Yazarlar

Published on Temmuz 6th, 2020

0

Seçim sandığı mı, direniş mi? – Mustafa Kumanova


Belirgin olmayan ise parlamento dışı muhalefetin bu ceberut iktidara karşı tekil direnişlerden ziyade tüm toplumsal muhalefeti kapsayacak bir direnişe öncülük etmeyi göze almasıdır.

Sosyal medya tartışmaları ve avukatların avukatlık barolarının yeniden dizayn edilmesine ilişkin tepkileri aynı zamanda muhalefetin de ne kadar dağınık olduğunu gösterdi. Gezi direnişinden beri bir takım farklı düzeylerde muhalif çıkışlar oluyordu. Bu durum siyasal iktidarı ciddi manada rahatsız ediyordu. Avukatların barolara ilişkin tepkileri bu durumun daha açık seçik görülmesine yol açmıştır. Ne var ki, bu tür çıkışlar, toplumsal muhalefet dinamiklerini arkasına almayı başaramadı. Bu da siyasi iktidarın cesaretlenmesine yol açmıştır. Bunda başta parlamento dışı muhalefet olmak üzere parlamentonun içindeki en kitlesel muhalefetin de payı var. Parlamento içi dediğimiz muhalefet -parlamentoda sayısal bir etkisi olmadığı gibi- parlamento dışında gelişebilecek kitlesel muhalefeti de engellemede fren vazifesi görmektedir. Bunda da bayağı başarılı olduğu söylenebilir. Artık Türkiye’de en radikalinden en liberaline kadar çoğu kesim siyasal iktidarla mücadeleyi seçimlere indirgemiş durumda. Evet bu iktidarı “seçimlerle geriletmek” iyi bir durum fakat iktidarı seçimle göndermek ancak parlamento dışı gelişebilecek bir direniş muhalefetiyle mümkünmüş gibi görünüyor.

Türkiye gibi ülkeleri burjuva demokratik devrimini yaşamış ülkelerle kıyaslamaya kalktığımızda, gerek seçim gerekse parlamento işleyişi dahil olmak üzere, Türkiye’nin burjuva demokratik hakların elde edilmesine ilişkin ciddi bir mücadele içerisinden geçtiğini söyleyebilmek mümkün değildir. Hep bu tür talep ve oluşumlar “devlet baba”ya biat kültürü içerisinde yukarıdan aşağıya olmuştur. 

Oysa, ifade özgürlüğü gibi biçimsel demokratik haklar genelde sanılanın aksine devletin, burjuva sınıfının ya da liberalizmin insanlara bahşettiği bir lütuf değildir. Yaklaşık yüzyıl önce işçi sınıfının zorlu mücadeleleri sonucunda güçlü toplumsal hareketlerin daha demokratik bir dünya için elde ettikleri haklardır. Tüm bu hareketler dünya tarihini değiştirmişlerdir. Eğer liberalizm ideolojisine sarıp sarmalanmış burjuva sınıfına kalsaydı bugün bırakın ifade özgürlüğünü seçim sandığına gidip oy kullanma bile sadece bir avuç elit azınlığa tanınmış bir hak olacaktı. Çünkü modern devlete hükmeden burjuva sınıfı hiçbir zaman işçi sınıfına oy kullanma hakkı vermedi. Erkeklerin ve kadınların genel oy kullanma hakkı erkek ve kadın işçilerin yoğun mücadeleleri sonucunda kazanıldı. 

Aynı şekilde ifade özgürlüğü de bundan yüzyıl önce “Eugene Debs gibi ilk Amerikan sosyalistlerinin devletin tiranlığına ve işveren despotizmine karşı bir siper olarak ifade özgürlüğü hakları için savaşmaları” ve bu uğurda hapis yatarak bir dönüm noktası oluşturmaları sayesinde kazanıldı. Bugün de erken dönem sosyalistlerin bu radikal mücadelelerini sürdürmemiz gerekiyor. Özellikle de burjuva devrimlerini gerçekleştirememiş emperyalizmin içsel bir hal aldığı Türkiye gibi “yeni sömürge” ülkelerde.

Ülkemizde demokrasi denince ilk akla günümüzde seçim sandığı ve genelde ifade özgürlüğü, toplanma ve toplantı düzenleme, örgütlenme, iş kurma ve benzeri haklar ve de hukuk önünde her bir bireyin eşitliği, güçler ayrılığı ve nihayetinde Anayasal haklar geliyor. Bu gayet mantıklıdır. Ancak tüm bunlar biçimsel demokrasinin ihtiva ettiği argümanlardır. Biçimsel demokratik haklara sahip olduğunuzda eşit olmuyorsunuz. Yalnızca modern devletin tüm üst yapı kurumlarına egemen olan burjuva sınıfının özünde kendi seçkin sınıf çıkarlarını ve özel mülkiyetini koruduğu, görüntüde ise sömürdüğü ve köleleştirdiği işçi sınıfının ağzına “eşit işe eşit ücret” ya da “herkese fırsat eşitliği” gibi bir parmak bal çaldığı haklara sahip olduğunuzu sanıyorsunuz. Daha doğrusu böyle sanmaya mecbur bırakılıyorsunuz. Mecbur kalmanın sebebi ise, egemen sınıfın ezilenler için biçtiği politik kimlikler olan din ve milliyetçilik olgularıyla bilinçlerin zehirlenip gerçeğin gerçekliğinden uzaklaşıp görüntünün aldatıcı yanılsamasında kaybolmaları. Eğer bu kimlikler sizin özelinize ait olsaydı gerçeği görmek belki bu kadar zor olmazdı. Ama eğer bir şey siyasal olanla çakışıyorsa ve eğer bir olgu bireyin özel alanı yerine politik alan içine sıkıştırılıyorsa orada biçimsel demokrasi sadece bir yanılgıdan ibaret hale dönüşür. Basit bir sosyal medya konusunda bile siyasi iktidar sahiplerinin takındıkları tavırlar ortadadır. Bu sadece iktidar sahiplerinin keyfi yaklaşımlarıyla sınırlı değildir. Türkiye’nin toplumsal, sosyal ve siyasi yapısıyla da alakalıdır. Bunu görmek gerekiyor.

Diğer yandan günümüzde her kesimin artık ağzına sakız olan ve yeri geldiğinde otoriter siyasilerin ve diktatörlerin bile ipine sarılmaktan imtina etmedikleri ve içlerini boşaltarak dillerine pelesenk ettikleri insan hakları ve burjuva demokrasisi teoride de pratikte de biçimsel demokrasiyi ihtiva eder. Diğer bir deyişle, bireyin ifade ve düşünce özgürlüğünü, bireyin mülkiyet hakkını, bireyin toplanma hakkını, bireyin çalışma özgürlüğünü vb. içerir. Fakat gerçek demokrasiyi içermez. Yani, biçimsel demokrasi gerçek demokrasinin üstünü perdeler ve bir bakıma onun görünmemesini sağlamak için onu maskeler. Gerçek demokrasinin de adı ekonomik eşitliktir. O yüzden, günümüz batı burjuva devletlerinde eksiğiyle gediğiyle biçimsel demokrasinin tüm kurumları çalışır haldedir ama gerçek demokrasinin-ekonomik eşitliğin olması bir yana, insan haklarına aykırı bir şekilde muazzam bir ekonomik sömürü sisteminin hakim olduğu ve bu çarkı çalıştıran ve onlara işlev kazandıranın bu aynı kurumlar olduğu da gayet açıktır. Her şeye rağmen ezilen üretici güçler açısından biçimsel demokrasi de büyük bir kazanımdır, çünkü insan haklarının-biçimsel demokrasinin çoğu işçi sınıfının büyük mücadeleleri ve savaşları sonucunda elde edilmiştir. Ve bu uğurda milyonlarca can verilmiştir…

Tüm bunlar ışığında karşımıza Türkiye ile ilgili bir soru çıkıyor: Peki, Türkiye gibi biçimsel demokratik hakların dahi esamesinin okunmadığı bir ülkede gerçek demokrasi için mücadele olur mu? Bu soru üzerinde tüm radikal sol düşünmelidir!

Çünkü hepimizin kilitlenip kaldığı nokta burasıdır.

İfade özgürlüğünün dahi olmadığı bir ülkede nasıl bir demokrasi mücadelesi verilebilir?

Gerek dinci ve ulusalcı kimliklerle zehirlenmiş bir işçi sınıfının en ezilen kesimlerinin büyük çoğunluğunun kendilerini en çok ezene sadece kendilerine bir kimlik bahşettiği için oy verdiği ve iktidarda tuttuğu bir ülkede işçi sınıfı mücadelesi ne şekilde olabilir? Ya da geçmişin kücük burjuva resmi ideolojisi olan kemalizmin toplumsal muhalefetin büyük kısmının üzerinde etkili olduğu ve kurulan otoriter korku imparatorluğuna ve o imparatorluğun sürdürülebilirliği için her türlü seçim usulsüzlükleri yapılmasına rağmen seçim sandığına hala demokrasi varmış gibi bel bağlayan bir parlamenter muhalefetin olduğu bir ülkede, bırakın sosyalist ya da sosyal demokrat olanını, insan haklarının gerektirdiği en temel özgürlükçü ilerici bir mücadele için tüm muhalif kesimler nasıl bir araya getirilebilir? 

Türkiye’de ilerici, sol ve demokratik muhalefet  Üç cepheli hegemonik siyaset tarzına teslim olmuş durumdadır. Bunlar: AKP ile MHP’nin başını çektiği Cumhur İttifakı, CHP ve İyi Parti’nin Millet İttifakı ve HDP’dir.  Bu üç eğilim de kendi içlerinde sistemle uyumlu bir şekilde parlamentoda siyaseti belirlemek istiyorlar. Solun bir kısmı CHP’nin, bir kısmı da HDP’nin peşine takılarak asli görevlerini terk etmiştir.

Artık işin şirazesi öyle kaçmıştır ki, tek tek siyasetçi figürlerinden medet ummaya kadar iş vardırılmıştır. Bu figürlerin ellerinde sihirli bir değnek varmış gibi bir beklenti yanılsaması içinde Türkiye’nin tüm sorunlarının çözümü kişilere bağlanmıştır. 19 Ağustos itibariyle yerel seçimler sonrası uzun zamandır süren sessizlik kayyum atamalarıyla farklı bir noktaya evrilmiştir. Kayyumlar sadece seçimler ve iç siyasete yönelik değildir. Ortadoğu’da etkili olma mücadelesini ve Kürt muhalefetinin etkilerini de kırmaya yöneliktir. Bunun için demokratik, özgürlükçü ve Kürt meselesinde küçük de olsa bazı adımların atılması ancak parlamento dışı gelişecek devrimci bir muhalefetin etki ve gelişimine bağlıdır. Bu konuda söz konusu olan üç farklı cephenin ya da tek tek bireylerin peşine takılarak çözüm beklemek ise tam bir ham hayaldir.

Karl Marx bir zamanlar “Devrimler tarihin lokomotifidir” demişti. Walter Benjamin ise ona, “Devrimler tarihin imdat frenidir,” diye yanıt vermişti. Ne yazık ki, “Ya devrimler artık mümkün değilse!” düşüncesi insanın aklına düşmüyor değil!

Despotik korku imparatorluğu sistemi olan tek adamlığın hakimiyeti neden bu kadar istikrarlı? Neden buna karşı bu kadar az direniş var? Neden var olan direnişler de -Gezi gibi- sabun köpüğü gibi sönüp gidiyor? Neden zengin ve fakir arasındaki uçurum bu kadar genişlerken, enflasyon gıda ve giyecek gibi hemen hemen her temel üründe yıllık neredeyse yüzde elli artarken, nüfusun yarsı borç batağına saplanırken, konuşma, ifade etme, yazma dahil tüm insani haklar elimizden alınırken, din, milliyetçilik, yargı, polis, tazminat cezaları, hapishane, cop, biber gazı, gözaltı tepemizde her daim asılı bir sopa gibi dururken neden ufukta bir umut gözükmüyor?

Saltanat sistemlerinin en öncelikli amacı direnişi kırmak ve ortadan kaldırmaktır. Tek adam sistemi bir güç gösterisini gerektirir. Güç kullanmayı icap ettirir. Bu çok açıktır. Belirgin olmayan ise parlamento dışı muhalefetin bu ceberut iktidara karşı tekil direnişlerden ziyade tüm toplumsal muhalefeti kapsayacak bir direnişe öncülük etmeyi göze almasıdır.


Mustafa Kumanova – 06.07.2020

Tags:


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑