Yazarlar

Published on Haziran 27th, 2020

0

İki memleket, bir insan – İsmail Göçüm


Kalakaldım iki kültür arasında;
Akşam Türk, gündüz Alman.

Bu gün yine, ışıl ışıl ışıldayan güneş, pırıl pırıl doğa, Nehirler ve göller berrak, bulutsuz, masmavi bir gökyüzü; yaz mevsiminin başlangıcı.

Bremen 16 Eyaletten oluşan Federal Almanya cumhuriyetinin en küçük; Nidersachsen eyaleti içinde, tarihi milattan önceye dayanan, masal kenti. Weser nehri bounca uzanan, Bremerhafen ile Kuzey denizine açılan bir ada-eyalet; bir devlet-kent.

Bugün, Covid 19 Corona pandemisi sürecinde ikinci kez kent merkezine uğruyorum. Kafeler dolu, oturanlar mesafeli fakat rahat; zevk ve neşe içinde, önlerindeki bardakları yudumluyorlar…

Dolaşırken dikkatimi çeken bir manzara ile karşılaştım. Çok ilginç bir minyatür logo-mitingi… Böylesi bir miting belki tarihte bir ilk; koronaya dikkat çekmek için, bir duyarlılık, bir emekçi mitingi.

Bremen kenti fabrikalarında örgütlenen,
İGM (Endüstri ve Metal İşçileri Sendikası) tarafından, “Çelik Gelecektir” adı verilen mitinge ilgi duyanlar minyatür lego-miting etrafında toplanmış, ilgi ile; bir yandan figür pankartlarda da yazılan mini pankartları resimliyor, bir yandan da mini pankartlarda yazılarını okumaya çalışıyorlar.

Burjuva Sosyal demokrasisinin yaşandığı bir ülkede;
*İnsanlar hür ve özgür..
*Hiç bir kurum ve kuruluşun tabu olmadığı…
*Bir devlet için, gösteri, yürüyüş ve toplanmanın sorun olmadığı…
*İnsan hak ve hürriyetlerinin korunduğu… *Böylesi rahat burjuva demokratik bir ülkede yaşamanın özgürlüğünü tadarken, açıkçası huzurlu değilim.

Neden mi?
Her ne kadar Alman vatandaşı olmakla birlikte, kökleri Anadolu’nun derin delhizlerine kök salmış bir insan olarak, doğduğu toprakkardan; insanından, insanının sorunlarından, ülkenin problemlerinden uzak duramıyor insan.

Anadolu insanı olmak böyle bir şey demek:
Bana neci olamıyor,
bana neci davranamıyor,
bana neci düşünemiyorsun…

Bir kesim için dikensiz gül bahçesi yapılan Türkiye, maalesef;
Kendisi gibi olmayan,
Kendisi gibi yaşamayan,
Kendisi gibi düşünmeyen,
Kendisi gibi inanmayan insanların ötekileştirildiği bir ülke….

Nereden bakarsanız bakın, heterojen bir imparatorluktan doğan, homojen bir ittihatçı sekuler bir ülke yaratamazsınız…
Her ne kadar baskı uygularsanız uygulayın; bir ağacı budamak gibi, sürgün filizleri güçlenerek çoğalarak gelişir. Çünkü; sorun demokratik cumhuriyettedir.

Bütün Cumhuriyet tarihi sürecini inceleyin!; durum bundan ibarettir. Kendi burjuvazisini, kendi burjuva devrimini gerçekleştirmeyen ülkelerin kaderi hep böyledir. Bir milli burjuva devrimi yapmanın önüne; neredeyse her bir on yılda, emperyalistlere işbirliği içinde olan, işbirlikçi-komprador ticaret burjuvazisinin lehine, askeri-sivil darbeler yapılır hale gelindi.

Her ne kadar azınlık; Rum, Ermeni, Süryani kiliselerinin haklarının uluslararası yasalarla güvence altına alındığı bir ülke olsa da; kurtuluş ve kuruluş felsefesine uygun düşmeyen milliyet ve inanç haklarının ayaklar altına alındığı ve bunun yer yer katliamlara dönüştüğü tarihler yaşadık.

Ülkemizde neredeyse sendikalaşmanın ortadan kalktığı, var olan sendikaların sarı sendika patronları tarafından işgal edildiği, sendikaların saraya bağlandığı; iktidarın işinin kolaylaştırılması için elinden gelen her türlü çabayı harcandığı görülüyor.

Sadece bu mu? Grev hakkının yasak, lokavt hakkının serbest olduğu, greve giden işçilerin ve emekçilerin medya aracılığı ile linç edildiği, ertesi gün kapı önüne konulduğu trajik bir ortam…

Adaletin yerlerde süründüğü yerde, savunma hakkının ortadan kaldırılmak istenmesine şaşmamak gerekir.

Yargı, yasa ve yürütmenin tamamen saraya bağlanması sonrasında, bir meslek kuruluşu olan baroların iktidar tarafından kontrol altına alınamaması “Şahsım” iktidar-parti-devletinin uykusunu kaçırdığı kesin. Barolar Birliği başkanı Metin Feyzioğlu, 80 Baro başkanına rağmen, “şahsım”a teslim olmuş durumda. Bir kaç günden beri, savunma hakkının güvence altına alınması için başkent Ankara’ya yürümek isteyen Türkiye Barolar Birliği başkanlarının, Ankara girişinde Saray Polisi tarafından durdurulup kente sokulmaması; bir insan hakları ihlali, bir insanlık ihlali, bir demokrasi ayıbıdır.

Demokrasinin rafa kaldırıldığı ülkede, bunları neden bir hak olarak görüyorsunuz diyenler olacak. Çok doğru!

Bu gün, referandum ile bir sistem değişikliğinin oylandığı ve Referandum ile cunhuriyet değerlerini ortadan kalktığı bir dönem yaşıyoruz… Yeni Osmanlı;
“sen çok yaşa Padişahım” dönemi…

Her kararı “Reis” veriyor, tiroller ve cumhurbaşkanlığı istişare kurulu yasalara ortam hazırlıyor:

*Parlamento “reis’in” emrinde; yasaları onaylamak için -vitrin olarak- yerinde… meclis “reisten” bağımsız bir karar alsa, bir kararname ile onu da kaldırabilir.
*Bakanlar, “reisin” ağzından çıkan sözlerini uygulamak için bakan.
*Hükumet olmak değil, hükmeden bir iktidar var..
*Muhalefetin konuşmaktan başka hiç bir fonksiyonu yok; konuşsa da konuştuklarını gaile alan yok.
*Bütün kurumlar bağımsız olmaktan çıktı; başta Merkez bankası, kamu bankaları, Valilikler, kaymakamlıklar iktidar kurumuna dönüştü.
*Yargı, yasama ve yürütme; hepsi “reis’in” emrinde.
*Şimdi, savunmayı işlevsizleştirmek için yasa çıkartmaya çalışılıyor; barolar bunun için ayakta…
*Devlet; kişi-şahıs-Parti devleti kurumuna dönüştü. Devlet, adeta bir şahıs şirketine dönüştü.
Erdoğan söylemedi mi!?
“Ben bu devleti şirket gibi yöneteceğim”
İşte devlet -liyakata göre değil, sadakata göre- bir aile şirketi gibi yönetiliyor.
Aynen, “Şahsım” devletin başı, Erdoğan,
Maliyenin,(muhasebeci) başında damat Albayrak.
*Devlet bankalarının başındakiler malum, sadakatli …beyefendiler. diğerleri; “şahsım” şirketlerin başındaki yandaşlar…
İşte Devletin A-hali:
Tevfik Fikret’in mısralarında geçtiği gibi;
“Yiyin efendiler yiyin, bu kurulmuş hazır sofra sizin. Utanmadan, sıkılmadan…”
Gerisi hikaye…

İsmail Göçüm – 27.06.2020

Tags:


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑