Yazarlar

Published on Mayıs 28th, 2020

0

Tuvalet kapağını kapatmak mı? – XWE Metin Ayçiçek

“Komünistler, görüşlerini ve hedeflerini gizlemekten nefret ederler” diyor Komünist Manifesto.  “Amaçlarına ancak var olan tüm toplumsal koşulların zor yoluyla ortadan kaldırılmasıyla ulaşılabileceğini açıkça duyururlar” diyerek mücadelenin devrimci zora dayanacağını bildiriyor.


AVRUPA DEMOKRAT için yazdığım ilk yazımda “elimden geldiğince sorgulamanın önemi konusunu anlatmaya çalışacağımı” yazmıştım. Ve böylece yaşamı daha güçlü sürdürebilmek için insanın gereksinimim duyduğu yaşam için direniş ruhunu aramaya başlayacağım” diyen iddialı cümleler kurduktan sonra “işe ‘tuvalet kapaklarını kapatmayı öğrenmekle başlamak’ gerektiğine inanıyorum” diye devam etmiş ve “ ‘değişimi’ en basitinden ve en kolay olanından başlatmak gerektiğini düşünüyorum” diye bitirmiştim konuyu.

Neredeyse son 15-20 yıldır sadece pedagojik/andragojik seminer ya da kurslarda değil, politik konferanslarda da bu isteğimi dillendirdim. Böylece çok önemsiz bulunan bir uygulamayla işe başlanabileceğini söyleyerek cesaret vermek istemiştim. Soru çok basit idi: “Tuvaletinizin kapağı genellikle açık mı, kapalı mıdır? Açıksa, ikinci soru: Bu durumda, kullanmadığınız halde, kapaklı klozet almanız ya da kullanmanızı nasıl açıklıyorsunuz?”

Tuvalet kapaklarını açık bırakan çok sayıda arkadaşın gönüllü olarak katıldığı “evde tuvalet kapaklarını kapatma” uygulamasında ise şimdilik büyük çoğunluğun başarısız çıktığını söylersem belki de işin önemi daha iyi anlaşılabilir. Öyle ya, fazladan para ödeyerek ve rengini desenini özenle seçerek aldığımız hijyen amacıyla üretilen bir araç olan süslü kapaklı tuvalet kapaklarının kapatılmayıp, çoğunlukla açık tutulmasını kendimize nasıl açıklayabiliriz ki?

Çok mu basit? Meydan sizin, deneyin bakalım!  

**** 

Karl Marx’ın Londra’daki mezarında taşa kazınmış iki sözü, onun düşüncelerinin iki temel istemini ve yaşamının anlamını özetliyordu:

“Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!” ve “Şimdiye kadar filozoflar yalnızca dünyayı çeşitli biçimlerde açıklamakla yetinmişlerdir; oysa asıl sorun, dünyayı değiştirmektir.”

Dünyayı değiştirme iddiasını taşıyan kişilerin elbette öncelikle değişimi kendinden başlatması gerekir. Bunun için karar vermek, bu kararı (sınıflı toplum içerisinde olduğumuzu bile bile) uygulamaya çalışmak; sınıflı toplumun ve toplumsal geleneklerin düşünce ve davranışlarımızdaki etkilerini ortaya çıkarmak ve olabildiğince bunlardan arınmak gerektiğini hep söyleriz.

Ama gerçekten, “dünyayı bir cennete dönüştüreceklerini” iddia eden komünistlerin, bu iddialarında ne kadar ciddi ve samimi olduklarını anlamak için onların yaşam alanlarının kitleler tarafından gözlemlenmesi de en azından güven ilişkisinin pekiştirilmesi amaçlı da olsa kaçınılmazdır. Böylesi bir değişim sürecinin toplumsal bütünlükte gerçekleştirilme çabası elbette bütün alışkanlıkların, sınıflı toplumlara özgü gelenek ve kültürlerin devrimsel bir atılımla ve devrim süreciyle alt yapının değiştirilmesine bağlı olarak değişecektir.

Ama bireysel kalsa da irademizin gücünü zorlayarak böylesi bir ön değişim çabasını kendi ölçeğimizde başarıya ulaştırmak mümkündür. Dünya komünist hareketleri tarihinde bunun çok değerli örnekleri vardır.

Ben de uzun zamandır “sorgulama” sözcüğüne kafamı kötü taktım. Yaşamımı bu kavram üzerine yeniden biçimlemeye çalıştım. Kolay değil ve henüz kendi adıma başardığımı söyleyebilmem bile zor. “Toplumsal yaşam içerisinde karşılaştığımız her şeyi sorgulama”, yaşamla bağlarımızı güçlü kılan en önemli olanaktır. Çoğu zaman çoğu bilgiyi yanlış hatta amacının ve anlamının tam zıddı yönde kullanırız da farkında bile olmayız.

O halde alışkanlıklarımızla ve dilimizle ciddi bir hesaplaşma için devrim beklemeye gerek yoktur. Bildiğiniz bütün kavramları sorgulamakla başlayalım işe. Davranışlarımızı, davranışlarımızın nedenlerini sorgulayalım, alışkanlıklarımızı, içimizde büyüttüğümüz iktidar duygularını, en alttakilerle eşitlenmeye hazır olup olmadığımızı sorgulamalıyız gecikmeden.

Gerçekten yüksek bir özveri ile direndik hepimiz. Ciddi bedeller ödedik tek tek, onurlandık.

O halde bütün bu güzelliklere rağmen neden bugün birbirinden ayrı, kırk parçaya bölünmüş, ve çaresiz bir görünüm içindeyiz? En güçlümüzün bile kendi küçücük çevresine dahi yetemediği bu koşulların içinde boğulurken, bir büyük krizle birlikte ciddi toplumsal çatışmaların doğabileceği bir kaosa sürüklenirken, AKP yönetimi altında sömürgeci-sömürücü devlet iktidarı bütün kurumları tek elde toplayıp, askerden bağımsız olarak kendine bağlı silahlı sivil güçleri örgütleme çabasını bitirme noktasındayken, “Korona sonrası hiçbir şey, korona öncesi gibi olmayacaktır” iddiası gerçekten ne anlatıyor, anlayan var mı?

****

İnsan aklının (zihninin) herhangi bir şeyi ya da bilgiyi onaylama veya reddetme gücü ve yeteneğine sahip olmadığını ve bu nedenle “kesin bir doğruya” erişmesinin mümkün olamayacağını ileri süren Septisizm’e (şüphecilik, kuşkuculuk) düşmeden; doğruluk düzeyi zaman mekân ve koşullarla sınırlı olduğu için kendini abartan bilinemezcilik’in (agnostisizm) tuzaklarından kaçarken sadece deneysel olanı gerçek olarak kabul eden ampiriokritisizme yakalanmadan; idealizme bulaşmadan gerçeği görme çabası sanıldığından da zordur elbette.

Bütün zorluğuna rağmen yine de yeni düşünce ve davranış süreçleriyle ilişkimizi “sorgulama” temel kavramına bağlı olarak biçimlemek, değişim kavramını ‘biçimle’ sınırlı tutmadan, ‘içeriğe de’ uygulamak her birimizin asli görevlerinin belki de en başında yer almalıdır.  

“Komünistler, görüşlerini ve hedeflerini gizlemekten nefret ederler” diyor Komünist Manifesto.  “Amaçlarına ancak var olan tüm toplumsal koşulların zor yoluyla ortadan kaldırılmasıyla ulaşılabileceğini açıkça duyururlar” diyerek mücadelenin devrimci zora dayanacağını bildiriyor.  

Sanki bizim dışımızda bir dünyadan söz ediyorlar Marks ve Engels.

“Egemen sınıflar bir komünist devrim korkusuyla tir tir titresin. Proleterlerin zincirlerinden başka yitirecekleri bir şey yoktur. Oysa kazanacakları koskoca bir dünya vardır. Bütün Ülkelerin İşçileri, Birleşin!” diyor Komünist Manifesto son söz olarak.  

O kadar azız ve o kadar çok örgüt ve grup içerisine dağılmışız ki! Ve kim ötekinden çok farklı şey söylüyor, ve bu farklılığın anlamı var mı?

“Komünistler, her yerde bugünkü toplumsal ve siyasal düzene karşı her devrimci hareketi desteklerler. Komünistler, bütün bu hareketlerde, o sırada ne ölçüde gelişmiş olduğuna bakmaksızın mülkiyet sorununu her bir hareketin başta gelen sorunu olarak öne çıkarırlar” diyen Komünist Manifesto’yu gerçekten anlayabildik mi?

*****

Çoğu zaman ben de yanıtlayamadığım kendi sorularımın ağır yükü altından kalarak eziliyorum. Biliyorum, yakın çevrem ile olan diyaloglarda da tarihimize ilişkin bilgilerin yorumlarında da, geleceğe ilişkin yorumlarımızda da zamanla birbirinden çok farklı uçlara savrulabiliyoruz. Ve, aynı konuda konuşurken kullandığımız ortak sözcüklerin bile zaman zaman anlam içeriği bağlamında hiçbir benzerliği taşımadığını görerek şaşırıyoruz.

Geçmişte aynı politik saflarda yer alırken “yoldaş” diye hitap ettiğimiz kişiler, politik düşünceleri bizimkinden farklı yönelişe girince neden “dönek” sözüyle aşağılanıyor; ya da tersi, eskiden karşı karşıya düşmanca ilişkiler içerisinde olduğumuz bir kişi, “doğru yolu” bulup bizim saflarımıza katılınca neden eski yoldaşları “davadan döneni vurun” diyebiliyor?

Her koyun kendi bacağından asılırmış, doğru elbette. Kasabın bıçağı altında kellesini kaybetmiş olan her koyun, satırla parçalanmayı beklerken bedensel olarak kendi bacağından asılır. Peki, sonuçta onların kendi bacağından asılarak tek tek ölümü koyunların bütününün satış gelirinin kasabın cebine girmesini engeller mi?

Ama toplumsal sorumluluklarımızı soyutlayarak bireysel kutular içine kapatmaya çalışan bir anlayışın ürünü olarak kullanılmıyor mu bu söz.

*****

Yazılarımı takip etmek zahmetine katlanan yüreği ışık dolu insanlar, sıkça yazılarımın uzunluğundan şikayetçi olmaktadırlar. Günümüz koşulları içinde değerlendirildiğinde kesinlikle haksız da sayılmazlar.

Biliyorum, kitle iletişim araçlarının devasa boyutlarda geliştiği ve günlük yaşamımızın her alanına fazlasıyla girdiği çağımızda yazılarım haylice uzun. Günlük alışkanlıkları değişen/değiştirilen günümüz insanı, artık, en derin bilgilerini ve duygularını ünlü düşünürlerin aforizmalarıyla, özlü sözlerle, (vecize) aktarmaya “alıştırılırken”, uzun yazıp, sıkça tekrarlarla derdini anlatma çabası içerisinde yırtınan benim gibi yetenekleri haylice sınırlı insanların uzun yazıları insanları boğuyor. Biliyorum.

Ama bunun yanı sıra neoliberalizm denilen emperyalist çağın kitleleri yönlendirme araçlarının insan ilişkilerini sokmaya çalıştığı bataklığı da aklımın yettiğince görüyor ve direnmeye çalışıyorum.

En yakın dostumuza bile yazarken, fazladan iki tık parmak oynatıp mesaj iletmek zor mudur ki “barış” anlamına gelen “Selam” sözcüğünü, hiçbir sözlükte yer almayan ve ses üretme yeteneği olmayan uyduruk bir sembol olan “slm”  ile değiştirelim?

En derin duygularımızı, kullanımımıza sunulmuş olan “smail”ler ile ifade etmek acıların paylaşımı açısından yetiyor mu gerçekten?

Evet okunacak çok şey var ve insanlarımız hepsini okumaya çalışıyor. Elbette eleştirilecek bir istek, kötü bir duygu değil bu. Ama giderek, ancak bir bütün içerisinde anlam kazanabilecek aforizmaları edebiyat yerine koyarak, kuşatılmamıza izin verdik.

Örneğin materyalizmin “var olduğum için düşünüyorum” sözünün tam da tersine, Descartes’in “düşünüyorum, o halde varım” sözünün, onun Kartezyen metafizik felsefesinin ilk ilkesi olduğunu atlar geçeriz. Bu türden aforizmaları, devrimci söylemlerimizi süslemek için sıkça kullanabiliyoruz. Oysa bu söz idealist felsefenin güçlü bir sloganıdır: “Varoluş bağlamında düşüncenin esas olduğunu; düşüncenin dışındaki nesnel dış dünyanın varlığının ise kuşkulu olduğunu” iddia eder.

“ ‘İnsanoğlunun varoluşunun anlam kazanabilmesi için ne yapması gerekirdi?’ sorusuna bir sav-söz ile yanıt vermek gerekirse, ‘Üretiyorum, öyleyse varım’ demek daha doğru olurdu. Buradaki ‘varım’ sözcüğü de ‘insan olarak varoluşum anlam kazanmıştır’ anlamına gelirdi. Ancak iş Descartes’ın sav-sözündeki ‘varım’ sözcüğüne gelince durum çok farklı, hem de kökten farklı!“ (Prof. Dr. E. Rennan Pekünlü.Düşünüyorum Öyleyse Varım’ Sözü Üzerine. Bilim ve Gerçek. Sayı 132. Şubat 2015)

***** 

Tepkisel duyguların dışavurumları da zaman zaman benzer iç çelişkileri yansıtır. Anlık kararlarla ortaya atılan iddialar bazen amacına aykırı sonuçlar da üretebilir. Burada da sorgulamanın öneminin altını çizmek gerekir.

Sürgünde yaşayanların, yani ülkesinden kaçmak zorunda kalanların göç ülkelerinde sıkça başlarına gelen şeydir ülkede kalanların “kaçkınları” küçümseyen halleri. Devrim kavramını sadece “siper savaşı” gibi anlayan bir kısmı ise, “saha burası, buraya gelin de öyle konuşun” türü söylemleri sıkça tekrar eder.

Bunu Marksistler, kendi yoldaşlarına yönelik söylediğinde, içerikten yoksun, anlamı muğlak bir çelişki üretirler her zaman. Sık sık da komik düşme hallerinin ifadesidir. Aslında psikolojik bir tepkidir çoğu zaman, ya da Köroğlu, Dadaloğlu türküleriyle devrim ateşini yaşatan komünist olmaktan haylice uzak halkçı tutumların  yiğitlik süslemeleri ile dökülür bu duygu ortaya.

İlginçtir, Marks ve Engels, bu iki Alman’ın Almanya’dan kaçarak Fransa ve benzeri ülkelerde sürgün olarak kaldığını; Marksın daha sonra gittiği İngiltere’de, yoksul bir yaşam içinde devasa eseri Kapital’i üreterek, sürgünde öldüğünü unuturlar çoğu zaman.

Devrime ilişkin tartışmalarımızı süsleyen (ama ne yazık ki sadece ‘süsleyen’) alıntılar yaptığımız Lenin, Troçki, Rosa Luxemburg gibi pek çok devrimcinin yıllarca sürgünlerde yaşamak zorunda kalması, onlara yönelik bir tepkiyi üretmez zihnimizde.

Çoğu kez yüksek tonda ajitasyon yapmak için kullandığımız “Akın vaaarrr, güneşe akıııın!!!” gibi müthiş satırların yazarı şair Nazım Hikmet de, sözümüzün görüntüsü Yılmaz Güney de, sesimizin görüntüsü Ahmet Kaya da… Ülkelerinden kaçanlarımız arasında yurtdışında ölen örgüt üyemiz İstanbul Tabipler Odası sekreteri Dr. Şakir Derkut (27.03.2001.Berlin) gibi isimler de, yurtdışında öldürülen Bülent Yaman (30.12.1985. Lozan) gibi isimler de, cezaevinden kaçıp Filistin topraklarında ölen idam mahkumumuz Kemal Ergin (05.1981) gibi ya da cezaevinden kaçıp çok genç yaşında Hamburg’da hastalıktan ölen Ergün Bay (28.02.1998. Hamburg) yoldaşımız gibi çok sayıda yoldaşımız bu hareketin onurunu son nefeslerine kadar taşımışlardır.

Neyse, sorgulamaya devam edeceğiz vesselam.


Xwe Metin Ayçiçek – 28.05.2020

Tags:


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑