alınamaz. Çünkü erk iktidar aklı tarafından bir bütünen toplumsal şiddet tetiklenmektedir, sorun salt bir cinsin sorunu değil tüm toplumun sorunudur. Beşbin yıldır her biçimde yaşamın her alanına , zerresine sızan ‘ toplumsal cinsiyet sorunudur ‘. Toplumsal cinsiyet sorununu görmezden gelerek, uygulanan şiddet sırf bir cinsin / kadının sorunuymuş gibi yaklaşmak çözüm üretmekten uzak bir yaklaşımı doğurur. Bu yanıyla ‘kadın sorunu’ söylemi de niyetten bağımsız olmak üzere sorunlu bir yaklaşımdır ve sanki sorunlu olan kadınmış algısını besler. Çünkü sorunlu olan kodları ile oynanıp tahrip edilmiş toplumsal yapıdır. Toplumsal yapının mevcut durumdan kurtulması kadın cinsinin kimlik mücadelesi ve yaşamındaki erkeğin farkındalığını geliştirmesi / kendisi ile birlikte erkeği de özgürleştirmesi ile mümkün olacaktır.
Bizleri derinden yaralayan kadına yönelik şiddetin ve cinayetlerin, ‘yaşam hakkının kutsallığını’ savunan ve kadını hak bilen Alevi toplumuna da derinden sirayet etmiş olmasıdır. Sosyal yaşam içerisinde aktif yeralan, kimlik mücadelesinde emek veren Alevi erkeklerin cinayet zanlısı olması ayrıca bir faciadır ! Şu gerçeği de görmezden gelemeyiz; Dünya genelinde kadın cinsine yönelik artan şiddeti kendi toplumumuzu dışında tutarak değerlendiremeyiz. Şöyle ki; Bir biçimiyle bizim dışımızdaki inanç grupları ile sınıfsal yapılarla ilişki / temas halindeyiz. Tıpkı binlerce yıldan bugüne olduğu gibi kültürel, yaşamsal açıdan etkileniyor / etkiliyoruz.
Şayet kendi köklerimizden beslenemiyor, öz değerleri koruyamıyorsak, tekçi aklı tanımıyor, batıcıl modernist yapılanmanın verdiği zararları göremiyorsak dışarıdan gelen olumsuz davranış biçimlerine karşı kendimizi, zihnimizi korumamız mümkün olabilir mi ? Bu bağlamda yüzleşmenin şart olduğu hayati detayı gözden kaçırmamak gerekir, ne yazık ki toplumumuz suni eşitlik ve özgürlük algıları ile ham bırakılmıştır ve helak olmamak için kadim yol düsturları ile pişmeye ihtiyacı vardır. Diğer yandan şiddet ve cinayet başta olmak üzere,toplumumuza sirayet eden cinsiyetçi / sexsist yaklaşımlardan arınmanın yolu toplumsal cinsiyetçi ayrımı tanımak ile başlayacaktır. Akabinde cins mücadelesini örgütleyerek, cins bilincini kazananan Alevi kadını ikrarı ile bütünleşerek, erk iktidar aklının kadınsızlaştırılmak istediği kadim yol değerleri ile buluşacak ve ham olanı hizmet ile pişirerek yeniden inşa edeceği özgür eş yaşam ile birlikte özgürleşecek toplumu da özgürleştirecektir..
Ana kadının ruhundan, Tanrıçaların ateşinden , Zarife ve Beselerin inancından beslenen, ateş ile hemhal olup birer bedelgah olan, Amed zindanlarının direniş ruhunu kendi bedeninde taşıyarak tüm dünyaya yayan, 33 gündür Türkiye zindanlarında zülme karşı bedenlerini açlığa yatıran, içeride dışarıda, ülkede veya Avrupa’da zülme karşı direnen tüm canları Rızalık Şehri Düsturları ile yaşanacak günlerin inancıyla selamlıyorum…


Ayten Şimşir – 30.12.2020

Tags: , ,


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑