Makaleler

Published on Kasım 2nd, 2020

0

Yoldaşça Sohbetler (5): Umut var mı? – Cengiz Türüdü & Naim Kandemir

“Karanlığın en koyu olduğu ân, şafağa, gün doğumuna en yakın ândır. Hayat varsa umut var. Çünkü hayatın bir tarafı ölmekte olanı temsil eder, bir tarafı doğmakta olanı, diri olanı temsil eder. Bu hayatın, doğanın değişmez kanunudur. Yeni, bir yerden uç verir, bir yerden filizlenir. Yeniyi görenler, yeniye inananlar, yeninin istikâmetini fark edenler, buna bağlı olanlar, buna yürekten, bilinci ile kalbi ile ahlakı ile bağlı olanlar karanlığın bir gün yenileceğini bilirler ve karanlığa karşı mücadeleden vazgeçmezler. Bütün karanlıkların sonu aydınlıktır. Bütün dünyada böyle olmuştur. Her gecenin sonu sabahtır. Ve sabahın sahibi vardır!”

***

Naim- 9.5.2019 tarihinde seninle yaptığımız diyalogda* 23 Haziran İstanbul yerel seçimi için şöyle demiştin:

Toplumda gelişen protestolardan sonra bu seçim siyasi bir tepki olmaktan çıktı, vicdani bir tepkiye dönüştü. Dolayısıyla bu 23 Haziran seçiminin sonucu toplumun vicdanının dışavurumu olacak ve 23 Haziran seçim sonucu siyasal sonuçtan daha çok vicdani bir sonuç olacak ve bu, Türkiye’de yeni bir dönemin başlangıcı anlamına gelecek. Vicdan kazanacak.

GünümüzdeAKP tabanında bir kesim artık şaşkınlık ve çaresizlikiçinde. Bu kesim, partinin kuruluşundan bugüne geldiği çizgiden rahatsızlık duyup Allah ıslah etsin diyerek de partiyi doğru yola getiremeyeceğini bildiğinden şaşkınlık içinde çaresizlikten kıvranıyor. Ama tüm bunları bilse de o kesimin büyük çoğunluğu, sandık önüne gelince yine gidip AKP’ye oy veriyor. Bu hem ağlarım hem veririm hali nereye kadar sürecek?

Cengiz- Türkiye’de gelişmelere baktığımız zaman gidişat bütün toplum kesimleri için, özellikle ezilen kesimler için; aydınlar, gençlik, kadınlar, Kürtler, diğer dini inanç grupları ve diğer etnik gruplar için kaygı verici boyuta ulaştı. Türkiye’de geçmişte, Cumhuriyet döneminde el yordamıyla da olsa, tam yerleşmemiş de olsa az buçuk bir demokratik yapı vardı. 12 Mart’ta, 12 Eylül’de ve daha sonraki dönemlerde bu yapı tahrip edilerek iyice işlemez hale getirildi. Cumhuriyet; hanedandan, padişahtan yönetimi almış, Türkiye’de “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” anlayışına yönelik, halk egemenliğine yönelik bir devlet yönetimini gerçekleştirmek çabası içerisinde olmuştur. Biçimsel de olsa bu halk egemenliği için çabalar da vardır. Partiler kurulmuş, seçimler yapılmış, konferanslar, seminerler verilmiş, üniversitelerde araştırmalar yapılmış, tezler ileri sürülmüştür. Bu çaba hep sürmüştür. Türkiye’ye baktığımız zaman bu çabaların yarattığı bir birikim vardır. Bu birikimin, örneğin kültürel, entelektüel, ahlaki, sosyal yaşamla, kurumlarla, eğitim ve üniversite ile ilgili boyutları vardır. Cumhuriyet dönemine- bu döneme bir modernleşme dönemi olarak da bakılabilir- baktığımız zaman da bu birikimler belli bir düzeye ulaştı.

12 Eylül’den sonra bu aydınlanmacı laik, çağdaş yaşamı hedefleyen, bu birikimin yol açtığı sonuçlardan ürken egemen sınıflar; toplumun kapitalizm öncesi unsurlarıyla, geri Ortaçağ artığı tarikat şeyhleri ile ittifak halinde Türkiye’de aydınlanmaya son vermek, bu aydınlanmanın yol açtığı kanallardan beslenen sol damarı kesmek, laikliği tırpanlamak, çağdaş yaşamı ortadan kaldırmak, toplumu geleneksel bir kalıp içerisine sokmak çabası içerisinde oldular. Bunun için tarikatlar, dini cemaatler, dernekler, vakıflar kullanıldı ve bu yapılar kendi içerisindeki faşist dinci yapıların içinde bir koalisyon gerçekleştirerek belli bir güce ulaştı.

Şu an seçimle gelmiş gibi olsa da 12 Eylül’ün yol açtığı yıkımların bir sonucu olarak en sonunda bu tarikatlar, cemaatler, faşistler, dinciler koalisyonu iktidar bloku oldu. İktidar bloku olduktan sonra cumhuriyetin yarattığı modernleşme birikimi olan hukuki, eğitsel, kültürel, sosyal hayatla ilgili tüm birikimleri kazımaya, yok etmeye, köküne kibrit suyu dökmeye kalktı bu iktidar bloku.

Bugün bunu yapmak için de toplumu İslamileştirmek, toplumu aslına geri döndürmek, öze dönüş gibi laflarla toplum Ortaçağ karanlığı içerisine doğru çekildi. Buna uygun bir yeme-içme kültürü, sosyal davranış normları, kıyafetler ve sosyal hayatta törenler uygulanmaya başlandı. Bu şekilde yola devam edilerek yapılmak istenen aslında; çağdaşlığı, vicdanı, eleştirel akılı, çağdaş eğitimi yok etmek için bir çaba idi. Bu çaba içerisine maske takarak, takiyeyle, halkı Allah’la, Kur’an’la aldatarak girildi ve varılan bu yolun sonunda Türkiye bir yere getirildi ve orada tek adam, Başyücelik rejimi kuruldu ve bu Başyüce kararnamelerle ülkeyi yönetir hale geldi. Dolayısıyla çağdaş görünümlü bir biçimde padişahlık sistemi, monarşi yeniden kuruldu ama bu padişahlık sistemi, monarşi işlevi ortadan kaldırılmış bypass edilmiş bir parlamento ile gizlendi.

Eskiden milletin iradesi Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından temsil edilir, diyen anayasa hükmü fiilen ortadan kaldırıldı. Şimdi milletin iradesini tek temsil eden tek adam şeklinde bir fiili uygulama başladı. Bu halkın iradesinin hiçe sayılmasını, örneğin HDP’li belediyelere kayyım atanmasında görebiliriz. Bütün yasal hükümlere uyarak belediye başkanı seçilen insanlara bir süre sonra; ben seni beğenmiyorum, seni seçen halk oylarını beğenmiyorum, denilerek onun yerine kayyım atanıyor. Bunun hukuk dışı olduğunu aklı başında bütün hukukçular söylüyor. Bunu söylemek için sosyalist olmak gerekmiyor.

Bu kayyım ataması örneğiyle vardığımız Tek Adam yönetiminin yol açtığı bir çıkmaz var Türkiye’de. Bu ve bunun gibi uygulamaların sonucunda klasik anlamda cılız da olsa, kurumlar zayıf da işlese var olan demokratik, laik, parlamenter sistem işlevsiz hale getirildi. Parlamenter sistemin temel kuralı olan yasama, yürütme, yargı arasındaki ayrımlar, birbirini denetleme mekanizmaları ortadan kaldırıldı. Yasama, yürütme, yargı Tek Adam iradesi oldu. Bütün denetleme- denge mekanizması da ortadan kaldırıldı. Dolayısıyla Türkiye’de modernleşmenin mantıksal sonucu olarak varılan parlamenter demokratik, laik sistem fiilen son buldu. Bunun yerine hukuksuzluk, kuralsızlık, tehdit, şantaj, baskı, psikolojik savaş, cezalandırma, hapse tıkma yönetim yöntemleri haline getirildi.

Bütün bunlar toplumun vicdanını yaralayan şeyler. Toplumun birikimlerini ciddiye almayan, toplumun kültürünü, yaşama biçimini, değerlerini hiçe sayan bu gelişme toplumda vicdani tepkiye yol açtı. Bunu sadece AKP- MHP koalisyonundan memnun olmayanlar, sadece sağ karşıtı demokrat, sol güçler değil; kent muhafazakârları, liberaller bu açıdan büyük ölçüde AKP’ nin karşısındalar. Neye karşı çıkıyorlar? Hukuksuzluğa, zorbalığa, keyfi yönetime, tek adam yönetimine, halkın egemenliğinin yerini tek adamın egemenliğinin almasına, cumhuriyetin tekrar Osmanlı padişahları dönemine döndürülmesine, laik yönetimin tekrar teokrasiye, dinci bir yönetime döndürülmesine, dini Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığı ile devletin direkt kontrol etmesine, devletin dini forma büründürülmesine karşı çıkıyorlar.

Bu karşı çıkan cephe içerisinde siyasal tercihten öte bütün bunları belirleyen vicdan oluyor. Haksızlık, hukuksuzluk, demokrasi yıkıcılığı karşısında halk tepki duyuyor. İnsan hakları gaspı, özgürlüklerin gaspı, basın- düşünce özgürlüğünün ortadan kaldırılması… Bütün bunların karşısında halk bunlara tepki duyuyor ve bu vicdani problem oluşturuyor. Bu vicdani problem siyasi tercihin yerini alıyor. İşte 23 Haziran seçimini belirleyen böyle bir gelişme karşısında halkın duyduğu tepki, tedirginlik ve endişenin yol açtığı vicdani bir patlama ile sonuç bu oldu. Sonuç, iktidarı sarsarak iktidarın yenilmezliği biçimindeki metafizik bir kurguyu ortadan kaldırarak, iktidarın yenilebilir olduğunu, iktidara gelmek için demokrasiye inanan güçlerin, demokratik zeminde asgari müştereklerde birleşerek bu işi başarabileceğini 23 Haziran seçimleri, çok büyük bir katılımla gösterdi. Böyle bir sonuç yarattı. Yani vicdan, bu Tek Adam despotizminin, keyfiliğinin karşısında üstün geldi.

Bu sonucu sağlayan kesim içerisinde sadece solcular değil, AKP ve MHP’ye oy vermiş insanlar da vardı. Demokrasi isteyen, demokrasinin asgari koşulları olan düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğünden taraf olan, parlamenter sistemden umudunu kesmemiş ve partiler aracılığı ile parlamentoda temsil edilmesini isteyen kitle demokrasi zemininde birleşti. Ki bunları birleştiren vicdandı, insani duyguydu, ahlaki değerlerdi. Bütün bunların sonucu olarak vicdan, sonucu belirledi. Bunun Millet İttifakı’nın kazanmasından daha öte en önemli sonucu: Türkiye’de halkın vicdanı Tek Adam yönetimini, KHK’larla yönetilmeyi, halkın egemenliğinin bir tek kişi tarafından temsil edilmesi biçimindeki tiranlık anlayışını, cumhuriyetten tekrar monarşiye dönülmesini reddediyor ve tüm bu işleri vicdan aracılığı ile yapıyor olmasıdır. Bu da toplumun, kamuoyunun vicdanı oluyor.

İktidar tabanından bu tepkiye katılan şaşkın, çaresiz insanlar da var ama büyük bir katılım olmadı o kesimden. Onlar halen seçenek bekliyorlar. Bugün Türkiye’de toplumun kalbine, vicdanına dokunacak, toplumun somut talepleri etrafında bir program oluşturup; bunlar yapabilir, bunlar daha iyisini gerçekleştirebilir ve demokrasi getirebilir biçiminde somut, elle tutulur, gözle görülür bir somut seçenek henüz göremedikleri için, bu sağ tabandaki kitlelerde bir kopuş yaşanmıyor.

Örneğin 1970’li yıllardaki Ecevit’in “Karaoğlan” efsanesinin yaşandığı dönemdeki gibi, halkçı-demokratik bir seçenek görseler; bizi bu sorunlardan kurtarabilir, daha iyisini yapabilir diye hayatın gerçek taleplerinden kaynaklanan bir çözüm niyetine yönelik; bir kadrolaşma, bir ittifaklar koalisyonu görseler, o dediğin anlamda AKP tabanındaki şaşkın ve çaresiz kitleler büyük bir kopuş halinde bu ittifaka destek verebilir ve vicdan bu sefer de yeniden kendini ortaya koyabilir.

Naim- Rüşvete, hırsızlığa, yalana, talana, israfa, soyguna… karşı çıkmak her insanın üzerine farz olması gerekirken iktidarın inanan tabanından ülkenin ve toplumun getirildiği bu şartlarda hâlâ kayda değer bir itiraz gelmemesinin sebepleri nelerdir? Burada nasıl bir muhasebe yapılmaktadır ki; gözler görmemekte, kulaklar duymamakta, diller susmaktadır?

Cengiz- Türkiye’de bu iktidar bir İslami söylemle geldi. İslami terminolojiyi kullandı. Bu terminoloji içerisinde en yaygın olanı da; haram-helal, günah-şer, adalet, kötülere karşı durmak. Bunlar İslamın temel ahlak değerleri, temel düsturları. Bunlara baktığımız zaman; mesela haram en büyük günah. Para da helal kazanılacak, harcama da helal yapılacak. Helalden yiyilip içilecek, helalden servet sahibi olunacak; İslam bunu öngörüyor. Türkiye’ye bakıyorsun; AKP dönemindeki yolsuzluk, hırsızlık, rüşvet, kent talanları, doğa talanları Cumhuriyet tarihinde daha önce görülmemiş boyuta ulaştı.

YÖK eski başkanı Yusuf Ziya Özcan şöyle diyor: Hayatımda AKP döneminde son 10 yılda yaşanan yolsuzluk kadar bir yolsuzluk görmedim. Bunlar yolsuzluğu meşrulaştırdılar. Örneğin ilahiyatçı bir profesör, yolsuzluk haram değil kabahattir, dedi. Bunlar dini tamamen siyasete alet etmiş insanlar. Dini çıkarları için kullanan insanlar. Bir akademisyen bütün bu tür süreçlerin toplamına dinde yozlaşma ve yabancılaşma diyor.

Bunun sonucunda; dinen haram sayılanlarla helal sayılanlar ve at izi ile it izi birbirine karıştı. Helalin yerini haram aldı. Harama karşı mücadele farzken, dini maske olarak kullanan insanlar için bu dönemde haramın kendisi tarz oldu. Bir yaşama biçimi, formu haline getirildi. Bugün bakıyorsun AKP’nin yükselen burjuvazisi; rantlardan, teşviklerden, kayırmalardan beslenen iktidar aracılığıyla yaratılmış bu yandaş burjuvazi (çoğu eski taşra burjuvazisi) kıyafetiyle, yaşama biçimiyle, servet edinme ve servetini büyütme biçimiyle, hayatını haram üzerine kurmuş insanlar. Bu yandaş burjuvazi cemaatler, tarikatlardaki birçok insan için haramla varolmak, haramı ele geçirmek için çaba sarf etmek şeklindeki faaliyetler bu iktidar döneminde tarz haline geldi. Haram bu iktidarın bir yaşam tarzı haline geldi. Bunu söyleyenler sadece sosyalistler falan değil, makul dindar insanlar da söylüyor bunu.

Haramın tarz haline gelmesinin AKP’nin bütün ahlaki iddialarının tersine sonuç ortaya çıkması, bütün bu ahlak, dürüstlük, namus, Kur’an şuuru şeklindeki söylenenlerin pratikte geçersiz hale gelmesi; yerini kapkaç, rant paylaşımı, iktidardan pay alma, dalkavukluk, itaatkârlık, biat gibi İslam dışı, çağdışı, uygarlık dışı değerlerin bunların yerini alması AKP döneminde tarz haline geldi.

Bütün bunların AKP’nin tarzı haline geldiği bilinirken, birçok muhalif gazete ve televizyon bunların tarz haline gelmesini anlatırken, bu tarza ait her gün yüzlerce örnek ortaya çıkarken; bu AKP tabanındaki biat etmiş, eğitimsiz, cahil kitlelerin bunlara tepki göstermemesine şaşıracak bir şey yok! Niye? Bu kitleler neyi üretmiş? İnsanlar çalıyorlar ama çalışıyorlar, çalan bizimki, öteki gelse öteki çalacak, sonuçta bir şey değişmeyeceğine göre bizimki çalsın, mantığıyla çürümüşlüğü, ahlaksızlığı, istismarı, haksız servet edinmeyi ve ahlaki yozlaşmayı geliştirdiler. Bu kitleler bunu normal bulduğu için bu darülharp denen, İslam dışı denen bu laik Cumhuriyet’e karşı kendilerini savaş halinde gördükleri için, bütün bu olup bitenleri normal buluyorlar. Kendilerini darül İslam, yani İslam cephesi buluyorlar. Laik sisteme karşı yapılan her türlü haksızlığı darülharpe karşı yapılan mücadele olarak görüyorlar.

Bu eğitimsiz, cahil kitlenin büyük çoğunluğu tarikatların, cemaatlerin, dini dernek ve vakıfların etkisi altında. Bu insanların beyinlerini yıkamak, şartlandırmak için her gün yüzlerce TV kanalında yalan haber üretilip, gerçekler çarpıtılıyor, psikolojik savaşla, dini telkinlerle, şartlanmalarla, menfaatlerle bu kitleler göbekten iktidara bağlanıyor, biat ettiriliyor, aklını kullanamaz hale getirilip, meczuplaştırılıyor. Bütün bunların farkında olmasına rağmen bu nedenlerden dolayı hepsi de tepkisiz kalıyor. Sonuçta bunlar aydınlanmamış kitleler. Bunlar çağdaş yaşamın hizmetlerinden faydalanmamış, çağdaş yaşamın özgürlüğünü tatmamış kitleler. Bunlar özgürlük bilinci olmayan kişiler. Tepkisizliğin kaynağı bu.

Naim- Bu noktada muhalefette ne gibi maharetler olması gerekir?

Cengiz- Muhalefetin daha enerjik bir hale gelmesi, daha birbirine toleranslı olması, birbirini daha çok tolere etmesi, birbirini daha çok dinlemesi, deneyimlerini, fikirlerini, perspektiflerini birbiriyle daha çok paylaşması, birbirlerinde daha çok uzlaşma noktaları aramaları, daha çok birlik çabası içinde olmaları, mücadeleyi tabana, kitlelere yayan bir perspektif içinde, muhalefetin sokakta kendini var etme biçimlerini arayış içine girmeleri gerekiyor.

Burada sorun, geçmişteki hastalıklardan, dar grupçu, tekkeci anlayış yok edilerek; Türkiye’de gerçekten bağımsız yargı için, demokratik, Batılı anlamda bir burjuva hukuk devletinin, bağımsız parlamenter sistemin yeniden kurulması, düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğünün gerçekten güvence altına alınması, sivil toplum örgütlerinin örgütlenmesinin önündeki engellerin ortadan kaldırılması, sendikasızlaştırma sürecine son verilmesi, bu otoriter dinci, emek sömürüsünü aşırı hale getiren bu faşist, dinci rejime karşı bütün sivil toplum örgütlerinin, siyasal partilerin, ilerici demokrat meslek örgütlerinin, bütün sol partilerin, demokrat ilerici aydınlarla sürekli bir birlik noktalarını aramaları ve birliğe kendilerini zorlamaları gerekiyor.

Daha çok uzlaşma, daha çok birlik, daha çok mücadele perspektifi ile bir araya gelmeli ve bu iktidara karşı yüklenmeli. Şu yanlış: AKP-MHP koalisyonu çok hata yaptı, bu faşizm kendi kendini yiyecek, biçimindeki bir ilkesiz tutuma terk ederse, her şey kendiliğinden olacakmış şeklinde bir beklenti içine girerse, muhalefet hayal kırıklığına uğrayabilir.

AKP-MHP koalisyonu bitti, topluma söyleyecek hiçbir sözleri yok, toplumun hiçbir sorununu çözemedikleri açıkça herkes tarafından görünür hale geldi, bunlara karşı mücadele yükseltmenin, bunları bir an önce uzaklaştırmanın yollarını anlatmak; muhalefetin görevi bu. Halkın bunları göndermekten başka bir çaresi kalmadı.

Gazetede okudum. İktidar koalisyonunun küçük ortağı; iktidara karşı sokağa çıkarlarsa Hanya’yı Konya’yı görürler, başlarına ne geleceğini görürler, diye muhalefeti tehdit ediyor. Bunların en büyük korkusu sokak korkusudur. Daha doğrusu muhalefetin sokaklarda hayatın içinde yükselme korkusu. Bunlar sokaklarda, fabrikalarda, mahallelerde, köylerde, kasabalarda, illerde, üniversitelerde mücadelenin yükselmesinin böyle bir bilincin oluşmasından bile korkuyorlar. Bunların en büyük korkusu sokak korkusu. Çünkü bunlar biliyor; sokağın alevlenmesi, sokağın canlanması, sokağın hareketlenmesi bunların sonunu getirme sürecini hızlandıracak. Bunlar bunu hissettiği, gördüğü için, sokağın bunların işini bitireceğini bildikleri için, muhalefetin eylem gücü haline gelmesini baştan tehditlerle, polis gücüyle, yargıyı sopa olarak kullanarak, hapisane tehdidiyle, hapse atarak önlemeye çalışıyorlar. Daha doğrusu paçayı kurtarmak için pervasızlaşıyorlar.

Naim- Ülke ve toplum baştan aşağıya sorunlar yumağı içinde. İktidar bırak sorun çözmeyi, var olanı bile kırıp dökmekle meşgul. Hal buyken hâlâ umut var mı?

Cengiz- En karanlık dönemde bile umut var. Naziler dünyayı yakıp yıkarken, toplama kamplarında insanları alçakça gaz odalarında boğarak öldürürken, insanlara işkence yaparken, sadece 20 milyon Sovyet vatandaşını alçakça öldürürken hâlâ umut vardı. Ve o güçlü görünen, dünyayı ele geçirecek biçimde görülen o hegemon Nazi güçleri karşısında karamsar kalan insanlar umudun farkında değillerdi ve umudun farkında olanlar kazandı.

Bütün Avrupa’yı işgal etmiş, dünyaya terör estiren, dünyaya kan kusturan, insanlığa işkence eden alçak Nazi rejimi, bütün bu şaşalı-görkemli görüntüsüne rağmen Berlin sokaklarına, umudunu yitirmeyen insanların direnişi ile mücadelesi ile gömüldü ve başındaki katil Hitler de gizlendiği tünelde, sığınakta yüzüğündeki zehiri içerek karısı ile birlikte kendini öldürdü. Tünelde fare gibi, işkence ettiği, katlettiği insanların kardeşleri, çocukları tarafından intikam alınacak korkusu ile intihar etti. Bu böyledir…

Bir örnek vereyim: Bulancak’ta çok önceleri bir devrimci bana; Dünyada en son devrim olacak iki ülke var: ABD ve İran! İran’da SAVAK öyle bir rejim kurmuş ki devrim yapmak mümkün değil. Ancak bütün dünya ülkelerinde devrim olursa İran’da devrim olur, demişti. Bunu o zaman bana diyen o zamanki devrimci bir hareketin önemli adamlarından biriydi. Onun bunları demesinden 2 yıl sonra İran halkı -başka yanlış bir ideoloji ile ayaklandı gerçi- o Şahın yıkılmaz denilen rejimini paramparça etti. O her şeyi denetleyen işkence cinayet örgütü Savak’ın inlerine girdi ve başındaki adamı idam etti. Yıkılmaz denilen Şahlık rejimini paramparça edip toprağa gömdü.

Dünyanın ölümsüz kralı sanılan o Şah, İran halkına hükmettiği sanılan Şah uçakla gittiği ABD’de kabul edilmedi, Mısır’da öldü.

***

“İnziva Diyalogları”nda söylemiştik; Karanlığın en koyu olduğu ân, şafağa, gün doğumuna en yakın ândır. Hayat varsa umut var. Çünkü hayatın bir tarafı ölmekte olanı temsil eder, bir tarafı doğmakta olanı, diri olanı temsil eder. Bu hayatın, doğanın değişmez kanunudur. Yeni, bir yerden uç verir, bir yerden filizlenir. Yeniyi görenler, yeniye inananlar, yeninin istikâmetini fark edenler, buna bağlı olanlar, buna yürekten, bilinci ile kalbi ile ahlakı ile bağlı olanlar karanlığın bir gün yenileceğini bilirler ve karanlığa karşı mücadeleden vazgeçmezler. Bütün karanlıkların sonu aydınlıktır. Bütün dünyada böyle olmuştur. Her gecenin sonu sabahtır. Ve sabahın sahibi vardır!


Çanakkale- İstanbul

*Umut Diyalogları, Cengiz Türüdü & Naim Kandemir, Notabene Yayınları, 2020, sy.47

Tags: ,


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑