Yazarlar

Published on Eylül 20th, 2020

0

Yalnızlık ve yalnızlaşma– Muazzez Uslu Avcı

Bazen kendine gider insan / onca kalabalık varken / bir üretim bandından geçermiş gibi / tek tipleşmiş yüzler / değmez insan gözleri birbirine / Yalnızız kendimize bile…

“Yapayalnız olduğunu fark etmekten korkan o kadar çok insan var ki” diyor Andre Gide, “en sonunda kendilerini bulmaya hiç uğraşmıyorlar”.

Yalnızlık şairlerin beslendiği bir melankoli kaynağı mıydı, ya da romancıların sık sık karakterlerini betimlemekte başvurdukları bir yeraltı gizi miydi? Tercih mi, zorunluluk mu, dışlanma mı?

Melankolik metinlerin başrol oyuncusudur yalnızlık. Toplum ve çevresinde anlaşılmamak, hayal kırıklığı, insanlardan bıkmak, yabancılaşmak gibi bir sürü anlam yükleyebiliriz yalnızlığa…

Toplumsal bir varlık olan, birbirinden ayrı duramayan, birbiriyle üretim ilişkisi içinde olan, birbiriyle alışveriş içinde olan, bazen ortak refleksten hareketle bir haksızlığa kafa tutan insan niye yalnızlığı kutsar ki?

Yalnızlık, yalnızlaşma, insanın kendi iradi seçimi dışında, sistemlerin zoru ve dayatması ile tecrit edilme, sürgün edilme, baskı rejimlerinde konuşma ve insan etkinliklerinin sınırlanması ile de olabiliyor. Ancak kişinin kendi iradesi ile seçtiği ve hatta haz aldığı yalnızlıkla dayatılan yalnızlık arasındaki fark; özgürlük ve tutsaklık arasındaki fark gibidir. Kendi seçtiğin yalnızlık, kendi başına kalmanın hazzı, hayatın tortularından süzülmek ve rafine durumunun sadeliği içinde kendini bulmak lezzetidir.

Diğeri sistemlerin dayattığı; sansür, kısıtlama, tecrit, mahkumiyet ve sürgünler ile olan yalnızlıklar. İnsanın içini en çok buran ve boşluk hissinin en çok duyulduğu dışarıdan etkiyle zorlanan yalnızlıklardır. Hiç bir sürgün yoktur ki, sılasının, ailesinin, özlemini çekmeden içinde bulunduğu durumdan hoşnut kalsın. Görüş ve düşüncelerinden dolayı vatanını terk etmek zorunda bıraktırılmış, nice sürgün vardır ki; yüzlerine bakmakla bile iç burukluklarını ve sızılarını hissedebilirsiniz.

 O koca şehrin kalabalığı bir uğultudan öte gitmez onun için, caddelerdeki insan seli kimi zaman onu dibe çeken, kimi zaman kıyılarında sürükleyen sel boğuntusundan farklı değildir.

Efendim bir de bilge insan yalnızlığı seçermiş. Doğrudur, bilge insanın yalnızlığa değil daha çok zamana ihtiyacı olduğu için kendi kendiyle başbaşa kalmaya ihtiyacı vardır. Çünkü o hep bir üretim içindedir de ondan. Yalnız değildir, gerektiğinde insanla kaynaşmasını da bilir. Yoksa diğer insanlardan daha fazla bildiği ve düşündüğü için onları küçümseyen bir kibir değildir onun ki.

Yalnızlık her ne kadar tercih temelli olsa bile altında yatan en büyük sorun ekonomik sorun olmalı. Yalnızlığı seçenin kendi ekonomik sorunu değil bu tüm toplumu saran bir ekonomik sorundan bahsediyoruz. İnsanlar zor koşullardan geçerken toplumun zam zulüm altında sıkıntı yaşadığı dönemlerde oluyor bu genellikle. Gittikçe daralan ekonomik sıkıntı, elinde kendi ve ailesinden başka bakabileceği maddi gücü kalmayan biri, kıt kanaat olma halini de başkasıyla paylaşmak istemez. Ancak daha zora düşmüş bir tanıdığı ondan borç ister. Yok diyebilmenin sıkıntısını yaşasa bile karşısındakine inandırıcı gelmez. Bu durumu bir kişiyle değil, bir çok kişiyle yaşar. Onlara da ”yok valla anca kendimizi geçindiriyoruz” der ama çoğunlukla inandırıcı olmaz. Bir değil, iki değil, daha fazla ezilmemek için herkesten kaçmaya başlar, yalnız olmanın daha iyi olacağını düşünür ve kendini çevre olarak sınırlar.

Bir başkası kendinden isteyenlere yok diyemediği için elindekinin bir kısmını verir. Verdiği yakını bir ay içinde ödeyeceğini söyler malum çoğumuz yaşamışızdır bunu. Ne borç ödenir ne söz tutulur. Ve bu başka ilişkilerle tekrar eder. Bir hafta sonra, iki hafta sonra verilen sözler tutulmaz. Elinde avucunda bir şey kalmayan bakar ki, hem elindekini hem de arkadaşını kaybetmiştir. Bunu açık yüreklilikle söylemez çoğu ”ödeyecek durumum yok kusura bakma!” demez, kaçar, tanımamazlıktan gelir… Eh bunları yaşayan biri de kullanıldığını düşünüp güven kaybı yaşar daha fazla kırılmamak için içine kapanır, yalnız kalmak daha iyi der. Bu sosyolojik vakaların örneği çoğaltılır.

Bir de varlıklı olup paylaşmayı sevmeyen yakınlar vardır, bunlar zaten kendi eşitleriyle bir grup halinde yaşarlar…

Ve yoksulluğun boyutu büyüdükçe insanlar sıkıntıyı birbirinden çıkarmaya çalışır. Yalan yanlışlar çoğalır, insanlar hep birbirini aldatma halindedir. Ticari aldatma, borç alıp ödememe, durumu kurtarmışlar ve kurtaramamışlar arasındaki hınç… Bir zaman sonra ilişkileri zedeler ve yüz göz olma başlar. Gücü olan yalnızlaşmayı seçer, gücü olmayan zaten doğal olarak yalnızlığın kucağına itilmiştir. Çünkü o’na bulaşan onun durumunu görmek zorundadır da. Bu yüzden kaçarlar çukurun içindekinden. Çünkü kendilerinin de o çukura düşme korkusu başlar…

Kadın erkek ilişkisindeki yalnızlaşmaların temelinde önce ekonomik sorunlar var. Evlilik şirketleri de piyasa şirketleri gibi girdiden çok çıktı varsa çöker. Yetmeyen ekonomi, karı kocanın birbirine kusurlarını gösterir. Sonra şiddetli geçimsizlik, eldekileri paylaşma dövüşü, sonra ayrılık. Çoğunluğu bundan sonraki hayatlarını yalnız yaşamayı seçer. (Bu örnek yoksul aileler için değil daha çok orta sınıf içindi.)

Yoksulluğun yalnızlaşma gibi bir derdi yoktur. Onlar zaten bir sınıfın itilmişleri olurlar. Onlar da kendi arasında geçinemez ama paylaşacakları ve kaybedecekleri şeyler çok önemli şeyler olmadığı için çok fazla uzaklaşmazlar birbirinden. Çünkü bir ekmeği paylaşmak bir arabayı paylaşmaktan daha kolaydır.

Velhasıl, yalnızlık biraz orta ve üst sınıfın melankolisidir. Eğitimli insanlar için de geçerli ama eğitimsizler genellikle toplu halde yaşamayı tercih ederler.

Diğer taraftan yaşadığın toplumun içinde olduğun halde kendini yalnız hissetme durumu vardır: Toplumun sistemleştirilmiş, edilgen tek tipçi davranışı içinde kendi öz iradenizle koyamadığınız tavırlar ve davranışların kısıtlanması ”öteki” olma durumunuz. Dilinizin, kimliğinizin baskılanması, toplumun içinde marjinal kalmak ve istesen de iletişime geçememekten doğan yalnızlıktır bunlar…Haz duyulan yalnızlık terk edilmek değil, insanın kendini iradesiyle seçmesidir.

 Bir de insanı boğan acı ve hüzne gark ettiren yalnızlık vardı ki; bu en çok toplumsal dejenerasyonlarla oluşan, bireysellik ile taçlandırılan fakat sanki özgürlükmüş gibi tekliğin dayanılmaz ağırlığıdır. Çünkü kimse kimsenin umurunda değil, herkesin önce ben’i vardır. Bencillik, kıskançlık, birbirinin üstüne basıp geçmek, kendinden başka diğerlerini yok saymak ve… Bir gün o tekliğin, boğucu karamsarlığın boşluğunda sallanan öznenin hiç’e düşüp düşmeme arasında gidip gelen dayanılmaz ağırlığı en acı yalnızlık olmalı…

Tercihle gelen yalnızlaşma ile, dayatılan, sürgünlükler ve tecritlerden doğan yalnızlık aynı şey mi? Ayrıca bir de toplum ile uyumu bozulan içinde sürgünler yaşayan yalnızlar var, aynı toplumun içinde olup ve aynı acıları yaşayan ama o acıları yaşatanlara karşı bir araya gelmek yerine, birbirinden kaçan, birbirine değmekten korkan, diğerini yük olarak gören yalnızlar… Tercih edilen yalnızlığın dışındaki yalnızlıklar, belki yalnızlaşma insanın insandan umudunu kesmesindendir, kim bilir…

Tags:


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑