Makaleler

Published on Ağustos 31st, 2020

0

Yalanın gerçekliğinde – Mustafa Kumanova

“İki türlü ahlak vardır; söyleyip de uygulayamadığımız, uygulayıp da söyleyemediğimiz.” (Bertrand Russell)

Bertrand Russell

İstisnasız tüm iktidarlar yalan üzerine kurulur. Yeri gelir bombalar patlatılır, insanlar öldürülür ve suç devrimcilerin üzerine atılır. Hele AKP iktidarıyla artık yalan “peynir ekmek gibidir”. Cezaevlerindeki muhalifler, akademisyenler, avukatlar ya da demokrasi, özgürlük ve hak hukuk isteyenler yalanlarla dolu yaftalarla “terörist” damgası yerler. Kendilerinden olmayan herkes “terörist” ilan edilir.  Artık toplumun tüm kesimleri bu yalan anlayışında yerlerini alır. (12 Eylül cuntacıları da yalan üzerine iktidara gelmişlerdi. Ne demişlerdi? “Biz gelmesek onlar iktidara geleceklerdi.” Bunun için, toplumun tüm kesimlerinin onlara aşağıdan yukarıya bağımlı olmaları için her türlü terör ve baskıyı uygulamışlardı. Buna rağmen onlara itiraz eden ve kabul etmeyenler çıkıyordu. O dönem bütün muhtarlar ihbarcılığa teşvik ediliyordular. Cuntacılara biat etmeleri isteniyordu, ama buna karşı çıkan Sefaköy / Sultan Murat Mahallesi Muhtarı Remzi Şencan gibiler cuntacılar tarafından göz altına alınıp görevlerinden alınıyorlardı. Neden? Sadece onların yalanlarına itiraz ettikleri için. Onların yerlerine ise emekli Başçavuş ya da diğer kişiler Muhtar olarak atanıyordu. (Sefaköy Yılları, Mustafa Kumanova)

Bireysel ve toplumsal düzeyde yalan insanın kendisine, diğer bir deyişle kendi kendini geliştirme potansiyelinin farkındalığına yabancılaşması artıkça içselleşmiştir. Kanıksama rutin hayatın içine sirayet ettikçe sömürünün ve zulmün olağanlaştırılması “kendinden olan” ve “kendinden olmayan” ayrımcılığının bir savunma mekanizmasına dönüştürülmesiyle din ve milliyet bayrağı altında yalanın hukuki ve sosyal boyutta meşru kılınmasını kolaylaştırmıştır.

İnsan karşısındakine çok kolay yalan söyleyebiliyor. Bir çıkar söz konusu olduğundan kendini rahatlatma adına savunma mekanizmaları geliştirerek söylediği yalanı bilinç dışına da atabiliyor. Her şeye rağmen bir insan kendine nasıl yalan söyleyebiliyor? Yalan söylediğini kandırabiliyor ya da kandırdığını sanabiliyor ama kendi kendisini nasıl kandırabiliyor? 

Bireysel ilişkilerin ve toplumsal ilişkilerin gün geçtikçe dibe vurduğu günümüz dünyasında neresinden bakılırsa bakılsın bireysel ve toplumsal ahlak çürümenin eşiğinde yer alıyor. Elbette bu çürümenin sosyolojik nedenleri büyük kısmını oluşturuyor. Çünkü hepimiz bir sınıfa mensubuz; duygusal ve fiziksel ihtiyaçlarımız daha da ötesinde ekonomik çıkarlarımız var. Ait olduğumuz sınıfın özelliklerini yansıtıyoruz ve bilincimizi oluşturan varlığımızın yansımalarını taşıyoruz. Ne de olsa insan söylendiği gibi bir homo-economicus. Ekonomik çıkarlar bizi yönlendiriyor. Görmezden gelmeyi ve yalan söylemeyi, boyun eğmeyi, ses etmemeyi daha kolay ve anlaşılabilir hale getirebiliyoruz. Savunma mekanizmamızı da “Ne yaparsın, ekmek parası! Çocuklar aç mı kalsın?” üzerine kuruyoruz. Ya da daha kolayına kaçıp, “Genlerimizde var” diyerek bütün suçu insan genlerine atıp kurtuluyoruz. Ya da güçlü olanın ayakta kalacağına inanıp bunu doğanın kanunlarına bağlıyoruz. Güçlü zayıfı ezer. Ya da rekabet ortamına uyum sağlama olarak görebiliyoruz. Bir nevi sosyal Darwinizm. Toplumda güçlüler ayakta kalır, zayıflar sistem dışına itilir. Oysa rekabet ve ayakta kalma yalanı besliyor. Bozulma olağan hale getiriliyor.  Vaziyet böyle olunca yalan söylememiz daha bir meşru, toplum ve birey gözünde daha kabul edilir duruma gelebiliyor.

Bireyi daha sonraya bırakıp toplumsal yapıya sınıflar açısından baktığımızda, içinde yaşadığımız toplumsal yapının temelinin yalan olgusuna dayandığını görebiliriz. Modern kapitalist toplumu oluşturan burjuva sınıfının ve işçi sınıfının durumlarına bir bakalım. Aralarında görünmez ve gösterilmez büyük bir çıkar savaşı var gerçekte. Ama yalan mekanizmaları ideoloji vasıtasıyla o kadar güzel kurulmuş ki, gerçekte baktığımızın bir görüntü olduğunu özün ise koca bir yalandan ibaret olduğunu göremiyoruz. Oluşturulan ideolojiyi de din ve milliyetçilik duygularıyla kapladığınız an yalan görünmez oluyor. İktidar sahipleri ve sömürenler tarihin her döneminde ideolojik yalanlarını gizleyecek kılıflara ihtiyaç duymuşlardır. Modern kapitalist toplum öncesi, kilise ve aristokrasi sömürebilme adına yalanlarına din kılıfını uyduruyorlardı. “Ezilen insanın içli ezgisini, kalpsiz bir dünyanın sıcaklığını, insanın afyonunu” oluşturan, insan eliyle yaratılan din söz konusu olduğunda yalan ve öldürme meşru bir hale getiriliyordu. Aydınlanma ışığı altında oluşan yeni bir sınıf, burjuva sınıfı, kilise ve aristokrasinin iktidar egemenliğine son verebilmek için ilk önce din yalanını açığa çıkardı ve iktidar gücünü bertaraf ederek dini politik alandan özel alana attı. Fakat yeni iktidar sahipleri de kendi egemenliklerini sömürmek üzerine kurduklarından, kendi sömürü düzenlerini gizleyebilmek için yeni bir kılıfa ihtiyaçları vardı. Bu yeni yalanın adı da milletler ve milliyetçilik idi. İnsanlığı kendi kanında yıkayacak olan bir yalan. Sonradan yaratılan bir kimlik siyasallaştıkça, insanların kendilerini ifade edebilecekleri bir kimliğe dönüşüp insanların duygularını okşadıkça ve onlara diğerleri karşısında üstünlük hissi verdikçe, sonradan uydurulan bu kimlik politik alan içine sıkıştırılıp sömürü gerçekliğinin görünmezliğini sağlayan büyük bir yalana dönüşerek bütün siyasi politikalara ve alınan siyasi kararlara sözde meşru bir zemin üzerinde ülke içinde ve dışında katliam yapma ve bu katliamlara geniş halk kitleleri nazarında meşruluk katma yetkisi vermiştir. Dini özel bir alana hapseden burjuvazi, milliyetçilik konusunda aynı davranışı sergilememekte, tam tersine çıkarları doğrultusunda milliyetçiliği gericileştirip, mikro milliyetçilikler yaratarak, etnikçiliği kışkırtarak ve son merhalede faşizmi doğurarak insanları birbirine düşürüp kana boğmuştur ve boğmaktadır. Oysa kapitalizmin dini, imanı, milleti yoktur. Yalanı gözler önüne seren Karl Marks çok güzel söylemiştir: ” İşçinin milliyeti Fransız, İngiliz ya da Alman değil, emek, bedava kölelik, kendi kendini satmaktır. Onu yöneten hükümet Fransız, İngiliz ya da Alman hükümetleri değil, sermayedir. Doğduğu yerin havası Fransız, İngiliz ya da Alman havası değil, fabrika havasıdır. Ona ait olan topraksa Fransız, İngiliz ya da Alman toprağı değil, yerin birkaç karış altıdır.”

Toplumsal yapının yansıması insanda vücut bulduğundan insan da bireysel ilişkilerini aslında yalan üzerine inşa etmiştir. Toplumsallaşmanın getirdiği kendi kendine yabancılaşma beraberinde insanın kendi kendisini aldatmasını da kolay kılınır bir hale sokmuştur. Oysa insan kendi kendisini kandırmaktadır. Toplumsal yapı içerisinde oluşturulan burjuva medeniyetinin yalanlarına hizmet etmekle kalmayıp, kendisi yalan mekanizmasının çarkları arasına katılıp öncelikli olarak sınıf atlamayı hedefine koymuştur. İnsan için önemli olan bir statü elde edip başarılı olmak, başarılı olmaktan kasıt ise zengin olmak ve sınıf atlamaktır. Günümüz modern toplumunda bir insanın önceliği budur. Bu önceliğe ulaşabilmenin de tek yolu amaca ulaşmak için her yolu mubah hale getirerek yalanı kendi bünyesinde kurumsallaştırmasıdır. Böylece yalan daha kolay söylenebilir hale geçer. Çıkarlar söz konusu olduğundan aldatma, yalan söyleme, ispiyon etme, kuyu kazma olağanlaşır. Çok basit bir örnek, bir insanın çalıştığı şirketteki durumudur. İnsan yükselebilme ve terfi edebilme adına çok kolay yalan söyleyebilmekte, iftira atabilmekte, en yakın mesai arkadaşını dahi ispiyon edebilmektedir. Çünkü söz konusu olan kapitalizmin rekabet olarak algılattığı kendi çıkarlarıdır. O sınıf atlama arzusuyla istediğini tüketebilme fırsatına ya da lüksü elde edebilme onuruna ancak böyle ulaşabilir. Bireyin aile ilişkilerinde bile söz konusu olan çıkarlardır. Çıkarın olduğu yerde ise yalan vardır. Fiziksel ve duygusal çıkarlarımız tatmin olmadığı ya da çatıştığı anda karı kocayı, koca karıyı çok kolay yalanlar üreterek aldatır. Fakat bütün bunlar, bireyin yalan söylemesi ya da kendi kendisini kandırması sadece kendisine ve muhatabı olan kişiye zarar verir. Oysa bir de bireyin yalana başvurup sadece muhatabını değil milyonları kandırması vardır. İşte onun zararı telafi edilemezdir.

Düşünebiliyor musunuz tek bir kişinin yalan üzerine kurduğu iktidarı milyonlarca kişiyi uçurumun kenarına getirebiliyor. Tek bir kişinin, yalan üzerine kurduğu tanrısal kibri koca bir ülkeyi kan selinde mahvedebiliyor. Tek adam olabilme arzusu binlerce masumu katledebiliyor. Ülkeyi yangın yerine çevirebiliyor. Kardeşi kardeşe düşürecek yalanlarla halkı parçalayabiliyor. Ve korkunun, sindirmenin egemen kılındığı bir yerde devletin baskı araçları kullanılarak oluşturulan işkence ve cinayet ortamında kimse sesini çıkaramıyor. Muhalif insanlar yalanlara gözlerini çaresizce kapatıyor; destek verenler ise ekonomik çıkarına yalanları görmezden gelebiliyor. Oysa yalan söylemenin arkasında büyük bir yağmalama, talan etme ve hırsızlık yatıyor. Çalınan sadece maddi şeyler olmuyor. Çalınan hayatımız, geleceğimiz oluyor. 

Geride ise sadece; ” O diktatörmüş, ülke kötüye gidiyormuş, sana ne, sen mi tek başına düzelteceksin, sen bak kendi işine, insanları değiştiremezsin, insanlara acıyorsun da ne oluyor, sen de çalacaksın kardeşim, sen kendini kurtar önce” deyişleri kulağa çalınan oluyor. 

Her yalana rağmen mücadeleye devam. En azından Özgürlük adına…


Mustafa Kumanova – 31.08.2020

Tags:


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑