Makaleler

Published on Aralık 31st, 2021

0

Yusuf, Tufan ve emeğe saygı üzerine | İ. Metin Ayçiçek


Kurtuluş-Dev-Yol ayrılığının gerçekleştiği Şeh-Der toplantısında Dev-Yol’cu arkadaşların “Biz Mahir Çayan’ın bütün düşüncelerini aynen katılıyoruz” demelerine karşı, bunu reddederek yeni bir yol açma çabası içerisinde olan devrimci duruşumuz da “Geçmişin Eleştirisi” üzerine değil miydi zaten?

Tufan Gezer’in ve Yusuf Küpeli’nin ölümü üzerine yazdığım yazılara çok sevdiğim, saygı duyduğum bazı yoldaşların “onların emeğine teşekkür eden bir yazı yazdığım için” beni kınadılar. Bazı arkadaşlar gayet saygın bir üslupla da olsa beni “naif” olmakla tanımladı.

Elbette her okurun yazılarıma bire bir katılmasını hiçbir zaman beklemedim. Katılmadıkları düşünceler de olacaktır doğal olarak, karşı çıkacakları düşünceler de. Çünkü bunca yıl süren yenilgilerden sonra geçmişi sorgulayıp, doğru sonuçlara ulaşmak için tartışacağız. Ama yoldaşlarımın dili saygılıydı, saldırgan değildi ve bu tarz tartışma cesaretimi artırdı.

“Naif” olduğumu sanmıyorum, bu mücadelenin her biçimine ilişkin fazlasıyla deneyimim var.  Ve her örgüt, saflarında yer alan naif kişiliğin geliştirilmesi için örgütsel programını teorik ve pratik eğitimlerle zenginleştirmelidir ki naif kimlikler deneyimle donanarak kendilerini zayıf düşüren bu karakterden kurtulabilsinler. Saf, toy, tecrübesiz olmak (naiflik) elbette zaman zaman hareketin geneli açısından sorun yaratabilir ama mücadele içerisinde aşılabilir bir özelliktir.

Ama bir devrimcide olması gereken önemli özelliklerden birinin “naif’’lik değil, beni eleştiren yoldaşların dilindeki gibi bir incelik, bir “nahif”lik olduğunu ısrarla savunurum. Nahiflik, her devrimcide olması gereken bir karakter, her tartışmayı belirleyen bir tarz, yoldaşlık ilişkilerinin üzerine kurulduğu bir zemin olmalıdır.

İşte bu inceliğin bir türü de, üzerinde yürüdüğümüz yolun her bir taşının yola kattığı anlamı doğru değerlendirmek olmalıdır. Emek üzerinde şekillenen bir felsefeye sahip olan komünistler, o emeğin üreticilerinin her birine borçludurlar.  Bizim için borcun kaynağı emektir.

Marksistler, Marks’ın felsefesini döşeyen taşların Demokritos’dan, Hereklitos’tan gelip, Feuerbach’dan Hegel’den geçerek, Adam Smit’le Ricardo ile buluşup Engels’le ortaklaşarak Marksizm olduğunu bilirler. Bu doğrultuda mücadele edenler Fransız ya da İngiliz burjuva devrimlerine de; Marksist bir başkaldırı olmayan Paris Komünü’ne de, ütopik sosyalistlere de, kaba materyalistlere de çok şey borçludur; çünkü bu tarih onların üzerine inşa edilmiştir ama onlar aşıldığı için onların hiçbirine benzemez.

Türkiye sosyalist hareketi de aynı yaklaşımla değerlendirilmektedir ve değerlendirilmelidir de. Bugün bile Mustafa Suphi’ler için yüreğimizi yasta tutarken, komünist kadın yoldaşımız Maryam’ın adını üye kayıtlarında Meryem’e dönüştüren “naif” TKP’yi anarken, günümüz TKP’sini eleştirdiğimiz tonda eleştirmeyiz. Onlar ilklerdi ve elbette yanlışları olacaktı. Ama yarım asırdan fazla bir zaman sonra 80 Askeri Darbesi’ni “teröre karşı devlet yönetimine el koymak” olarak değerlendiren bir TKP’yi artık naiflikle eleştirmemiz mümkün değildir ve bu nedenle de ona karşı sahte bir nahif tutum sergilememiz kabul edilemez.

Mihri Belli’nin düşüncelerine katılmayabilirsiniz. Hatta biraz çekiştirerek onu Kemalist milliyetçi olarak adlandırabilirsiniz. Ama onun Mustafa Suphi’lerin tarihinden gelerek, mücadele tarihini 68 gençliğiyle buluşturan biri olduğunu unutmak sıradan bir hata değil,  emeğe saygısızlıktır. 1942’de TKP’nin Merkez Komite üyesi olan; 1942-43’de İstanbul Üniversitesi’nde İlerici Gençler Birliği’ni kuran ve sonra bundan dolayı yargılanan; 1946’da Yunanistan İç Savaşı’na gerilla olarak katılıp Demokratik Ordu (ELAS) saflarında tabur komutanlığına kadar yükselen “Kapetan Kemal” olarak anılan; çatışmalarda iki kez yaralanıp Bulgaristan ve SSCB’de tedavi gören Mihri Belli, 1968 kuşağının önemli önderlerinden biri değil miydi? Devrimci gençliğin neredeyse bütününü kucaklayan MDD (Milli Demokratik Devrim) stratejisini yaratan da, Denizlerin Mahirlerin devrimci düşüncelerinin hazırlayıcılarından en önemli isim de Mihri Belli idi. Ve 68 Kuşağı’nın devrimci yüreği öncelikle onun örsünde tavını almadı mı? Onun önderliğinde kurulan TEP, tüzüğünde “Kürt” terimini kullanmaktan dolayı kapatılmadı mı?

Örneğin Mihri Belli yoldaşımızın bir düşüncesine ya da eylemine şiddetle karşı çıkmanız, onun bu mücadeleye kattığı emeğin üretimini silip atamaz. Yusuf için de, “keşke mahkemede o ifadeyi vermeseydi” diye başlayarak en ağır eleştirileri yapmak herkesin hakkıdır elbette. Sorun burada değildir. Ama çok pişman bile olunsa, onun kattığı emeğin artık kimsenin nezdinde sıfırlanması mümkün değildir.

Hepimizin tarihinde yer almaz mı sayılan bu binlerce isim?

*****

Küpeli ve Gezer’i anan yazıma konulan yorumlara katılayım katılmayayım, elbette hepsine sevindim. Gerçekten sevindim, çünkü dillerini güzel kullanan güzel insanlar yazmışlardı her birini. Elbette 208 ülkede 8 milyara yakın insanın yaşadığı bir dünyada her insanın başka birileriyle farklı düşüncelere sahip olması kadar normal bir şey olamaz. Bastıra bastıra yıllardır anlatmaya çalıştığım “sorgulama” eylemini yaşamımızın pusulası olarak değerlendirdiğim için, aklın yolunun bir olmayacağını da, olmak zorunda da olmayacağını bilenlerdenim. Zaten en ciddi sorunumuz farklılıklarımızdan değil, farklılıklarımıza rağmen ortaklıklarımız üzerinde anlaşarak sağlıklı birliklere gidememe; farklılıklarımızı birbirimize dayatarak tekleşmeye yönelme ısrarında yatmıyor mu?

Elbette her konuda “farklılıklarımıza rağmen birlikte olabilmek”ten söz edemeyiz. Söz konusu birliktelikleri, bu yürüyüşün sonunda elde edilecek kazançları değerlendirişimiz belirleyecektir. Fakat biliyoruz ki devrimci atılımın dünyanın herhangi bir yerinde elde ettiği kazanım, dünyanın öteki bütün yerlerinde sürdürülmekte olan devrimci hareketlerin kazanımıdır. Ve “kazan-kazan” hedefiyle yola çıkılabilmesinin biricik şartı karşılıklı güvendir.

*****

Tufan Gezer’in, saflarımızda yer aldığı süre içerisinde devrimci mücadelemize kattıkları önemlidir ve sahip çıkılması gerekir. Eğer yaşamının temel yönelişlerini farklılaştırmışsa, doğal olarak saflarımızda yer almayacaktır. Ama saflarımızda yer aldığı sürece, onun devrimci harekete kattığı emeğin yarattığı değerler saflarımızda kalmaya devam edecektir. Emeğe saygı böylesi bir inceliğe dayanmak zorundadır. Ve bu tür bir yaklaşım, emekleri yarıştırmak yerine, niceliği ve niteliği ne olursa olsun her emeği bir katkı olarak görerek büyümelidir. Sistem partileriyle çalışmasına yönelik eleştiriler ise, bizden ayrıldığı döneme özgüdür ve bu tavır içinde olan herkesle birlikte elbette değerlendirilmeli, eleştirilmelidir.

Tufan, Kurtuluşçu olduğu dönemde, hareketimize sunduğu emekle çok değer katmıştır. Sonradan çekip gitmiş bile olsa, bu gidişin nedenleri sorgulanmadan, araştırılmadan, onun kattığı emeği yok saymak mümkün değildir. O da bütün yoldaşlarımız gibi, uzun bir dönem, birçok riski göze alarak, zihinsel ve fiziksel yeteneklerinin bütününü akıtarak hareketimize/örgütümüze/devrimci mücadeleye karınca kararınca bir şeyler katmıştır. Kattıkları için teşekkür etmek, bizi yalnız bıraktığı için üzüntümüzü bildirmek nahifliğini göstermeliyiz.

Elbette her emek ürettiği bütün sonuçlarla değerlendirilir. Bu nedenle Marks, emek kavramını kaba ekonomizmin darlığı içerisinde tanımlamaz. Marks’da emek, “doğayı elde etmeye direk ve dolaylı olarak hizmet eden, insanların diğer etkinliklerinin hepsini biraraya toplama, aralarında diyalektik bir ilişki kurma görevi görüyor. Böylece Marx‟ın sistematiği içinde emek kavramı diğer bütün etkinliklerin ontolojik temelini oluşturuyor ama onları dar ekonomist bir indirgemeye tabi tutup, iddia edildiğinin aksine, bir üretim fetişizmi yapmıyor.” (Prof. Dr. Doğan Göçmen).

Marx‟ın emek kavramı, D.Göçmen’in de ayrıntıda aktardığı gibi, insanın bütün yeteneklerini, becerilerini her alanda ifadesini bulabilen “kapsamlı bir etkinlik teorisi çerçevesinde birleştirmeyi” amaçlıyor. “Bunun için onun emek kavramını öncüllerinden ayıran özelliği, emeği insanın kendi kendisini gerçekleştirdiği kapsamlı bir etkinlik olarak tanımlamış olmasında yatıyor. Ona göre emek bir etkinlik olarak insanın hem düşünsel hem de vücutsal yetilerini kapsıyor. Bu kapsamlı yaklaşıma göre insan emeği aracılığıyla kendisini bir tür olarak doğada ve bir birey olarak toplum içinde gerçekleştirmektedir.”

*****

 “Dönek” kavramını tartışmıştık bir zamanlar. “Verdiği sözden dönen”, yani sözüne güvenilmeyen kişileri eleştirdiğimiz dil ile politik hayatta çizgisini değiştirmiş insanları da ahlaki bir anlam yüklediğimiz “döneklik” kavramıyla suçlamak çoğu zaman korkularımızın ürünü olarak dışa yansıyordu. Bu fanatik bir yaklaşımın, bağnaz bir tutumun, Marksist felsefenin “doğada ve toplumda, düşüncede ve maddede engellenemez olan değişim yasasının” reddinden başka bir şey değildir.

Aslında lider kültüne dayanan faşist hareketlerde birlik anlayışının temel harcı o ünlü slogandır: “Davadan döneni vurun!” Lider hegemonyası altında biat kültürü ile yaşamış bir toplumda bu yaklaşım, her grup içinde kendisini çoğunluğun iradesi olarak tanımlayan merkezî yapıların, azınlık üzerindeki mutlak tahakkümü gibi bir geleneksel isteği yaşatmıştır.

Büyümeyi nicelikle tanımlayan anlayışın kökeni budur. Oysa Marksizm’in büyük güç ve itibar kaybettiği günümüz koşullarında bile, onun en önemli özelliği, her hangi bir ülkede gerçekleştirmeyi düşündüğümüz devrimleri enternasyonalizm projesine bağlayarak bütün insanlığa da aynı paralelde katkı sunabilecek, dünya ölçekli bir niteliksel gelişimin çaresi olarak görülmesidir. Tufan’ı Kurtuluş’la olan bağlarını koparmaya iten nedenler yeterince biliniyor mu acaba? Azmi’nin ve birçok diğer yoldaşın intihar yoluyla örgütten kopuşuyla bir benzerlik var mıdır örgütten ayrılışların? Gerçekten sadece onları mı suçlamak gerekiyor eylemlerinden dolayı, yoksa gerçek nedenlerin saptanarak anlaşılır kılmak mı?

Yaşamını devrim mücadelesine adamış örgütlü her bir yoldaşın örgütünden kopuşunun, sadece kendisinin kararları içerisinden değerlendirilmesi diyalektikten öğrendiğimiz yaklaşım yöntemlerinin pratikte reddi anlamına gelmez mi?

Tufan zaman zaman salya sümük ağlardı, çocuk gibiydi ve o anlarda kolumu çeker, yüzünü koluma dayar, koluma silerdi. Son görüştüğümde de aynısını yaptı, sakinleştirmeye çalıştım, başaramadım. Kurtuluş’tan ayrılmakta idi. Ve hiçbir zaman ayrılma isteğini hoşlanarak karşılamadım elbette. Ama katılmak gibi, ayrılmak da bir haktı ve katılanı katıldığı alanda tutabilmek, genellikle ve büyük oranda,  örgütünün onunla kuracağı ilişkinin kalitesiyle doğru orantılı olarak işler.

Ne yazmıştım Tufan üzerine: “Sevgili Tufan, seninle hayli güzel çalışmaları birlikte yaptık. Bize kattığın emek cesurca ve nitelikliydi. Birlikte olalım olmayalım ya da yaşayalım yaşamayalım fark etmez, Geçmişe yönelik anılarımızı senin emeğini de içeren ortak çabayla gerçekleştirdik. Güzelliklerimizde senin de büyük payın var ve çirkin yanımız bizim atamadığımız kaypak sınıfsal güdülerimizdir… Bu mücadeleye kattığın emekle anılarak, sürmekte olan kavgamızda yaşayacaksın yoldaşım. Saygılar olsun sana ve kattığın emeğin her zerresine!”

Bu sözlerde abartma var mı bilmiyorum. Ama benim duygularım budur ve böyle olmasından da mutluluk duyuyorum. Unutmayalım. Onun sistem partileriyle çalışması Kurtuluş’tan ayrıldıktan sonra ve bir dönem içindir. Ve bu şerh onu korumaya yönelik değerlendirilmemelidir.

*****

Yusuf’ Küpeli ile ilgili yazdıklarımda politik tartışmaya girmeyi hiç düşünmedim. Ben de THKP-C geleneğine bağlı süreçlerden gelmeme rağmen, yaşanan bu önemli tarihe ilişkin çok az sayıda güvenilir belge olması ve konunun tartışılmasında duyguların hamaset sınırları içerisinde dillendirilerek gerçeğin hapsedilmesi, kısaca bunca yıldan sonra bile artık tabu haline getirilmiş olan konunun neredeyse “dokunan yanar” koruması altına alınmış olması değerlendirmeleri kısırlaştırmaktadır. Bir şeyleri tahrif etmeden, kasıtlı çarpıtılmış yorumlara bulaşmadan kendi gerçeğimize ulaşmak; neyi neden başaramadığımızı sorgulamak; gerekirse değişen koşullara uygun olarak politik değişimlerin yanında olmak, “her şeyin sürekli değişim halinde olduğunu” iddia eden bir komünistte olması gereken temel karakterlerden biri değil midir? Bağnazlık, sadece sistem bekçilerine yakışan bir tavır olacaktır.

Yusuf Küpeli elbette yoldaşımdı. Mahir Çayan da, Kamil Dede de, Hüseyin Cevahir de, Sabahattin Kurt da, Hüdai de; Oktay Etiman da, Deniz de, Yusuf Aslan da, Kaypakkaya da… Saymakla bitmiyor. Önce ölümler ayırdı bizleri birbirimizden. Sonra düşünce farklılıkları. Farklı politik hatlara ayrıldık zaman zaman.

THKP-C’nin ve THKO’nun liderleri başta olmak üzere birçok kadrosunun öldürülerek ya da cezaevine atılarak devlet baskısının sürdürüldüğü koşullarda, kitleler demoralize olmuş, devrimcilerden hayli uzaklaşmış, korkuyla antiterör söylemlerinin arkasına takılmıştı. Özellikle Elrom olayı halk kitleleri içerisinde devrimcilere yönelik açık desteği neredeyse bütünüyle ortadan kaldırmıştı. İşte tam da böylesi koşullarda ortaya çıkan örgüt içi çatışmalar, örgütsel bölünmeler mevcut demoralizasyonu artırsa da bu ortamların da etkisiyle kaçınılmaz olarak kendini dayatıyordu.

Yusuf Küpeli’nin Maltepe olayının eleştirisiyle başlayan örgüt içi sıkıntısı giderek örgütsel bir sorun olarak ortaya çıktı. Mahir’lerin cezaevinde bulundukları dönemdi; idam kararları kesinleşmiş olan Denizlerin asılması beklenmekteydi. İsrail Başkonsolosu Ephrahim Elrom’un Denizler üzerinden bir pazarlık tartışmasına bile sokulmasını kabul etmeyen devletlerin tavrı pazarlığa kesinlikle kapalıydı. Buna rağmen herkes Denizleri kurtararak devrimci mücadelenin prestijini korumaya yönelik girişimlerin peşindeydi. Değerli yoldaşım Niyazi Yıldızhan ve yoldaşlarının Jandarma Genel Komutanı’nı kaçırma girişimi ve Niyazi’nin öldürülmesi ile sonuçlanan girişimler de başarısız olmuştu.

Bu nedenle Mahir’in ısrarla gerçekleştirmek istediği “Denizlerin idamını engellemek için bir askeri eylem yapılması”nın hiçbir pazarlık gücü olmayacağı açıktı. Ve Mahir, Hüseyin Cevahir ile başlattığı ve Cevahir’in öldürüldüğü operasyonu mutlaka gerçekleştirmek istiyordu. Henüz cezaevindeyken kendisine yönelik diğer iki Merkez Komite üyesinin (Küpeli ve Aktolga), Mahir’i, “THKP-C’yi program dışına çektiği” iddiası ile eleştirmeye başladı. Tartışma giderek keskinleşerek gelişiyor, örgüt içinde anlaşmazlık büyüyordu.

29 Kasım 1971’de Maltepe Askeri Cezaevi’nden firar sonrasında Aralık başlarında (kaçıştan üç dört gün sonra) Yusuf Küpeli ve Münir Ramazan Aktolga, Mahirlerle buluştu ve sorunları görüştüler. Yusuf ve Münir her konuda elbette aynı şeyleri düşünmüyorlardı. Ama ortak saptamalarında Mahir’e karşı yer alıyorlardı. Onlara göre, henüz hiçbir ön hazırlık yapılmadan, kitleler içinde bir örgütlenme yaratılmadan “politikleşmiş askeri savaş stratejisi” adıyla öncü savaşı başlatmak, silahlı mücadele verebilmek mümkün değildi. Üstelik onlara göre “eylemlerin hedefleri de ciddi yanlışlar taşımaktaydı: Büyük işadamları Has’ların fidye almak amacıyla kaçırılması ve fidyeden sonra serbest bırakılmaları; Elrom’un kaçırılması gibi eylemler Narodnizme, Troçkizm’e sapmak anlamında tanımlanıyordu.”

Yapılan tartışmalardan bir uzlaşma çıkmıyor. Üç kişilik Merkez Komite’den 1 kişi (Mahir), diğer ikisinin (Küpeli ve Aktolga) örgütten ihracını istiyor. Genel Komite’de zaten iki üye öldürülmüş (Hüseyin Cevahir ve Ulaş Bardakçı), birisi ağır yaralı (Ziya Yılmaz) 5 kişilik Genel Komite + 1 Merkez Komite üyesi oyuyla ve örgütün diğer başka üyelerinin oylarına başvurulmadan iki MK üyesi örgütten ihraç ediliyor.  

Ve Kızıldere eylemi, biraz da böylesi bir ortamın sonucu olarak tanımlanabilir. Denizlerle dayanışma bir zorunluluk olarak görülse de, İsrail gibi güçlü bir devletin İstanbul başkonsolosunu kurtarmak için bile Deniz’ler üzerine bir pazarlığa girmediğini görüp, 2 İngiliz ve 1 Kanadalı teknisyeni kaçırarak aynı pazarlığa oturmanın herhangi bir farklı sonuç üretemeyeceğini elbette eyleme katılan yoldaşlar da bilebilecek niteliktedir.

Fakat gerek örgütsel ilişkide ortaya çıkan bölünmede Mahirler aleyhine olan durumun lehine gelişmesini sağlamak; gerekse genelde Türkiye halkları üzerine çöken devlet korkusuna başkaldırıp kitlelerin devlete karşı direnebilmesi için cesaretlendirmek amacıyla gerçekleştirilen bir “intihar” hareketi olarak tasarlamışlardı. Özellikle Cihan Alptekin ve Ömer Ayna, Deniz için ölmeye geldiklerini açıktan söylüyorlardı. Ertuğrul Kürkçü bu eylemden bir yarar sağlanamayacağını bilmekle birlikte, yoldaşlarının böylesi önemli bir teklifini geri çevirmemek için katılmıştı. Ama nedenleri ne olursa olsun Kızıldere’de devlet tarafından gerçekleştirilen katliam, Türkiye sosyalist hareketini çok ağır bir derinlikte etkilemiştir. Eylem sonrası devrimci hareketin en nadide çiçeklerinin toprağa verilmesinin yarattığı şoku ne yazık ki devrimci örgütler 1980 darbesi geldiğinde bile henüz üzerlerinden atamamışlardı.

*****

Kızıldere katliamı sonrası yenilginin şoku büyüyerek dalga dalga yayılıyordu. THKP-C’den ayrılıklar değişik biçimlerde gerçekleştiriliyordu. Bu tepkilerde en sağduyulu davrananlardan biri Yusuf Küpeli idi. Özellikle Cezaevlerinde bu bölünme daha gergin yaşanmaktaydı. Ve mistik akıl almaz içeriklerle dışavurum gerçekleştiriliyordu. Mevlanacılar “günahlarından arınmak için ayin türü özel törenler yapıyorlar, Abdülhamitçiler, Demirelciler ise esas olarak Asya Tipi Üretim Tarzı düşüncesinin Türkiye coğrafyasında yaşayan ideologlarından İdris Küçükömer’in düşüncelerini kendilerince yorumlayarak yeni teoriler geliştiriyorlardı.

Aslında Asya Tipi Üretim Tarzı üzerine çokça yazan nadir akademisyenlerden biri olan ODTÜ profesörlerinden olan İdris Küçükömer’in Türkiye’ye uyarlaması içerisinden doğan ve cezaevindeki THKP-C’lilerin Abdülhamitçiler ve Demirelcilerle ilgili tezleri ucu bir anlamda Kautsky ile de buluşan bir dogmatik teorinin ürünüydü. Kapitalizmin üretici güçlerini geliştirecek olan burjuvazinin geliştirilmesini devrimci bir görev olarak gören teori, doğal olarak bu rolü üstlenen sınıfı da devrimci olarak tanımlamaktaydı. Ve bugün bile anlaşılamaz olan “Demirel’in devrimciliği” ve onları indirmeye çalışan sosyalist devrimcilerin “karşı-devrimciliği” bu anlayış üzerinden zıddına dönüyordu. Bu yorum ise başta Lenin’in Emperyalizm kitabındaki tezler olmak üzere haylice yanlıştı.

İşte, yenilginin yarattığı bunalım döneminde ortaya atılan “tez” böylesi bir zamanın bunalımlarının üstünü örtmek için kullanılan bir anestezi aracı olarak kullanılıyordu. Ne var ki, Yusuf’un tavrını bu iddiayla açıklamak doğru değildir.

*****

Bu kaos artık mahkeme salonlarında ya da cezaevlerinde sık sık sansasyonel olaylarla da kendini duyuruyordu. Örneğin işkencedeki güçlü direnişiyle gerçekten efsane olan İrfan Uçar gibi yoldaşlarda da artık akılla açıklanmasında zorluk çektiğimiz düşünceler gerçekleştirilmekteydi.

İrfan Uçar ile Mamak Cezaevinde birlikte kalıyorduk. O, cezaevi öncesinde gençlik hareketlerinin başında hayranlıkla izlediğim müthiş bir ajitatördü. Ve sorgu için İstanbul’a götürüldükten bir süre sonra tekrar Mamak’a getirildiğinde, yaşadığı işkencenin yarattığı bedensel tahribat öylesine müthişti ki, bedeni, neredeyse insan bedeni olmaktan çıkmıştı. Cezaevinde birlikte olduğumuz Deniz Gezmiş, kendisiyle “işkenceler üzerine bir söyleşi yapmak isteyen” yine cezaevinden yoldaşımız yayıncı Erdal Öz’ü, “beni boş ver,  işkenceyi öğrenmek istiyorsan, içimizde en ağır işkenceyi yaşayan İrfan Uçar’la konuş” diyerek onu İrfan’a yönlendirmişti.

Ben iki davadan tutuklu idim. Bu davalardan Dev-Genç davası için tutuksuz yargılanmam kararı verildiği için, ikinci tutukluluğumun kayda geçirilmesinde yapılan bir yanlışlık nedeniyle tahliye edildim. İşte tam da THKP-C’nin söz konusu bölünmeyi yaşadığı dönemde dışarı çıkma olanağına sahip olunca, koğuş arkadaşım İrfan Uçar, dışarıda, Mahir’lere ulaştırmam için bölünmeye ilişkin kendi düşüncelerini özetleyerek anlattı. Özet olarak: “Yusufları sağ tavır olarak tanımlayarak, onların görüşlerine katılmadığını; ama Mahirlerin de Yusuflara yönelik antidemokratik davrandığını; kazanmaya değil tasfiyeye yöneldiğini; bunun bütün sol hareketleri olumsuz etkileyeceğini vb. söyleyerek iki tarafı da eleştirdiğini aktardı. Ve dışarı çıktığımda elbette bu düşünceleri sahiplerine ulaştırdım.

Bir süre sonra illegal yaşamakta devam ettiğim Ankara’da İrfan’a ait olduğu söylenen hezeyan ürünü bir açıklamayı herkese aktardığını öğrendim. Avukatın bürosunu basıp, hemen orada ifadesini alıp gerekeni yapmak üzere üç arkadaş Avukatın bürosuna gittik. Niyetimizi hemen anlayan avukat, sakin bir tarzla “masasının çekmecesinde İrfan’ın el yazmasıyla bir açıklama olduğunu” bildirdi ve okumamızı istedi. Çekmeceyi açtık ve söz konusu yazıyı görür görmez koğuş arkadaşım İrfan’ın el yazısını tanıdım. Daha sonraki günlerde de tekrar kanıtladık ki yazı gerçekten İrfan’a aitti.

Yazının özeti şöyle idi: “Kapitalizmin, üretim ilişkilerini değişime zorlayacak düzeyde gelişim gerçekleşmeden üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki çelişki yeterince antagonizmaya sahip olamaz. Bu nedenle Türkiye gibi, kapitalizmi yeni gelişmekte olan ülkelerde üretici güçlerin gelişimini gerçekleştiren ve böylece sistemin bu temel çelişkisini antagonizma yaratmaya doğru götüren sermaye sınıfları “devrimci” bir karaktere sahiptir. Bu misyonu gerçekleştiren Süleyman Demirel ve Adalet Partisi gerçek devrimci yurtseverlerdir. Bu süreci engellemeye çalışan devrimciler ise gerçekte gerici, karşı devrimcilerdir. Günümüz Türkiye’sinde gerçek devrimci-demokrat Süleyman Demirel’dir. Bizler halk düşmanı teröristleriz.”

Açık söylemek gerekiyor, kelimenin tam anlamıyla: Yıkılmıştık.

Elbette bütün bu tür olumsuz örnekler, sadece devlet karşısında çok kısa bir süre içerisinde yaşanan hezimet boyutlu yenilgiyle açıklanamaz. Elbette böylesi bir yenilginin devrim saflarında yol açabileceği tahribatların bu türden olacağını teorik olarak çok öncesinden biliyorduk. Bir anlık soğukkanlılığı nedeniyle Avukat belki de kesin bir infazdan kurtuldu, ama devrimci hareket uzun süre felç oldu. Yeniden ayağa kalkabilme becerisini göstersek de ne “biz Mahir’e A’dan Z’ye kadar katılıyoruz” diyenler; ne THKP-C’nin “inkârın inkârı” ilkesi gereğince yeniden yorumlanmasından yana olanlar, ne acele etmenin gerekliliğini anlatmaya çalışanlar… kısaca, bütün bu hareketlerin mirasçıları olduklarını iddia ederek ortaya çıkan hiçbir siyasal hareket, bütün yanlışlarına rağmen yarattıkları umutla hep hatırlanacak olan ve hatırlanan ilkleri referans göstererek gelişmeye çalıştı. Ne var ki ilkinin heyecanı hiçbirinde yoktu. Hepsi şurası ya da burası çıkarılmış birer kopya olmaktan öteye tarihe bir iz bırakma becerisi gösterememiştir.

*****

Yusuf’a mal edilen “şimdi anlıyorum ki ben kendini Marksist Leninist zanneden bir Don Kişot, anarşist, sorumsuz, halkıma ve işçi sınıfına karşı biri olmuştum. İşçi sınıfı benden hesap soracaktır” sözleri, THKP-C’de vaat edilenler ile yaşananlar arasındaki bu büyük zıtlığın yarattığı bir öfke haliydi elbette. Örgütün adam kaçırma gibi eylemlerini de “çocukça eylemler” olarak tanımlayan Küpeli, komünist bir parti kurma amacıyla girdikleri yolda “ordu içi cuntaların maşası haline geldiklerini” söyleyerek 9 Mart Sol Askeri Darbe beklentisi ve 12 Mart Sağ Askeri Darbe gerçekliğine de atıfta bulunarak komünist solun bu tür beklentiler içerisinde olmasını mahkum etme çabası da altı çizilmesi gereken bir tutumdu.

Yusuf Küpeli’nin, giderek Münir ile düşünsel ilişkisi de koptu. Zaten Mahir’in dayatmacı tutumu ve THKP-C’nin eylemlerinin niteliği üzerinde geliştirilen eleştirilerdeki Yusuf-Münir ortaklığı o kadarla sınırlı kaldı. Yusuf Küpeli, ne Münir ile ne Bingöl Erdumlu ile aynı kefeye konularak tartılabilecek bir devrimci değildir.

*****

Sonraki yıllarda da iç ayrılıklar devam etti elbette. Kurtuluş olarak da Mahirlerin, Yusufların kurduğu THKP-C’nin Kesintisiz Devrim’lerini eleştirerek çıktık yola. Mahirleri savunurken Yusufların eleştirilerini de ciddiye alarak geleceğe yönelik önlemlerimizi almaya çalıştık.

Önceki tarihin birikimleri içerisinden kendimizi yenileyerek çıktık. TKP’yi de THKP-C’yi de THKO’yu da eleştirerek yolumuzu belirledik. Ama öncüllerimize hiçbir zaman yok saymadık. Çünkü bu “köksüzlük” anlamına gelen asosyal bir tanım olurdu. Onlardan etkilendik elbette ama aynılaşmadık. Öncü savaş üzerine, Türkiye’de devletin tanımı üzerine ve birçok konuda onları ve daha öncekileri diyalektik olarak aşarak “İnkârın İnkarı” perspektifiyle kendi yolumuzu belirledik.

1980 Haziran’ında Öncü Dergisinde “Kitlelerle Bağ Sorunu ve Teorik Eğitimin Önemi” başlıklı yazımızda şöyle diyorduk:

“Kurtuluş Sosyalist Dergi 1976 Haziran’ında ilk sayısını yayınlarken, 1971 Hareketinin en büyük yanlışını genel hatlarıyla şöyle saptıyordu:

“Hareketin kendine özgü olan en önemli yanlış, o zaman var olan kitle bağlarını geliştirmek suretiyle, oligarşiyle olacak sıcak mücadeleyi adım adım bunun üzerine inşa etmek yerine yanlış bir öncü savaşı anlayışıyla, mevcut kitle bağlarının kopması ve kitlelerden kopuk ve dağınık bir silahlı mücadelenin seçilmesi ve sınıf savaşını silahlı mücadeleye indirgemek olmuştur. Yoksa, yanlış, silahlı mücadeleyi seçmekte değildi’.

Geçmişin, Marksizm-Leninizm gözlüğüyle incelenmesi sonucu varılan en önemli saptamaydı bu. Dünya devrimler tarihinde, kitlelerin «önceden hazırlanmış» Örgüttü gücüne dayanmadan yapılan bir devrimin başarıya ulaştığı görülmemiştir. Devrimlerin temel yasasıdır bu.

İşçi sınıfına, onun gücüne güvenmeyen revizyonist hareketlerin tamamı, yetmiş öncesi dönemlerde, “değişen koşullan göz önüne alarak” devrimin önderliğine modern sanayi proletaryasının dışındaki sınıflan geçirmeye çalışıyorlardı. Bu anlayışa kesin bir darbe indirerek, işçi sınıfının kendi özgücüne güvenilmesi gerektiğini ortaya koyan 1971 ihtilâlci sol hareketlerinin kendi politik düşünceleri de, kitle çizgisi kavramını yeterince kavrayıp doğru bir şekilde hayata geçirmemişlerdi. Bu nedenle de yenilgi kaçınılmaz oldu.” 

Ama belki de egemen olan kitle çizgisinden fazla kopmamak için THKP-C’ye eleştirilerimizi çok dikkatle yapıyorduk. Bu eleştirilerin THKP-C’nin bazı düşüncelerinin yenilenerek doğru bir zemine oturtulması amacı ve çabasına dayandığı açıktı. Örneğin eğitim çalışmalarına başlarken bazı yoldaşlarımızın önerisi (yanlış hatırlamıyorsam Sina Çıladır tarafından yazılıp Mahir tarafından da onaylanan) “THKP-C Savunması” ve Çayan’ın yazdığı “Kesintisiz Devrim I-II-III. ile başlamamız” biçiminde idi. Ne var ki ben “Savunma”nın içeriğine katılmıyor ve mantığını yanlış buluyordum. Benim açımdan bu önerinin Marksizm ile ilişkisini kurabilmek mümkün değildi. Kuvay-i Milliyeci, anti emperyalizm ağırlıklı sosyal demokrasi ile uzlaşmaya eğilimli ve tarihsel saptamalarının bir kısmına katılmamın olanaksız olduğu bir yaklaşımla ele alınmıştı.  Ve biz Marks ile Engels ile başladık eğitim çalışmalarımıza.

Kurtuluş-Dev-Yol ayrılığının gerçekleştiği Şeh-Der toplantısında Dev-Yol’cu arkadaşların “Biz Mahir Çayan’ın bütün düşüncelerini aynen katılıyoruz” demelerine karşı, bunu reddederek yeni bir yol açma çabası içerisinde olan devrimci duruşumuz da “Geçmişin Eleştirisi” üzerine değil miydi zaten?


İ. Metin Ayçiçek – 31.12.2021

Tags: , , , , , , , , , ,


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑