Makaleler

Published on Ağustos 11th, 2020

0

Yine de işçi sınıfı, yine de ezilenler – Mustafa Kumanova

Günümüzde neoliberallerin amacı nedir? Sadece parayla ilgilenmemiz değildir, aynı zamanda para tarafından da tüketilmemizdir. Para haricinde hiçbir şeye zamanımızın kalmamasıdır. Toplumsal düzeni sarsacak ya da hatta altüst edecek veya toplumun üstyapısını tamamen değiştirecek türden politika gibi şeylerle ilgilenmememizdir. Nasıl olsa egemen sınıf tarafından bize politikaya bulaştırılmış ilgilenilecek kimlikler verilmiştir. Bunun haricinde toplumun üstyapısına tehlike oluşturabilecek herhangi bir ilgi ve örgütlenme ezilenin kendi potansiyelini ve böylece bir araya gelebilecek ezilenlerin nasıl bir güce sahip olabildikleri ihtimalini gün yüzüne çıkartacağından ezilenlerin tarihsel sefaleti beyinlerinin para sayma makinesine çevrilmesiyle kanıksanır ve umutsuzluğa dönüştürülür. 

Ve de “en sonunda, insanın ayrılmaz parçası olan her şeyin alışveriş ve pazarlık konusu olduğu zaman gelip çatar.

Bu, o zamana kadar el değiştiren fakat ticaret konusu olmayan, erdem, duygu, kanaat, bilgi ve bilinç gibi şeylerin de ticaret konusu olduğu bir zamandır. Tek kelimeyle her şey ticaret konusu oldu. Bu genel kokuşma ve evrensel ölçekli alış – veriş dönemidir. Eğer ekonomik terimlerle ifade etmek gerekirse, bu, maddi olsun manevi olsun, her şeyin gerçek değerinin saptanması için pazara getirildiği bir zamandır.” (Karl Marx, Felsefenin Sefaleti)

Evet, neoliberalizm erkek ve kadınların karşısına günlük hayatlarında binlerce zorluk ve çatışmalar çıkartır ve bu zorluk ve çatışmalarla baş etmenin yolunun bir tek paraya sahip olmak olduğunu bir gerçeklik olarak dayatır. Bizi kölelere dönüştürür. Bizler artık “piyasanın koşucuları”yızdır. Yarışmaya ve rekabet etmeye zorlanan koşucular. İş yerinde, okulda, evde ve her yerde. Birbirine çıkar ve para için her fırsatta çelme takan, birbirini gammazlayan, birbirine yalakalık yapan, statü, terfi ve maaş çekleri için tüm insani değerleri bir çırpıda satan, eğilen bükülen, boyun eğen koşucularızdır.

Statülerimiz ve maaş çeklerimiz ne olursa olsun bizler piyasanın köleleriyizdir. Bizler varlıklı bir avuç seçkinin haline şükreden ve kaderine rıza gösteren hizmetçileriyizdir. 

Ancak unuttuğumuz bir şey var! İnsan sadece düşünen çıkarcı bir varlık değildir, aynı zamanda şiirsel bir varlıktır! Ve bu şiirsellik doğasında vardır. Boyun eğmeyen, el etek öpmeyen ve teslim olmayan bir şiirsellik. Mücadele eden, devrimci bir şiirsellik. Belki de bu şiirselliği kaybetmektir bize pahalıya mal olan.

Bize pahalıya mal olan unuttuğumuz ve bize unutturulan işçi sınıfı kimliğimizdir. 

Aslında işçi sınıfı devrimci kimliğinden uzaklaşmamıştır… 1970’lerin meydanları hınca hınç dolduran yumrukları havada kadın ve erkek işçileri bir yerlerde hala yaşamaktadır. Yaşadıkları bilindiğinden isyan ve başkaldırı meşalesini yeniden alevlendirmelerinden korkulduğu için devrimci kimliğinden uzaklaştırılmıştır. İşçi sınıfının devrimci özelliğinde bir gerileme yoktur, sadece bir kimlik bunalımı yaşamaktadır. Üzerine burjuvazinin geçirdiği kimlikler devrimci karakterini örtmektedir. İşçi sınıfını kendine ve devrimciliğine yabancılaştırmıştır.

Kendine bir kere yabancılaşan ise, artık kendini kendine bile itiraf edemez. Geriye sadece korkunun neferi olmak kalır.

Oysa bir zamanlar korku devrimcilerin semtine dahi uğrayamazdı… “Bazı yöneticiler ve ustalar, işveren adına işçiye ağır baskı hatta şiddet bile uyguladıklarını duyar olmuştuk. Diğer yandan yemekler dışarıdan fason olarak getiriliyor, besin değerinden yoksun bu kötü kalitesiz yemekler yüzünden işçi aç kalıyor, bu nedenle birçok kez yemek boykotu yaptığımız bile oluyordu. Zetip’e uzak semtlerde ikamet eden işçiler, servis aracının bir adet ve yetersiz olması nedeniyle soğuk kış günlerinde yağmurda çamurda çok zor şartlar altında işyerlerine ulaşmaya çalışıyor, özellikle kadınlar çok zahmet çekiyorlardı. Ancak, sanıyorum bizim vicdanlarımıza isyan bayrağı açtıran en önemli olaylar, arkadaşlarımızın gözlerimizin önünde el-parmak-kol gibi organlarını makinelere kaptırıp çaresizce bağırıp çağırıp feryat ederek giderken arkalarında akıttıkları kandı. Oysa işçilere iş yasasının bir hak olarak öngördüğü İşçi Kimlik Kartları verilmiş olsa, herkes kendi vasıflarına uygun alanlarda çalışacak, nispeten “iş kazaları” azalacak, en azından akan kan duracaktı. Bu ve buna benzer birçok sorunu yetkili sendikanın sarı temsilcilerine anlatmamıza rağmen, sorunlarla ilgili çözüm üretip, yasal haklarımızın takipçisi olacaklarına , kayıtsız kalmayı yeğlemişler, verdikleri hiçbir sözün arkasında durmamışlardı. Devrimci Kimya İş Sendikasında yaptığımız geniş katılımlı toplantı ve değerlendirmeler sonucunda sendikayı değiştirmeye karar verdik. Bu kararı verirken esas olarak bunun köklü bir çözüm olmadığını, mevcut sistemde sarı sendikadan kurtulup bir başka ve daha ilerici işçi haklarını savunduğunu iddia eden bir sendikaya geçmenin gerçek bir çözüm olmayacağını, devrimci bir işçi denetiminin ve devrimci sendikal bir muhalefetin sendika yönetimlerinde işçileri söz yetki ve karar sahibi kılacak bir çalışmanın esas alınması gerektiği konusunda uyarılarımızı ve şerhimizi koymuştuk. Artık çalışmalarımızı ağırlıkla işçileri birebir ikna süreçleri ile yeni sendikaya üye kaydına yönlendirdik. Bakırköy Yenimahalle’de bulunan Disk’e bağlı Tekstil Sendikasının şubesinde yönetim VP’lilerin elindeydi. Muhalefetteki TSİP’lilerle yönetimi ele geçirme çatışmaları yaşanıyordu. Bizim ise işverene karşı hak ve hukukumuzu savunacak bir sendikaya ihtiyacımız vardı. Kendi aralarında yönetimi ele geçirme çatışmalarıyla enerjilerini boşuna tüketmemelerini söyleyerek bizim mücadelemize katkı sunmalarını istedik. O vakitler yanılmıyorsam K. Budak şube başkanıydı. O da kendini bir miktar yalnız ve yıpranmış görüyordu. Bizim enerjimizle kısa sürede kendisini toparladı ve bizden desteğini esirgemedi, dahası yanımızdan da hiç ayrılmadı. Bizler sıkı bir çalışmayla kısa sürede mükemmel bir iş çıkarmış, önemli sayıda bir işçiyi yeni sendikaya üye yapmıştık. Gece gündüz ev ev dolaşıyor, işçileri ikna sürecine tabi tutuyorduk. Bazen “düşünmem gerekir” diyenler olduğu gibi, hiç düşünmeden “geç bile kaldınız”diyerek tereddütsüz üye kaydına imza koyanlar oluyordu. Bu çalışmalar bir yandan devam ederken, kuşkusuz birtakım pürüzlerde çıkmıyor değildi. Bizim bu çalışmalarımız giderek aleniyet kazanırken, başta sarı sendika ve temsilcileri, diğer yandan işveren bu örgütlü çalışmadan son derece rahatsızlık duyuyorlardı. Bu gidişata dur diyebilmek için her fırsatı değerlendirmek istiyorlardı. Muhafazakâr eğilimli beş vaktini kaçırmayan bazı ustalar, her Cuma camiye ibadetine giderken, işveren adına yaptıkları baskılar sonucu motivasyon eksikliği yaşayan bedenlerinden bazı uzuvlarını kaybeden, kan revan içinde kalan işçilerin durumu karşısında “kader” diyerek üç maymunu oynuyor, kimi usta ve yalakaları ise ırkçı faşist yapıları nedeniyle işçi üzerinde kölelik düzenini hüküm sürüp, işçinin nefes almasına izin vermiyor, hatta zayıf gördüklerine karşı şiddete başvuruyorlardı. Tabi bütün bunların yanında işçilerin içine sızmış patron yardakçısı muhbirler vardı ki bunlar en zararlılarıydı. Sendika değiştirme ve üye kaydı çalışmaları bir yandan sürerken, diğer yandan bu çalışmaları baltalayan, emek düşmanı bazı kişilere de hadleri bildiriliyordu. İşçiye hakaret eden, hor bakan, o nu köle gibi görüp üzerinde çağdışı baskı uygulayan, cinsel istismarda bulunan, her alçağın layık olduğu gibi burnu sürtülüyordu. Her biri birkaç gün rapor alıp, bilahare çıkışlarını alarak çekip gidiyorlardı. Kimileri ise hakkaniyet şartlarında vazifelerini sürdürerek, yaptıkları yanlışlarla ilgili özürlerini dileyerek normal hayatlarına ve çalışmalarına devam ediyorlardı. Zetip’teki mücadelenin her sahası gönüllülük temelindeydi. Herkes en geniş katılım ve tartışmalarda demokratik olarak yapılan durum değerlendirmesi sonucu aldığı sorumluluğu ve görevi yerine getirmekle yükümlüydü. Bütün çalışmalarda karşılıklı saygı ve sevgi esastı. Bir yandan “işçiye kalkan eli kırarız” diyerek propaganda yapılıyor, diğer gün o el kırılıyordu. Devrimciler işçinin gözünde söylemi-eylemi bir, tutarlı, korkusuz ve cesur insanlar olarak görülüyordu.” (Aktaran: Erdoğan Resimci, Sefaköy-Zetip Fabrikası Direnişi)

Kısacası, en başa ve en basite dönmek zorundayız. Kavramları en başından en basit şekliyle yeniden ele almak ve işçilere ve ezilenlere anlatmak zorundayız. İşçi sınıfının ne olduğunu ve ne olmadığını tüm dünya işçilerine hatırlatmak zorundayız. Kafa ve kol emekçileri arasında “takip edilmesi gereken öncüler,” “takip etmesi gereken işçiler” ayrımcılığını kaldırmalıyız. Tüm işçileri ve ezilenleri doğrudan demokrasiyi uygulayarak karar alma mekanizmasına dahil etmeli ve hesap verebilirliği bir araya gelmenin temel ilkesi haline getirmeliyiz. Tek bir işçinin itirazını dahi kale almalıyız. Doğrudan demokrasiyi ilk önce kendimizde, tahammülü ve hoşgörüyü ilk önce kendimizde uygulayıp, devrimi ilk önce kendimizde yapmalıyız.

Amacımızın ise mutlak iktidarı ele geçirmek değil tüm dünya iktidarlarını yerle bir ederek “yeryüzünü vatan, insanlığı millet yapmak” olduğunu haykırmalıyız! 


Mustafa Kumanova – 11.08.2020

Tags:


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑